Siyaset-Hukuk-Mafya İlişkisi
Siyaset, toplumun güvenliğini ve adaletini sağlama faaliyetiyken, çıkar ve tahakküm aracı haline geldiğinde ahlaki meşruiyetini kaybeder. Hukukun adalet idesinden koparak siyasetin emrine girmesi, toplumu yozlaştırır ve meşruiyeti tartışmalı bir düzen yaratır. Gücün hukuku belirlediği yerde devlet, toplum sözleşmesinden değil, korsanlıktan beslenir. Bu zeminde mafya, siyasetin karanlık yüzü olarak ortaya çıkar; ahlakın çöktüğü yerde kanun, sadece güçlünün silahına dönüşür.

Siyaset
Siyaset, bir toplumun güvenliğini sağlama, haklı çıkarlarını/gelir dağılımı formatı ve toplumsal adaleti deruhte etme/fırsat eşitliği formatı oluşturma faaliyetidir. Bu tanımlama ile de ahlaki bir sorumluluktur. Bu hedefler yerine, zümrevi veya kişisel tahakküm/güç istenci, çıkar peşinde koşmak ve bu uğurda kurnazlık, ikiyüzlülük, kandırma, kumpas olarak da, ahlaksızlıktır. Devlet, toplumun gönüllü-iradi bir “Toplum Sözleşmesi (Hukuk)” üzerine kurulmuş ise meşrudur. Bir zümrenin veya ailenin güç kullanması üzerine kurulmuş ise meşruiyeti sorunludur; bir nevi korsanlıktır. Bu bağlamda “İmparatorlukları, korsanlar kurmuştur” mottosu genellikle doğrudur. Akdeniz’de yakalanıp Roma imparatorunun huzuruna çıkarılan korsanın krala söylediği, “Seni ‘imparator’, beni de ‘korsan’ yapan, aslında filikalarımızın sayısıdır” sözü de doğrudur. Korsanı “korsan” yapan da hukuksuzluk ve zor kullanmadır. Hegel’in “köle-efendi” diyalektiğini tanımlamak için dediği, “Çatışmada yaralanmayı ve ölümü göze alan, ‘efendi’; bunu göze alamayan ise, “köle” olur” sözü de aynı bağlamda doğrudur.
İnsanlığın başından beri temel meselesi, barış içinde birlikte yaşayabileceği toplumsal bir formasyon oluşturma çabası olmuştur. Tanrı da gönderdiği peygamberler aracılığıyla insanlığın bu çabasına destek olmaya çalışmıştır: “Ey müminler, hepiniz birlikte barışa/güvenliğe girin; şeytanın adımlarına uymayın, çünkü o, sizin apaçık bir düşmanınızdır.” (2/208). “Sulh/barış/uzlaşma daha hayırlıdır. İnsan doğası ise, kıskançlığa ve bencil tutkulara daha meyyaldir.” (2/128).
İslam tarihinde, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, “Dört Halife” dönemi, dini-ahlaki hamiyetten doğan, “Anayasal boşluklarına” rağmen erken bir “Toplum Sözleşmesi (Akit-Şura-Biat)” arama çabasıdır. Muaviye ile başlayan Emevî İmparatorluğu ise, -metaforik anlamıyla- bir korsanlık hadisesidir. Ondan sonraki bütün kabile-aile yönetimleri de aynıdır. Korsanlık (Kabile-Aile) ile kurulan imparatorluk, daha sonra yönetim tarzına/tutumuna göre bir toplum rızası, memnuniyet, gönüllü (hukuki değil) meşruiyet yaratabilir. Nitekim, Müslüman toplumların tarihinde genellikle -İslam sayesinde- böyle olmuştur. Türk İmparatorluklarında da devleti boylar, beyler, aileler kurmuştur: “…Oğulları”, “…Beyliği”, “….İmparatorluğu”
Siyasete “çoban-sürü ilişkisi” ilkesinin egemen olduğu “Doğu” toplumlarında siyaset, “çobanlık” olarak topluma karşı sorumluluğu (kurtlardan koruma/güvenlik) ifade ettiği gibi, çoban (siyasetçi) aynı zamanda sürüyü sağar, onu (yününü almak için) kırkar, kuzusunu alır ve ihtiyaç duyduğunda da bazılarını boğazlayabilir. Bu tutum, “Doğu despotizmi” olarak da isimlendirilir. Arapça anlamında siyaset, “Seyislik”, yani at bakıcılığı ve terbiyeciliği demektir. Bu tanımda da, halk/ahali kendini yönetmeye ehil-reşit ve sorumlu insan topluluğu olarak değil, at sürüsüne benzetilmiştir. “Deha” kavramı da Türkçede ve Batı dillerinde bilim, sanat, felsefe alanlarında “yaratıcı zekâ” anlamına gelirken Arapçada “siyasi kurnaz” anlamına gelir. “Duhatu’l-Arap” kavramı, dört büyük Emevi siyasetçisini niteler: Muaviye b. Ebu Sufyan, Amr b. Âs, Muğire b. Şube, Ziyad b. Ebihi.
Batı’da, Roma İmparatorluğu döneminde “Senato”, kralın bazı yetkilerini sınırlandırdığı gibi 1215’te İngiltere’de lordlar/derebeyleri, krala karşı ilan edilen “Magna Carta (Büyük Sözleşme)” ile birtakım haklarını garantiye almış ve kralın yetkilerini sınırlandırmıştır. 1789’da ise, burjuva sınıfının önderliğinde gerçekleştirilen Fransız Devrimi’yle krallık ve ortağı kilise yıkılmış ve cumhuriyet kurulmuştur. Bu süreç, zamanla devleti, daha doğrusu siyaseti, “anayasa” ile hukuki çerçeve içine almayı (sınırlamayı) doğurmuştur: Demokrasi, laiklik, kuvvetler ayrılığı, insan hakları, hukuk devleti… kavramlarının doğuş süreci, özetle böyledir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik döneminde “Kanunname”ler, 18. yüzyıldan sonra da Tanzimat ve Meşrutiyet ile birlikte oluşturulan Kanun-i Esasi ve Meclis-i Mebusan ile Batı etkisinin sonuçlarını hissetmeye başlamıştık. İmparatorluk yıkıldıktan sonra “devrim” ile (zorla) kurulan cumhuriyet, zamanla Batı’nın devlet ve siyaset kurumlarını taklit etmeye çalıştı: Laiklik, Anayasa, Parlamento, Demokrasi…
Toplum olarak biz dini “kitabına uydurma”, hukuku, “hile-i şeriyye”; siyaseti ise, “ilm-i siyaset” ve “Takiyye” ile içini boşaltma, iğdiş etme, çürütme genetiğine sahibiz. Batı’dan aldığımız cumhuriyet, demokrasi, laiklik, hukuk, anayasa… kavramlarına karşı tavrımız da da -üç aşağı, beş yukarı- böyle olmuştur. Siyaseti, başta birinci (ahlaki) anlamında değil genellikle ikinci (ahlaksızlık) anlamında icra ediyoruz. Türkçede “siyaset” deyince hemen herkesin aklına yalan-dolan/dümen, kandırma-kumpas ve ikiyüzlülüğün geliyor olması bunun ispatıdır.
Hukuk
Hukuk, “Bireyin meşru savunma hakkının kolektif organizasyonudur… Kişilik, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumak ve adaletin hepimize hükmetmesini sağlamaktır.” (Frederic Bastiat, Hukuk, çev: Y. Arsan-A. Yayla. Ank. 2017. S. 14-15). Müslüman toplumlarda, (yazılı hukuk yerine sözlü “fetva”lar ile idare edildikleri için) “yazılı yasaya (hukuk)” sadakat yerine onun etrafını dönme veya görmezlikten gelme (hile-i şeriyye) daha yaygındır. Hukuk, doğası gereği, çoğunluğun (meclis/parlamento) kararı/maşeri-i vicdanın onayı veya ehil-dürüst alimler/uzmanlar heyetinin ortaya koyacağı bir olgudur. “Anayasa”, bütün toplumu bağlayan baş/birincil hukuk metnidir. Bütün kurumlar ve kişiler, yetkilerini ve sorumluluklarını buradan alır. “Anayasal demokrasi” kavramı, “millet iradesi” mitini yani siyasal erki dahi “hukuk”a bağlayan bir kavramdır. Oysa “kanun”, -etimolojik bağlamda saf/nötr olsa da- genellikle politik bağlamda -“Hukuk”un deformasyonu olarak- siyasi erkin kendi gücünü tahkim eden veya taraftarlarının çıkarını temin eden bir çabayı ifade eder. “Kanun hükmünde kararname” veya “torba yasa” daha da böyledir. Kamuoyunda “hukuk devleti” ile “Kanun/polis devleti” arasında daima gözetilen ve görülen fark buradan kaynaklanır. Adalet idesine bağlı “hukuk”, toplumun kahir ekseriyetinde rıza/onay üretir. “Kanun” ise, genellikle zümrevi çıkar veya tahakküm üretir. “Adalet” terazisini tutan Adalet Tanrıçası’nın (Dike) gözleri bağlı (tarafsız) iken genellikle “kanun” çıkaran milletvekillerinin gözleri “yukarı”da, elleri ise hep havada olur. Bir belde, kurum veya toplumun en tepesindeki otorite; ikircikli, çelişkili ve tutarsız söz ve davranışları ile güvenilirliğini kaybederse artık aşağısını tutamaz. Ya totaliterleşme veya anarşi, kaos, kargaşa, çeteleşme, mafyalaşma ortaya çıkar: “Balık, baştan kokar.”
Güç istenci ve çıkar tutkusuna bağlı olarak, “bu yasaldır”, “şu yasaktır” diye “kanun” çıkarmak; Kur’an’da değinildiği gibi yalana alışmış bir dil ile keyfi olarak: “Şu, helaldir, bu, haramdır”(16/116) demeye benzer.
Batı toplumları (ABD, AB), kendi evlerinde, ülke sınırları içinde hukuka bağlı oldukları halde dış politikalarında kolayca hukuku ihlal edebilmektedirler. Kendi evlerinde yasaya/hukuka karşı koyun-kuzu; dışarda/dış politikada başkalarına karşı kurt-çakal olurlar. Bu da “gâvurluk” tan gelir. Batılıların bu tutumlarına: “küresel korsanlık” veya “küresel mafya” denebilir. Diğer toplumlar ise genellikle evlerinde/ülkelerinde hukuku ihlal edip (itlik), dış politikalarında -güçsüz oldukları için- uluslararası hukuk (?!) kurallarına boyun eğerler.
Mafyalaşma
Mafya, köken olarak İtalya’dan doğan, hukuka bağlı olmayan, “karada korsanlık”, ölümü göze alan çatışmadan (Hegel) doğan, genellikle “iktisadi” illegalitedir. Rahmetli Kaddafi, kavramın Arapçadan değişerek İtalyancaya geçtiğini söylemişti: “Ma-nafi’a=faydalı/fayda peşinde koşma.”
Siyasetin, ahlaka, hukukun adalet idesine bağlı olmadığı, rasyonel üretime dayalı olmayan ekonomilerde kolayca zuhur edebilen bir olgudur. Ülkemizde de “Karadeniz Mafyası”, “Kürt Mafyası” ve “Ülkücü Mafya” olarak ciddi düzeyde etkin olmuştur. “Çete” kavramı, mafyaya nispetle daha küçük çaplı ve daha az güçlü bu tür yapılara tekabül eder. Bunlardan da -çökertmekle bitmeyen- mebzul miktarda ülkemizde sürekli türemektedir. Siyasal ve bürokratik yapıların içine de sızabilen bu illegal yapılar ile mücadele etmek ciddi bir ahlaki ve hukuki kararlılık gerektirmektedir. Siyasetin ve hukukun, mafyanın etkisi altına girmesi, toplumun çürümesinin sonucu olarak devleti çökertir.
Sonuç
Siyasetin, “pratik ahlak” (Aristo) olarak icra edildiği, hukukun, -adalet idesine bağlı olarak- kişilik, özgürlük ve mülkiyet haklarımızı koruduğu ve mafyanın-çeteleşmenin oluşmadığı medeni bir toplum oluşturmak hepimizin ülküsü olmak durumundadır.

İLHAMİ GÜLER
