Hâlid Bin Velîd’in İşten Çıkarılışının Yeni Tarihli Resmidir

Refah, kelime olarak da refah demek. Ne hazin bir şaka; şimdi gözaltının, deportun, baltaların adı. Kapalı bir sınır kapısı değil yalnızca, bir çağın, bir ümmetin, bir insanlık tasavvurunun da mezar taşı. 

refah sınır kapısı

Refah Sınır Kapısı’na ulaşmaya çalışırken yere yatırılmış insanlar gördük. Sadece vicdanlarını taşımışlardı yanlarında. Ne silah ne slogan. Ellerinde bir pankart bile yoktu. Sadece gözlerinde bir sitem tutuyorlardı. Dünyanın dört bir yanından, uzak diyarlardan, çocuklarını bırakıp gelen kadınlar, erkekler, gençler, Gazze’ye bir adım yaklaşmak, bir damla insanlık ulaştırmak istediler. Ama önlerine dikilen sadece tel örgüler ya da beton duvarlar değildi, bir çağın çürümüş vicdanıydı.

 

Refah, kelime olarak da refah demek. Ne hazin bir şaka; şimdi gözaltının, deportun, baltaların adı. Kapalı bir sınır kapısı değil yalnızca, bir çağın, bir ümmetin, bir insanlık tasavvurunun da mezar taşı. 

 

Nizâr Kabbânî* yıllar önce bu fotoğrafı yazmıştı:

 

“Şam’ı fethettikten sonra işten çıkardılar Hâlid’i…
Avrupa sarışınları arasında kâğıttan bir horoz gibi geziniyor artık o.”

 

Hâlid bin Velîd’in işten çıkarılması bir mecaz değil artık, gerçek. Artık sadece komutanlar değil, dualar da emekli edildi. Riyad’ın sessizliği, Kahire’nin korkusu, Amman’ın sessiz onayı birleşti ve Refah Sınır Kapısı’na bir duvar örüldü. 

 

Gazze’ye bir gemi ulaştırmak için çırpınan Mavi Marmara Derneği Başkanı İsmail Songür gözü yaşlı bir şekilde anlatıyordu olanı biteni: “Bu gözlerim Gazze için harekete geçen gayrı-ı müslimleri ‘Allahu Ekber’ diyerek döven müslümanlar gördü. Öyle tuhaf bir çağda yaşıyoruz ki, insan gerçekten hayret ediyor.”

 

Bu, ümmetin işten çıkarıldığının, onurunun kapıya sıkıştırıldığının resmidir.

 

Tıpkı Kabbânî’nin dediği gibi:

 

“Zaferin sakıncalı bulunduğu bir zaman geldi yavrum…
Gülle karşılıyoruz İsrail’i; binlerce güvercinle, millî marşla.”

 

Bugün Gazze’de çocuklar ölürken, dua edilen yön ile yürünmek istenen yön birbirinden ayrıldı. Bir taraf Kâbe’ye diğer taraf Refah’a bakıyor. Ve Refah’a yürüyenler gözaltına alınıyor, Kâbe’ye bakanlar tweet atıyor. İşte çağ bu; bir korku çağı. Bu yüzden susuyorlar. Çünkü herkes biliyor: Washington’ın bakışı Kudüs’ün çığlığından daha çok korkutuyor onları.

 

2009’da da Gazze yine yanıyor, dünya yine susuyordu. Ama yine binlerce insan susmamıştı. İHH öncülüğünde, adını tarihe umutla yazdıran bir konvoy yola çıktı: Filistin’e Yol Açık Kara Konvoyu. Otobüsler, kamyonetler, yürekler dolusu dayanışmayla Mısır’a varmışlardı. Orada karşılarında Hüsnü Mübarek’in zalim rejimini buldular. İnsanlar dövüldü, başlarına taşlar atıldı. Gazzelilere ilaç götürmek isteyen insanların üzerine milisler salındı. 

 

Mübarek gitti, şimdi adı Sisi olan başka bir diktatör var. Edasına bakarsak devlet başkanı ama ruhu asırlardır Nil’in çamurunda öylece bekleyen eski bir tiran. Kendini, piramitlerdeki mezarlarından doğrulup gelen firavunlardan biri sanıyor. Yüreğinde taş, yüzünde kibir, merhametten ölümüne korkuyor. O da 16 yıl sonra tıpkı Mübarek gibi Gazze’ye dayanmak isteyen insanları durdurmak için elinden geleni yaptı. Sınır kapılarını kapattı, aktivistlerin üzerine polisini saldı, onları gözaltına aldı, deport etti, yetmedi üzerlerine “Baltacıları” sürdü. Evet, yanlış duymadınız. Rejim yanlısı, taş yürekli, paramiliter bir kalabalık. İnsanlık yürürken onların ellerinde demir sopalar vardı. Mısır’da yaşananlar yalnızca bir diktatör zorbalığı değil. Onlarca yıl önce yazılmış bir şiirin beden bulmuş hâlidir.

 

“Ayaklarından astılar tarihi…
Tuzağa düşürmeden önce çocuklarımızı düşürttüler…
Tarihin doğum yapmasını önleyen haplar verdiler bize.”

 

Bugün Filistin’de sadece bombalar düşmüyor. Aynı zamanda tarih doğuramıyor. Doğamamış bir çağın düşükleri gibi bekliyoruz ekran başında. Kabbânî’nin sözleri yankılanıyor Refah’ın betonunda, Ariş’in asfaltında, Gazze’nin külünde.

 

“Teslim ettiler buğdayı, zeytini, geceyi…
portakalın kokusunu görülmeyi yasakladılar düşlere şiir yazan bütün kuşları hapse tıktılar
Şiir yazan bütün kuşları hapse tıktılar.”

 

Peki neden yazıyoruz hâlâ? Çünkü belki de bu çağda silahlarımızı, kılıçlarımızı, ahlaklı öfkemizi elimizden alanlar, elimizde sadece kelimeleri bıraktılar. Ve biz kelimelerle de olsa bir yürüyüş başlatmak zorundayız. Bu yürüyüş, bir toprak parçası için değil, insan olmanın son hatırasını kurtarmak için.

 

Nizâr Kabbânî sormuştu:

 

“Sahneye konan bu oyun nedir?
kimdir kadife perdenin duvarlarını çeken?
Bilmiyoruz.”

 

Belki de şimdi biliyoruzdur. Bu oyunun yazarı korku, yönetmeni çıkar, dekoru kan, ışığı gözyaşı. Başrolünde ise suskunlar oynuyor. Ama fon müziği hâlâ aynı; Refah’a yürümek isteyen vicdanın ayak sesleri.

 

Ey Salâhaddin, işitiyor musun?
Ey Hâlid bin Velîd, görüyor musun?
Bir kadın yere sürüklendi Refah yolunda ve bu senin işten çıkarılışının 21’inci yüzyıldaki yeniden sahnelenmesiydi.

Bir çağ çalındı bizden. Arabî çağ, insanî çağ, direniş çağı… ama o çağın küllerinden bir yürüyüş başladı. Adım adım Refah’a, gönül gönüle Gazze’ye. 

 

Ve hiç şüphesiz: Firavunlar asla ebedi değildir. Ama halklar, yürüyen halklar, sonsuzdur.



* 1923’te Şam’da doğan Nizâr Kabbânî, hukuk eğitiminin ardından diplomat olarak çalıştı. 1967 savaşlarında İsrail’in Arap ordularını yenmesinin ardından öfkeyle yazdığı şiirleri “Bozgun Notları” ismiyle kitaplaştırdı. Böylece Kahire yönetiminin şimşeklerini üzerine çekti. İsrail’in Filistin’i işgalinin ardından yazdığı “el-Kuds” adlı şiir en ünlü şiirlerindendir. Arap coğrafyasında, “Arap milletinin şairi” olarak nitelendirilir.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.