‘Yazma Dersleri’ni Okuma Deneyimi

Necip Tosun’un yazmak için yola çıkanlara ve yolda olanlara sunduğu hacimli çalışması Yazma Dersleri: Ahmet Mithat Efendi’den Tomris Uyar’a, Türk edebiyatı kanonunda mühim yeri olan yazarların hayatlarına, duruşlarına, neden ve nasıl yazdıklarına dair kıymetli anekdotlara yer veriyor.

Yazar, yazma derdiyle hemdert kişidir, bizimle yer içer, oturur kalkar ama aklı hep henüz beşiğe bıraktığı bebeğinde kalan anne gibi hayatın devinimlerini hep o bebeği uyandıracak sesler, gürültüler, sarsıntılar gibi duyumsar. Onu öylesine özenle gönlünde taşıdığı için de bebek en çok annesine bağlanır, en geniş gülüşünü ona sunar. Halit Ziya’nın dediği gibi, “Yazar, bir olaya ya da duruma herkes gibi bakmaz. Çünkü rüya görmek için yattığından dolayı rüya görmeyi hak etmiştir”. Bir başka açıdan da yazar iz bırakmakla meşgul kişidir, Ahmet Mithat’ın “Yeryüzüne benimle birlikte ölmeyecek, gömülmeyecek izler bırakmak ihtirasına kapıldım” ifadesi tüm yazarları kuşatır. 

 

Necip Tosun’un yazmak için yola çıkanlara ve yolda olanlara sunduğu hacimli çalışması Yazma Dersleri: Ahmet Mithat Efendi’den Tomris Uyar’a¹, Türk edebiyatı kanonunda mühim yeri olan yazarların hayatlarına, duruşlarına, neden ve nasıl yazdıklarına dair kıymetli anekdotlara yer veriyor. Yazarların yazma üzerine düşünceleri; notlarından, günlüklerinden, söyleşilerinden ve metinlerinden süzülerek derlenmiş. Necip Tosun her yazarı ele aldığı bölümde öne çıkan, onu diğerlerinden ayırt eden fikirleri, söylemleri ara başlıklarla vurgulayarak okurun yazarı, yazara has bir dairede ele almasını kolaylaştırıyor. Yazma Dersleri’ni elinize alıp Ahmet Mithat Efendi’den başlayıp Orhan Pamuk’a vardığınızda 30 yazarın yazma yolculuğuna eşlik etmiş oluyorsunuz.

 

Söz konusu yazarları ve yazma biçimlerini bir arada görmek aslında Türkçe roman yazarlığının da yazarın öncesiyle ve sonrasıyla kurduğu bağ ve özellikle yazarın toplumla ve toplumsal meselelerle kurduğu ilişki bağlamında izlerini takip etmemizi sağlıyor. Ayrıca, ilk başlarda Millî Mücadele’nin ağırlığını, sorumluluğunu taşıyan Halide Edip, Yakup Kadri yazınının Abdülhak Şinasi’ye geldiğinde üslupçu bir mahiyet kazanabildiğini gözleyebiliyoruz. Gerçi bu çıkarım Halit Ziya’yı düşündüğümüzde geçerliliğini çok korumuyor, çünkü onun romanı döneminin siyasi koşullarından çok ev içlerini, aile ilişkilerini ve bireyi göstermeye daha erken bir zamanda yöneliyor. Kronolojiden çok yazarların tutumlarının ve karakterlerinin işlevselliği ön plana çıkıyor böylece. Abdülhak Şinasi’nin dediği gibi yazı bir mizaç meselesi; “Bütün edebiyat bir mizaç meselesidir. Hislerimiz ve fikirlerimiz tabiatımızın mahsulleridir. Halbuki bir bünyeye, bir mizaca haksız olduğu nasıl ispat edilebilir? Mahrem bir teşekkülün taht-ı tesirinde kalarak değişen ruhumuza, tabiatın aynı manzaraları bile kâh neşeli kâh mahzun gelir”.

 

Anlatılarına Dahil Olan Yazarlar

 

Yazma Dersleri’ni farklı sorular odağında okuyabilirsiniz: Bir yazarın yazma rutini nasıldır, gece mi çalışır gündüz mü? Yazarlar kimleri, neden okurlar? Yazarların çevrelerinde kimler vardır, kimlerle arkadaşlık ederler? Yazar okuru önceler mi; kendisi için mi, okur için mi yazar? Bu ve buna benzer sorulara çok renkli, değişken, bazen tanıdık bazen şaşırtan cevaplar alabilirsiniz Yazma Dersleri’nden.

 

Bu hacimli kitabı baştan sona okumaya çalışırken sürekli altını çizip, çizdiğiniz satırların yanına, harika, müthiş gibi notlar düşebilirsiniz. Aslında yazmanın yollarını, kanunlarını, kurallarını biliriz bilmesine ama her yazar bunu kendi meşrebince, kelimeleriyle öyle farklı ifade eder ki her seferinde şaşırmaktan, yazarın dehasının karşısında etkilenmekten kaçamazsınız. Ne ki, bu okuma sonunda okuduklarınızın büyük bir kısmı hafızanızdan hızlıca silinecek, belki ömür boyu tatlı bir tortu kalacak aklınızda. Bu yüzden, kitabı okumaya başlarken kendinize bir odak bulmalısınız. Böylece bir silsileyi yakalar ve çerçeveyi daha rahat kurabilirsiniz. Yazma Dersleri’ni okuma deneyimim öz-kurmaca (autofiction) ya da daha net ifade edersem, biyografiyle kurgu arasındaki geçişkenlik üzerine düşündüğüm şu zamanlara denk düştüğünden, yazarların metinlerine, anlatılarına hayatlarını, çevrelerini nasıl dahil ettiklerini ve bu konu hakkındaki fikirlerini öğrenmek üzere kurdum odağımı.

 

Yazarlar yaşadıklarını karakterlerine dağıtmayı mı yeğlemişler, yoksa bizzat kendi hayatlarını, başlarına gelenleri anlatılarının merkezine mi yerleştirmişler; bu konudaki seçimlerini, yönelimlerini bizimle paylaşmışlar mı soruları ekseninde okumaya başlıyorum kitabı. Aslında bu biraz da cevabı başından belli bir soru. Dahası, Orhan Pamuk’un Saf ve Düşünceli Romancı’da bize verdiği formüldeki gibidir her şey. Masumiyet Müzesi’nin bir okuru, romanın baş karakteri Kemal ile yazar arasında birebir özdeşlik kurar ve “Orhan Bey siz bunları gerçekten yaşadınız mı” diye sorar. Orhan Pamuk ise şöyle cevap verir: “Hayır ben kahramanım Kemal değilim. Ama romanımı okuyanları Kemal olmadığıma asla inandıramam.”²

 

Türk romanının günümüzdeki en güçlü temsilcisinden sözü alıp en başa dönersek; Ahmet Mithat Efendi’nin hayatla hemhal olurken yazdığını, hayâlden çok hakikate öncelik veren bir yazar olduğunu hemen hatırlıyoruz. Nitekim oğlunun aktardığı, “Mevzuları daima ya kendi başından yahut da bir dostunun, bir tanıdığının başından geçen vakalar, maceralardı” bilgisi de onun hayatının ve kendisinin içinden geçenleri yazdığını doğruluyor. Ahmet Mithat roman karakterini dostlarıyla birlikte geliştirdiği zaman onların katkılarını da bizatihi romanın başına eklemek ister. Bu hem deneysel, deneysel olduğu kadar da yaşantı ve metnin birlikte var oluşuna ilginç bir örnek. Müşahedat’ta ise yazarın kendisini romana dahil etmesinin müthiş bir yenilik olduğunun farkındadır; “Daha garibi şu ki güya ben de romanın vakası içindeki şahıslardan birisiymişim gibi romana karışmaktayım. Böyle muharririn de velev ki yalnız seyirci ve şahit konumunda olsun romana karışması, Avrupaca’da emsali görülmüş şeylerden değildir. Bu romanı kaleme aldığım zaman okuyucularım ne kadar beğenecekler, memnun olacaklar diye düşündükçe sevincimden coşup taşacak hale geliyorum”. 

 

Halide Edip’in Mor Salkımlı Ev’inin ve Türkün Ateşle İmtihanı’nın yazarın anılarına dayandığı malum. Necip Tosun diğer romanlarını da yazarın hayat hikâyesinden ayıramayacağımızı belirtir. Seviye Talip romanı, Halide Edip’in ilk eşi Salih Zeki ile hesaplaşması, Handan ise tüm eleştirmenlerin üzerinde hemfikir olduğu gibi Salih Zeki’yi mahkûm etme girişimidir. Yeni Turan’daki Ay Hanım’ı da Halide Edip, Oğuz karakterini Yusuf Akçura gibi düşünebiliriz. Mev’ud Hüküm romanındaki Doktor Kasım, Halide Edip’in eşi Doktor Adnan Adıvar, Vurun Kahpeye’deki Aliye’nin yine yazarın kendisi gibi okunabileceğini öneriyor Tosun.

 

Halit Ziya, yazarak şifalananlardan. Oğlunu kaybettiğinde yaşadığı acıyı yıllar sonra “Kırık Oyuncak” öyküsünde dile getirmiş. Sonrasında doğan kızıyla ilgili yine acı hatıralarını Kırık Hayatlar romanında işler. “Kırık Oyuncak” öyküsünde ağır bir solunum yolu hastalığı geçiren çocuğun, bu hastalıktan sonra ezilmiş ve kırılmış bir oyuncağa dönüşmesi anlatılır. Kırık Hayatlar’da da benzer bir hastalık geçiren küçük kızın vefatı ve ailenin yaşadığı ıstırap konu edilir. Halit Ziya’nın Bir Acı Hikâye’de ise intihar eden oğlu Vedat’ın hikâyesini, dramatik bir üslupla hatıra edebiyatına kazandırması, bize yazarın yaşantısının eserlerine nasıl ve ne derece yansıdığının bir veçhesini sunuyor. Aşk-ı Memnu’nun yazılışı ise yazarın çevresinde gözlemlediği kişileri, olayları; bir çubuğa sarılırken renkleri ve tatları da iç içe geçerek karışan macun kıvamına getirişidir sanki:

 

“Aşk-ı Memnu yazılırken İstanbul’un muayyen muhitlerinde, hususiyle Boğaziçi’nde ‘Melih Bey takımı’nı andıran aileler vardı. Nitekim bugün de öyledir. Muharrir bunları uzaktan, yakından bilir ve tanırdı. Hayalinde birikmiş, karmakarışık, intibâlar vardı. Bunları tebellür ettirerek bir mecmua çıkarmak için muhayyilesini kamçılamak kâfi idi. Bu demek değildir ki, Aşk-ı Memnu hakikatte mevcut birtakım temâsilden istinsâh edilmiştir. Eserde birçok eşhâs vardır. Bunlardan hiçbiri muayyen birtakım şahsiyetlerin tasviri değildir, fakat hey’et-i mecmuası, itibariyle birçok şahsiyetlerden istiâre edilmiş müteferrik eczâdan terekküb eden bir mevcuttur. Doğruluğu da bundan ibarettir. Meselâ eserin başlıca şahsiyetlerinden biri olan Behlül, benim hususiyetlerini tanıdığım bir iki, belki de üç gençten toplanmış bir gençtir, filân ve falana az çok benzer, fakat mutlaka filân değildir. Firdevs Hanım ve kızları, hele Nihal ve babası, bunlar da öyle… Vakaya gelince, o tamamıyla hayal mahsulüdür.”

 

Yakup Kadri ise romanları, karakterleri ve hayatı arasındaki ilişkiyi şöyle anlatıyor: 

 

“Romanlarım çocukluğumdan beri üzerimde tesir bırakmış vakaların, insan tiplerinin kendi mizacıma ve kendi hayat telakkime göre hikâye ve tahlilleridir (…) fakat bundan bir sanat eserinin alelâde bir tabiat ve cemiyet kopyası olduğu manasını çıkarmamalıdır. (…) İyi bir romanın birinci vasfı, bir şahsiyetin, bir mizacın, bir hayat telakkisinin ifadesi olmaktır. İyi bir romanda tipler, vakalar, tamamı tamamına hayatta oldukları ve cereyan ettikleri gibi değil sanatkârın kafasındaki kompozisyon hususiyetlerine göre şekil ve mahiyet alır (… ) romancı insani unsurları hayattan alıp kendi benliğinin potasında bir nevi kimyevi tahlil ve terkipten geçirerek kalıplara döker.” 

 

Yakup Kadri, Hasan Âli Yücel’e yazdığı bir mektupta ise kendini romanlarına nasıl yerleştirdiğini ifade eder: “Fakat, şimdiye kadar yazdığım roman kahramanlarının bir çoğunda biraz ben yok muyum? Nur Baba’daki Macid, Kiralık Konak’taki genç şair, (adını unuttum, ne dersiniz?), Hüküm Gecesi’ndeki Ahmet Kerim, Yaban’daki Ahmet Celâl ve nihayet bu son romandaki Doktor Hikmet biraz (ben)dirler. Onun içindir ki romanlarımı yazarken biraz kendi hatıralarımı yazar gibi oluyorum.”

 

Peyami Safa ise biyografi ve kurmaca arasında merak edip durduğum çizginin altını şöyle kalınlaştırıyor: “Ve düşündü ki, en afaki zannettiğimiz romanlar bile, muharririn ruhunu muhayyel kahramanlar vasıtasıyla aksettiren bir otobiyografiden başka bir şey değildir.”

 

Bu hacimli kılavuz eseri okumaya devam ederken, araya günler, işler, başka çalışmalar giriyor. Ve ben en başta kendime belirlediğim o sorudan ve odaktan çok uzaklaşıyorum. Bir süreliğine soru ekseninde okumayı bir kenara bırakıp, her yazarın odasında kahve içme davetini kabul edip bu gizemli odaların, odadaki kokuların, renklerin, ışıkların büyüsüne, yazarın dolaysız sesine kendimi bırakıyorum. Evet, bir müddet de bu şekilde serbestçe okudum Yazma Dersleri’ni. Bazen beni şaşırtmayacağını düşündüğüm yazarların ters köşelerine tanık oldum. Bazen de çok severek okuduğum yazarları belki de artık iyice tanıdığım için söylediklerini hızlıca geçtim…

 

Nihayetinde soruma sadık kalayım diye yazarların hayatlarıyla yazdıkları arasındaki bağ nasılmış, kalın bir urgan mı pamuktan iplik mi diye bakmaya devam ediyorum. Abdülhak Şinasi Hisar karakterlerin nasıl meydana geldiğiyle ilgili daha farklı şeyler söylüyor. Ona göre mesele, tanıdığı, temas ettiği kişileri bir potada eritmek ve yeni bir karakter yaratmakta: 

 

“Bu itibarla romancı, daima tekmil hatıralarını, hülyalarını, hayalini ve istidadını çalıştıracak, daima gördüğü, tanıdığı, bildiği başka bir çok insanları, birbirine karıştıracak, yani Arapça halledecektir. Böylelikle onun yaptığı, bir çok insanlardan karışma bir insan yaratmaktır. Bu da cidden dünyada yeni bir adam demektir. (…) Çünkü roman şahısları, dünyadaki hayatın hususi şartlarına göre doğmamışlardır. Bir romancının kafasında birçok zamanlar ve hatıralar karışmış ve romanın şahsiyeti de bütün bunların bir halitası olmuştur. (…) Zavallı romancının, halk etmek istediği bir şahsiyet yerine, hayattaki muayyen bir adamın hikayesini anlatmak bir çocuk oyuncağı gibi kalırdı. Bütün bunları, edebi kıymeti olan bir romanın, sadece hayatta yaşayan bir adamın hikayesinden ibaret olamayacağını anlatmak için söylüyorum.”

 

Nazım Hikmet ise çevresindeki insanları yazmayı “samimiyet” bağlamında önceliyor, oğlu Memet Fuat’ın öykülerini değerlendirdiği sıra anlıyoruz bu bakışı: “En zor şey, en yiğit ve en çok cesaret isteyen şey; samimiliktir.” Oğlunun kaleme aldığı “Sabıkalı” hikâyesi, samimi değildir ona göre, çünkü Mehmet Fuat bir sabıkalıyı yakından tanımadığı için onun hakkında bilgisi de olamaz. Oğluna yalnızca çok iyi bildiği, tanıdığı insanları yazmasını öğütler Nazım.

 

Tanpınar, “Galiba tek bir mevzuum var, o da kendim” diyor, Necip Tosun da onun romanlarındaki karakterlerinde hep bir parça kendisini yazdığını belirtiyor. Sabahattin Ali meseleye başka bir tondan, perspektiften bakıyor; karakterlerine hep kendinden bir şeyler katmasını kendi özgüvenine bağlıyor: “Ben zaten nedense yazılarımda doğrudan doğruya veya dolaylı olarak hep kendimden bahsediyorum. Galiba kendimi çok beğendiğimden. (…) Yazılarında kendinden bahsetmeyenler, kendilerine emniyet ve itimatları olmayan korkaklar ve zayıflardır. Veya içlerinde bahsedecek bir şeyleri olmayan boşlar. Ben bir kere korkak değilim ve kendime güveniyorum, sonra da yüz muhtelif eserde yüz muhtelif adam yaratsam her birine kendimden birer parça verebilecek kadar doluyum.”

 

Sanırım bu konuya noktayı Yaşar Kemal’in sözleriyle koymak gerekir. Yazma Dersleri’nin en başından itibaren takip etmeye çalıştığım yazarın kendisini, çevresini yazmasının başka türlüsünün zaten mümkün olmayacağını şöyle ifade ediyor: “Bana sordular bir yerde, ‘Niye sürekli olarak Çukurova’yı yazıyorsun?’ dediler. Amerika’da bir konferansta sordular. Ben Çukurova’da doğdum büyüdüm. Çukurova’da yaşadım. Bütün yaşamım oralarda geçti. Şu anda İstanbul’dayım, İstanbul’da yazıyorum. Tam yirmi beş yıldır İstanbul’da yaşıyorum… Orada dedim ki: ‘Çukurova’yı yalnızca ben yazmıyorum ki’, dedim. ‘Tolstoy da Çukurova’yı yazdı. Cervantes de Çukurova’yı yazdı, Stendhal de Çukurova’yı yazdı. Dünyada ne kadar soylu yazar, soylu sanatçı varsa, hepsi Çukurovalı’dır’ dedim.” 

 

necip tosun yazma dersleri

 

Yazar Neden Yazar?

 

Sorduğum soruya yazarlardan hayli doygun cevaplar alınca yeni bir bakış gelişiyor içimde. Yazarın neyi nasıl yazdığından, hayat hikâyesinden de önce, yazarın neden yazdığı sorusunun önemi beliriyor. “Bu soruya cevap verilmeden yazmaya neden başlanır ki” diyorum kendi kendime ve bazen kitabın başına dönerek bazen kaldığım yerden ilerleyerek bu sefer yazma nedenlerini araştırmaya koyuluyorum.

 

Halit Ziya’ya dönüyorum ilkin, zaten altını çizmeden geçmemişim; “Zannederim ki eserlerimde en büyük âmil teşkil eden vicdanî bedbahtlıklar ve içtimai sefaletlerdir”. Bu cümlenin görkemini, kuşatıcılığını düşünüyorum uzun uzun. Nobel alan isimler geçiyor zihnimden, birçoğunun Halit Ziya’nın betimlediği terazinin iki ucunu da doldurduğu… Örneğin 2024 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Güney Koreli yazar Han Kang’ın “Tarihsel travmalarla yüzleşen ve insan hayatının kırılganlığını ortaya koyan yoğun şiirsel edebiyatı için” diye tanımlanan ödül alma gerekçesi de yazarın içinde yaşadığı toplumun yaralarını, kendi vicdanında açtığı yaraların merceğinden göstermesini anlatıyor.

  

Yakup Kadri’nin romanlarıyla birebir örtüşen yazma amacı ise daha ayrıksı duruyor: “Sanatın gayesi -eğer mutlak bir gaye bulmak lâzımsa- bence bir kavmi, bir milleti hissetmeğe, iyi hissetmeğe, büyük hissettirmeğe alıştırmasıdır.” Her eserin içinden çıktığı toplumla sıkı ilişkiye binaen ise şöyle diyor Yakup Kadri: “Her san’at eseri onu vücuda getiren san’atkârdan evvel cemiyetin malıdır. Çünkü san’atkârın kendisi, bir tesadüfün veya esrarengiz birtakım kudretlerin meydana attığı bir mahlûk değil, doğrudan doğruya cemiyetin mahsülü bir insandır. San’atkâr kendi yarattığı san’at eserinde ve cemiyet kendi doğurduğu bu insanda şuura eder.” 

 

Kemal Tahir ise malumumuz olduğu üzere gerçekçi bir yazara yakışır şekilde tanıdığı, konuştuğu, birlikte sigara içtiği, sırtını sıvazladığı, sırtını sıvazlayan insanları yazmıştır. Yazma amacı ise “inandığı doğruları yaymak”tır en yalın, sahici haliyle.

 

Şairin yazma biçimi ise Behçet Necatigil’de şöyle belirir: “Konularımı maddi, manevi cepheleriyle ya kendi hayatımdan ya çevremden alırım. Ama verişlerimde bir prizmadan geçmişçesine asli şekillerde değişmeler olur, neticeyi çok kere ben bile tanımakta güçlük çekerim. Realist sanattan dem vuruyoruz ya, aldanmayınız! Mevcut üzerinde, hammadde üzerinde yapılan çıkarmalar, düşmeler; realite olarak duygu ya da yergi dolu bir çizgi bırakabilirse ne mutlu! Sanatın ekleme değil, çıkarma olduğunu günden güne daha iyi anlıyorum.”

 

Adalet Ağaoğlu’nun yazma bilinci ise daha özgürleştirici ve kendime daha yakın bulduğum bir tavır: “İnsanlar önce dış dünyanın bizi nasıl gördüğüne, ikinci olarak kendisinin dışarıya nasıl görünmek istediğine göre yaşarlar. Kendisinin kendisine nasıl göründüğüne göre yaşamak, intihardan daha güçtür. Sürüden kopup tek başına otlamaya çıkmanın yalnızlığını ister. Çobansızdır. Kurtlar kapabilir. Kendini tek başına kendin savunacaksın. Bu da ancak içerlere gömülmüş sesin, sessizliğin sesini duyulur kılmakla mümkün. Ben varlığımı kendime ispatlamak için yazdığımı sanıyorum. ‘İzm’lerden, ideolojilerden bağımsız, kendinden sorumlu seslere, bir orkestra eseri gibi değer biçilmesine…”

 

Yazma nedenlerine dair sürdürdüğüm bu hattı Füruzan’ın yazma biçimi ve bilincine değinerek sonlandırmak isterim. Füruzan, yazma dinamiğini açıklayan bir yazma bilincinden söz ediyor. Yazacağı metnin yapısını, seslerle, kokularla, görüntülerle velhasıl tüm ayrıntılarıyla gündelik bilincin dışında bir bilinçle kurduğunu anlatıyor. Onun edebiyatını gerçek kılan unsur bu ayrıntılardır. Onu yazmaya teşvik eden şey olaylar değil de insanların olayları yaşadıktan sonraki halleridir.

 

Yazdıklarınız yaşadıklarınız mı sorusuna ise şöyle bir karşılık veriyor Füruzan: “Öykülerimdeki yaşanmışlığın izleri dediğimiz noktalar bir yazma bilincinin kurgusundan geçerek ortaya çıkarlar. Bu, gündelik bilincin dışında bir şeydir. Sıradan, parçalanmış küçük noktalara dikkat eden bir bilinç değildir. Hüznün ve ışığın kol kola gezdiği bir zamana doğru çekilirsiniz. Bu sizin özel yazma hücrenizdir. Tüm kurguladıklarınızla, görmelerinizle baş başa kalırsınız ve bu zorunludur da.”

 

Yazma güdüsünün asıl menşei ise adalet bilinciyle ve sanat yapma bilinci. “Biliyorum ki insanı insan eden iki güçlü şey var: Adalet duygusu ile sanat duygusu. ‘Bana niçin böyle davranıyorlar? Niçin her şey acımasız?’ sorusunun sorulduğu her yerde bu ikisi de kesinlikle vardır” diyor Füruzan ve aklıma onun çocuk ve kadın karakterlerinin başlarına gelenleri içten içe, bağırmadan ama belki tam da yazarın bilinci gereği estetik bir sorgulama olduğunu anımsıyorum. 

 

Türler Arası Geçişkenlik

 

Yazma Dersleri’ni okumamı tamamlarken belirlediğim odağın yanında hep gözüme ilişen bir başka meseleyi de ayrı bir çerçeve içine aldığımı fark ediyorum: Tür meselesi. Yazarlar türler arasındaki ayrıma ya da geçişkenliğe nasıl bakmışlar; önemsemişler mi, yok mu saymışlar? Bu konuda sanırım en sınır tanımaz cümleyi Cemal Süreya kuruyor: “Şiir, öykü, roman yazan kişi, şiir yazıyorum, öykü yazıyorum, roman yazıyorum diye oturmamalı masaya. İşte bir şey yazıyorum demeli. Yoksa formüllere, eski şiirlerin öykülerin tuzağına, kendi eski yapıtlarına düşer; asıl ‘yeri ve formülü’ bulamaz. Yazarı, şairi, dipten çok şey zaten bağlamaktadır. Onun için işe hiçbir şey bağlamıyor gibi girmeye hakkı vardır. Ayrıca öyle olmak zorundadır.”

 

Abdülhak Şinasi Hisar, “Romanın genelleştirebilecek bir kuralı ve tekniği yok, doğası buna uygun” değil diyor. Romana getirilen her kural onun özgürlüğüne vurulan bir “ket” ona göre. Ayrıca, “Bütün hukuku evvelinden kabul edilmesi lazım gelen bir ‘sanat’ vardır ki, ona hariçten hudut çizilemez, yol gösterilemez, o hiçbir gayenin emrine verilemez ve hiçbir gayeye hizmetten de menedilemez. Zaten hakiki sanat, daima, bir kıblenüma gibi kendi hakikati üstüne titreye titreye onu arar, bulur ve gösterir”. Romanı yaşayan bir organizma olarak görür: “Roman toprakta biten bir ağaç gibi, içeriden dışarıya bir fışkırma eseridir. Kendi hususi usaresiyle doğar, köklerini toprağa salarak ışığa doğru yükselir, yere titrek dantelli gölgelerini döker ve üstünde çiçekler açar. Onun usulü ve nizamı mühendisliklerinkiler gibi değil, tabiatınkiler gibidir. O, taş ve kireç gibi malzemelerle inşa edilemez. Dışarıdan ona hendesi kaideler kurmak ve aşamayacağı mesafeler tayin etmek mümkün değildir.” Aslında Hisar’ın romanın şairane olmaması gerektiğine dair bir başkaldırısı var, nitekim onun eserleri baştan aşağı şiir gibidir. 

 

Poetikasını şöyle savunuyor Hisar: “Yine birinci derecede mühim olan şey üslup meselesidir. İkide bir de: ‘Romanda edebiyat yapılmamalıdır! Roman şairane olmamalıdır! Üslup itinası romanı bozar!’ gibi şeyler işitiliyor ki, bunların hepsi de ayrı ayrı şaşırtıcıdır. Anlaşılıyor ki bir çokları üslubu hariçten bir esvap gibi vücut üstüne konan bir süs telakki etmektedirler. Ve güya böyle vücudu bir esvap gibi örtmekle kalmayan fakat hislere ve fikirlere intibak ederek onları vücudun derisi gibi kaplayan daha çıplak bir üslup arandığını da duyuyoruz. Halbuki bu tefrik iyi üsluplarda hemen hemen imkansızdır. Üslup hariçten takılan bir süs değil, süsler değil, vücudun kendi güzelliğidir.”

 

Leyla Erbil ise türlere itiraz ediyor, ‘tür’ün sınırları ve ideolojileri çağrıştırdığını düşünüyor ve ilk kitabı Hallaç ile tür baskısına karşı geliyor, belli kalıplarda yazmayı reddediyor. Necip Tosun, Erbil’in “Vapur” öyküsünü türleri silen bir metin olarak da okunmasını salık veriyor.

 

Tomris Uyar da tür dayatmasına itiraz ediyor, Çağdaş Amerikalı yazarların ‘tür’den çok yazının kendisine önem verdiklerini söylüyor. Uyar, Amerikalı yazarlardan bahisle şöyle anlatıyor derdini: “Hikayenin ya da romanın bir bölümü şiir olabiliyor, romanda oyun öğeleri kullanılabiliyor. Duyduklarını, algıladıklarını, o duyuş, algılayış anına bağlı kalarak özgü kalıplarla vermek istiyorlar. Yazdıkları, yaşam kadar değişken sıçrayıcı olsun istiyorlar. Biçimin koyduğu engellere karşı koyuyorlar bir bakıma. Oysa biliyorum ülkemizde bu tutum, ‘biçimcilik’le suçlanacaktır. Ne yazık ki edebiyat beğenisi en gelişmiş aydınlarımız bile önyargılarını irdelemek zorunluluğunu duymuyorlar. Konuyu anlatabilmenin tek yolu, tek ortamı diye görmüyorlar biçimi…” 


Yazma Dersleri’ni okuma biçimleri, okurun araştırmak istediği yazarlara, bulmak istediği cevaplara göre değişecektir. Belki bir sözlük ya da antoloji gibi de okunabilecektir. Yazma Dersleri’nin her bir sayfasının, ister tecrübeli ister yolun başında olsun tüm yazarların tıkanıp kaldıkları o karanlık anlardan ellerinde incilerle çıkmasına imkân vereceğine inanıyorum. Bu kıymetli çalışması için kendim ve okurları adına Necip Tosun’a teşekkür ediyorum.

 

__

¹Necip Tosun, Yazma Dersleri: Ahmet Mithat Efendi’den Tomris Uyar’a, İstanbul: Ketebe Yayınları, 2025.

²Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2011.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.