Nihat Genç’e Bir Okur Vedası

Türkiye nevi şahsına münhasır bir edebiyatçısını kaybetti. Kahvedeki Ali dayının çıkarcılığını, Bosna savaşını, travestileri, Jack London’ın kurdunu ardı ardına Nihat Genç’ten öğrenebilirdiniz. Ankara’da elinde şemsiyeyle, ucunu yere vura vura hızlıca yanınızdan geçebilirdi. O kasvetin ve kötücüllüğün içinden, kaldıysa biraz, rahmet dileyip, yolumuza devam edebiliriz.

nihat genç

Ankara’nın kasvetine dayanmak zordur. Bununla savaşmak için okur, daha çok kitap okursunuz. Ankara’nın kasvetini anlayan ve anlatan birileri olduğunu bilmek biraz olsun rahatlatır insanı. Nihat Genç romanlarıyla böyle tanıştım. Mutat sahaf tavaflarının birinde Soğuk Sabun’u aldım, okumaya başladım. Okuru romana iyi bir şekilde hazırlayan Sumatra tarihi alıntısından sonra gelen ilk bölümün başındaki şu cümleyi hiç unutmadım: “Başını göğsüme yasla vatanım, son işim bu.” 12 Eylül sonrası kâbusunu ve bununla hesaplaşmayı bu kadar gerilimli anlatan az cümle vardır. 80 sonrası kaçak duruma düşmüş bir ülkücüyü, yurt dışına kaçırmaya çalışan bir arkadaşının cümlesi bu. Yolda giderken yakalanacaklar, kaçak olan sabaha doğru asılacaktır. “Sayın yolcular! Gömlekle mi asılır insanlar… Neden bahar ayında asılmaz insanlar… Bağrışmalar yeniden başladı. Askerler cemselere doluşuyor, evet, o şemsiyenin altında asıldı… O anı unutmayacağım. Okuduğum yazarları unutmayacağım, herkes rahat uyuyor mu, unutmayacağım, dün sabah Trabzon’da olacaktık, dün sabahı unutmayacağız, küçük limanda inecektik Faroz’da, kahvede çay içecektik, o çayı unutmayacağım.”

 

Tam bu sahneden, eski arkadaşlarından Burhan Kavuncu’nun ardından yazdığı kısa metindeki cümlelere gidiyoruz: “Nihat Genç öldü. Arkadaşımdı. 12 Eylül’de kaçakken Ankara’da evini bizlere açtı. 4-5 kişi kaldığımız evde bazen 10 kişi oluyorduk. Kapalı’da asılan arkadaşların darağacı çakma seslerini duyardık.” Nihat Genç’in edebiyatı işte bu kadar gerçekti. Kurguda o gerçekliği hissettirmesi, duygu akışını yansıtması, Türkçeyi oldukça serkeş kullanmasına rağmen olağanüstüydü. Soğuk Sabun’un, İletişim Yayınları’ndan çıkan baskısının (1995) arka kapağında yazdığı gibi, “Nihat Genç’in ‘sert’ roman serisinin dördüncüsü: ‘Türk bilinç akışı’. Velet ruhunun, numaradan olan her şeye meydan okuması.”

 

Serinin ilk kitabı Bu Çağın Soylusu, gerçekten de Türkiye hakkında uzun bir epigraf gibidir. Nihat Genç, memur olarak çalıştığı hastaneden sert ve açık sözlü portrelerle bizi “halkla” tanıştırır. Kasvetli, karanlık ve kötücül portrelerle… Bir hastane odasında oturmuş sürekli bir şeyler yazan, sürekli gelip konuşan hastane personelini dinleyen bir adam. Gelip anlatılanlar ne derece leş bir hayatın kenarında kıyısında yaşadığımızı bize haber verirdi; lojmanda büyümüş hayattan habersiz roman okuyan çocuklara. Yoksa nerden bilecektim lağmancının hayatını kazandığı işi nasıl sevdiğini, aşçının sürekli mutfaktan çaldığını, önceki hastanedeki başhemşirenin pazarladığı hemşirenin delirip bu hastanenin lojmanında kendini kaç kez balkondan attığını, etekçiler, kendini kesenler ve 657’ye bağlı, temiz giyimli, kravatını çok iri bağlayan adamlar. Bu kadar yalın ve gerçek, bu kadar önyargısız ve sert. Ne gördüyse o, ne sezdiyse o şekilde. 

 

Gördüğünden ve sezgisinden mürekkep bir adam. Bu yüzden hep kavgacı ve küfürbaz, hep birilerini bir yerlerden ayrıştıran bir üslupla var oldu. Bunu edebiyata değil gündelik siyasete aktardığınızdaysa Nihat Genç’in son 15 yılındaki haline dönüşüyorsunuz. LeMan dergisinde yazdığı fişek gibi yazılarıyla, Bu Çağın Soylusu, One Man Show, Dar Alanda Tufan ve Soğuk Sabun’la tanıdığımız yazarı, kendi eliyle gündelik hırgürün içinde kendi emeğini kenara iterken izlemek elbette kahrediciydi. Ama ülkesini ve insanları bu kadar iyi gözlemleyen ve tanıyan birine doğruyu yanlışı anlatmak kimin haddine? Kendisi de elbette farkındaydı bunun, uzun bir aradan sonra 2014’te yayımlanan öykü kitabı Tek Tabanca’nın girişinde açıkça yazmıştı: “Yüzlerce hikâye yazdım ama zamane tantanası, hengâmesi içinde edebiyatı ihmal ettim. Bilindik siyasi sebepler, iftiralar, karalamalarla çok meşgul tutuldum, özür dilerim. Bu kitap, hiçbir ideolojiden taraf olmadığı için mimlenmiş, otuz yıl görmezden gelinmiş bir yazarın, hürriyetine yeni kavuşmuş hikâyelerinden mürekkeptir.”

 

Arkasından yazılanlar, herkesin sadece olayları ve zamanı değil, insanları da kendine göre alımladığının acıklı bir ispatı: Kâfir olarak ölebilirsin diyenler, 50 yıllık arkadaşım ne sandınız, elbette Müslümandı ama Allah ile aldatanlardan olmadı diyenler, Davos sonrası yaptığı konuşmayla hayal kırıklığına uğrayanlar, yıllarca işportacılık yaparak geçindiğini öğrenince şaşıranlar. Ölümün ardından işletilen yargı makineleri çok acımasız. Türkiye nevi şahsına münhasır bir edebiyatçısını kaybetti. Kahvedeki Ali dayının çıkarcılığını, Bosna savaşını, travestileri, Jack London’ın kurdunu ardı ardına Nihat Genç’ten öğrenebilirdiniz. Ankara’da elinde şemsiyeyle, ucunu yere vura vura hızlıca yanınızdan geçebilirdi. O kasvetin ve kötücüllüğün içinden, kaldıysa biraz, rahmet dileyip, yolumuza devam edebiliriz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.