Andrei Rublev
Tarkovski, ressam ve keşiş Rublev’in şahsında insanlık tarihi boyunca inancına ve düşüncesine sadakatle bağlı her insanın, iç dünyasına uymayan somut dış gerçeklik karşısındaki endişe, tereddüt ve gerilimlerini; yine bu süreçte inancın değişimi, dönüşümü ve bazen de yitimi ile sonuçlanan cehennemî sorgu sürecini destansı bir şekilde bizlere vermeye çalışır.
1917 Büyük Ekim Devrimi ile Marksist Maddeciler Rusya’da iktidara gelirler. Topluma ve onun örgütlü yapısı olan devlete tam manasıyla hâkim olup değer üretme gücünü tekellerine aldıkları gibi istemedikleri düşünceleri yasaklama ve ortadan kaldırma gücüne de erişirler. Tarihi ve diyalektik bir felsefi gelenekten gelen devrim yönetimi, gerçeğin yegâne temsilcisi olma iddiasıyla hayatın her alanını materyalist temeller üzerinden yeniden dizayn etmeye koyulur. Özellikle yoğun bir enformasyon ve eğitimin yanı sıra modern devletin tekçi, dayatıcı ve toplumun her hücresine nüfuz edebilen yapısını kullanarak genç kuşakların maddeci bir dünya görüşü ile yetişmesine büyük önem verilir.
Sinema sanatına ilgi duyan gençlerin, devrim idealleri doğrultusunda yetiştirilmesi için misyon sahibi kılınmış önemli kurumlardan biri de ünlü Moskova Sinema Enstitüsü’dür. Tarkovski bu okuldan mezun olur. Ancak kendisini devrimin değerlerine ait hissetmediği gibi devrim öncesi Rus kültürünün bir taşıyıcısı ve müdavimi olarak görür. Sanatsal üretiminde dindar ve mistiktir. Yine dünya sinemasının en büyüklerinden biri olarak görülen ve bu okulun öğrencilerine öğrettiği ünlü Rus sinema kuramcısı ve uygulayıcısı Eisenstein’in kurgu ve montajını benimsemez. Bu tarzı, izleyicilerin beyazperdede gördükleri ile kendi deneyimlerini bağdaştırmaya fırsat vermediği için dışlayıcı ve fazlasıyla despotik bir tavır olarak betimler. Filmlerinin konuları ve kahramanları ya devrim öncesine aittir veya devrimin hiç öngörmediği ve benimsemediği bir gelecek tasavvuru üzerinedir.
Kaderin garip bir cilvesi olarak genç nesil yetiştirme projesi ile misyon sahibi kılınmış Enstitü’nün yetiştirdiği en ünlü ve dikkate değer şahsın da Andrei Tarkovski olmasına ne demeli? “Allah insanı iddiasından vurur” der büyük şair.
Sanata Belli Bir Misyon Yüklenebilir mi?
Tarkovski, çağdaş uygarlığın teknoloji vasıtasıyla insanlara sunduğu sinema sanatını, modern kitlesel eğlencelik dışında evreni, dünyayı ve insanı anlama ve kavrama noktasında bir araç olarak görür. Bu açıdan sanat, insanın anlam arayışının dışavurumudur. Sinema sanatının önemli bir icracısı olmakla birlikte bu sanat üzerine düşünen, sorgulayan ve söyleyecek sözü olan ender yönetmenlerdendir. Tarkovski’ye göre “Sanatçı dünya mükemmel olmadığı için vardır. Sanat kusurlu bir dünyadan doğar.” Bu açıdan sanatçı, kusurlu bulduğu ve yetinmediği somut gerçeklikten hareketle yeni bir gerçeklik inşa eder. İnşa edilen bu gerçeklik sayesinde bizler, somut gerçekliği aşar ve yepyeni imkânlara doğru yol alırız. Kusurlu bir dünyadan doğan sanatın o kusurlara eğilmesi ve onları düzeltmeye kalkışması, aklın gereği olduğu gibi şu ifadelerin de Tarkovski’ye ait olması tesadüf değildir: “Sanatçı, ideale ulaşma adına toplumun içinde yaşadığı istikrarı bozmaya çalışır. Toplum, istikrara ulaşmaya çabalar; sanatçı ise sonsuzluğa.”
Film ekibinin yaratıcı katkılarını yadsımamakla beraber bu katkıların yönetmenin kendine özgü süzgecinden geçmesi gerektiğine inanan; filme nihai şeklini, bütünlüğünü ve anlamsal ifadesini yönetmenin verdiğini savunan Auteur Kuramı’na gönülden bağlıdır. Bu açıdan sinemanın, ortak bir çabayla icra edilse bile nihayetinde bir yaratıcı sanatı olduğuna inanır.
Senaryolarını bizzat kaleme aldığı filmleri, çok katmanlı ve farklı okumalara açık olduğundan seyirciyi sanat ürününe aktif bir şekilde dahil eder. Takipçileri bu imkânı çok az sanatçıya nasip olacak şekilde sonuna kadar kullandıklarından kendilerini ayrıcalıklı ve seçkin bir grubun üyesi olarak görürler. Aldığı ciddi sinema eğitimi ve üzerinde sürekli kafa yorduğu sinema aşkı sayesinde idealist ve maneviyatçı olmasına karşın, filmleri bu türün örneklerine hiç benzemez. İlahi ve aşkın boyutu, baskın inanç ve düşüncelerini görsel maddi görüntüler aracılığıyla betimleyebilme dehasından hareketle filmlerinin metafizik boyutu göz ardı edilerek maddi etmenlerle ve bunun yetersiz kaldığı durumda psikanalitik yöntemlerle açıklanma yoluna bile gidilmiştir (Zizek).
“Şaheserler ahlaki idealleri dile getirme heves ve çabasından doğar” der Tarkovski. Bu açıdan sanatçının ahlaksal sorumluluğu yücedir. Filmlerindeki kahramanların kendilerini insanlığa adamaları ve insanlığın kurtuluşu için fedakârlıklarının temelinde (Kurban filminde kahramanın insanlığın kurtuluşu için evini yakması gibi) Mesih’in insanlar için kendisini feda etmesinin derin izdüşümleri vardır. Fondaki bu alegori kabul edilmek istenmeyince film kahramanlarının özverileri ve fedaları anlaşılamaz. Nitekim bazı eleştirmenlerce bu özverili davranışlar hakkıyla anlaşılamadığından “uydurma fedakârlık” olarak tanımlanmıştır.
Slav Hüznü ve Biz
Yahya Kemal “Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden” der bir mısrasında. Şairimiz zevk almasa bile Slav kederinin varlığını ve şöhretinin hakkını aslında bu dize ile teslim eder. Tarkovski’nin filmlerinde Dostoyevski’nin romanlarındaki gibi bizleri hemencecik adına Slav hüznü diyebileceğimiz yoğun bir hüzün atmosferi yakalar. Çağın estirdiği maddiyat, çıkar, inançsızlık ve güce tapan zorba ve ruhsuz yönetimlerin estirdiği fırtına karşısında, toplumun geleneksel karşı koyuş araçları olan yardımlaşma, merhamet ve takati aşan zorluklara karşı, dinin teskin edici ve direnç veren gücünün gittikçe kan kaybettiği ve bu anaforu durdurmaya yetmeyeceğini bilmenin verdiği keder…
Hemen tüm eserlerine hâkim olan bu hüzün atmosferi ve arka plandaki bu sebepler kavranmadan Tarkovsky’nin filmlerinin yeterince anlaşılamayacağı kanaatindeyim. Hüzün duygusu, toplum olarak yabancısı olmadığımız bir duygudur. Nitekim şairimiz “Hüzün ki en çok yakışandır bize – belki de en çok anladığımız” diyerek bu duygunun toplumumuzdaki baskın sevgisine işaret eder. Yeri gelmişken ortak duygudaşlıklarımıza; Avrupa’nın kıyısında, hatta içinde yer alırken Batı’da gelişen büyük dönüşüme ayak uyduramamanın, artık geri çevrilemez dönüşümleri ıskalamış olduğumuzun verdiği ortak hayıflanma halimizi de eklemleyebiliriz. Hatta hüzün duygusunun Slav sanatçılarında bizdekine oranla daha sahici durduğu bile ifade edilebilir. Çünkü nostalji duygusunun tetiklediği ve beslediği hüzün duygusunun bu topraklarda, mevcut halimizin ekonomik, politik ve sosyal yetersizliği karşısında hemencecik hamasete ve epik bir kahramanlık ruhuna evrilmesi an meselesidir.
Ortaçağ’da Bir Aziz
Tarkovski filminde ikona ve fresk sanatçısı Rus ressam ve keşiş Andrei Rublev’in hayatının belli bir kesitini (1400-1424) resim sanatına öykünerek tablolar halinde bizlere sunmaya çalışır. Film önsöz ve sonsöz dahil olmak üzere 10 bölümden oluşur. Yönetmen bu filmde daha önce pek denenmeyen, şiirsel kurgu olarak addedilebilecek bir kurgu ile karşımıza çıkar. Filmin bölümleri arasında bir sebep-sonuç ve devam ilişkisi bulunmamakta, her bölüm kendine özgü bir konu ve ana fikir taşımaktadır. Film bitiminde bizler, bölümler arasındaki ince bağlantılardan hareketle filmi bilincimizde kurgulayıp bütünsel bir anlama ulaşırız.
Fonda neredeyse ana temanın önüne geçecek şekilde özelde Rusya’nın giderek tüm Avrupa ortaçağının sosyal, siyasal ve kültürel açıdan doyurucu eksiksiz ve görkemli bir resmini sunar. Bunda Tarkovski’ye özgü tek planlı, uzun, statik, yavaş ve panoramik çekimlerin kadrajdan taşarak duyumsattığı gerçeklik algısının katkısı eşsizdir. Merkezi bir gücün olmadığı bu çağ, Tatar istilası ve yerel güçlerin hâkimiyet mücadelesi altında şehirlerin yakılıp yağmalandığı, insanların tecavüze uğradığı adaletsiz ve acımasız bir dünyadır. Her yerde anarşi, sefalet, korku ve ölüm kol gezmektedir.
Dışardaki bu vahşetin aksine Rublev bir keşiş olarak manastırda sanatın ve inancın korunaklı ve yüce dünyasında, dış dünyadan izole bir yaşam sürer. Sonunda dışarı çıkarak sanatın ve inancın bariyerli korunaklarını paramparça eden acımasız gerçekle yüz yüze gelir. Bir ferdi olarak yaşadığı halkın kaderini paylaşması ve yine manastırın koruyucu kollarında beslenen sanatının ve inancının dışarıda yaşanan gerçeğin acımasız cehenneminde sorgulanması ve sınanması kaçınılmazdır artık. Böylece Tarkovski, ressam ve keşiş Rublev’in şahsında insanlık tarihi boyunca inancına ve düşüncesine sadakatle bağlı her insanın, iç dünyasına uymayan somut dış gerçeklik karşısındaki endişe, tereddüt ve gerilimlerini; yine bu süreçte inancın değişimi, dönüşümü ve bazen de yitimi ile sonuçlanan cehennemî sorgu sürecini destansı bir şekilde bizlere vermeye çalışır.
Sanatçının Öncü Rolü
Filmin giriş sahnesi Tarkovski ile özdeşleşen yetkin ve farklı okumalara açık yönetimini bize hemencecik sunar.
Bir kalabalıktan kaçtığı anlaşılan bir usta, önce çan kulesine ardından kilisenin yüksek dış cephesini onarmak için kazıklara tutturulan ve şiddetli rüzgârda dalgalanan balonun üstüne çıkar. Aşağıdaki arkadaşları yaklaşan kalabalığın müdahalesine fırsat vermeden balonun iplerini çözerler. Usta üstünde olduğu halde balon havalanır. Şahıs “Uçuyorum, uçuyorum” diye bağırır. Balonla beraber hem sanatçı hem biz seyirciler yükselir, evvela kilisenin etrafında bir tur atarız. Ardından toplanan kalabalığın sonrasında da nehrin üzerinden uçarız. Şahıs “Beni takip edin, beni takip edin” diye bağırır. Balon iyice yükselir kamera balondan aşağıya bakar; insanlar, nehir ve şehir küçülür ve sonra balon yere doğru hızla alçalır ve üstündeki usta ile beraber yere çakılır. Bu sahnedeki şahısları film boyunca bir daha görmeyiz. Sahnenin filmle bir ilgisi olmadığı bile iddia edilebilir. Ancak Tarkovski burada nihai amacının anlaşılması adına filmin adeta mükemmel bir özetini harika bir planla filmin girişinde verir. Sanatçılar kimselerin denemediği yolları deneyip her türlü riski göze alarak yeryüzüne yüksekten bakarlar. İnsan, toplum, şehir ve doğa arasında kimselerin görmediği bağlantıları fark edip bizlere bambaşka açılar sunarlar. Bütün bu üstünlüklerine rağmen kendileri toplumca takdir edilmediği gibi eninde sonunda gerçeğin kaskatı ve soğuk yüzüyle karşılaşıp yere çakılırlar.
Rublev ve arkadaşlarının manastır süslemesi için çalışırken bulundukları şehir, Tatarlar ve yönetime geçmek isteyen iç isyancılarca çepeçevre kuşatılarak istilaya uğrar. Şehir yakılıp yıkılır, insanlar kılıçtan geçirilir. Masum çocuk ve kadınlar kutsal manastıra sığınıp büyük kapıyı kapatarak yüksek sesle dua ederler. İşgalciler manastırın kapısını kırıp içeri girerler. Manastı yağmalayıp kadınlara tecavüz ederler. Bu esnada Rublev tecavüze uğramak üzere olan bir kadını kurtarmaya çalışırken bir Rus askerini öldürür. Bırakın insan öldürmeyi kendisine yapılana misliyle bile karşılık vermeyen, sevgiyi ve kendini feda etmeyi yüceleştiren bir dinin üst düzey temsilcisi olan Rublev’in inancı, savaş ve kargaşa ortamında sınanmış ve “öldürmeyeceksin” ilahi emri çiğnenmiştir. Düşüncesine ve inancına sadakatle bağlı olan Rublev, işlediği bu günahı normalleştirmeden insanlarla konuşmayı keser ve resim yapmayı da bırakarak kefaretini ödemeye koyulur.
Evet, hiç kimse sınanmadığı günahın masumu değildir. Bizler karşılaşmadığımız ve belki de koşulları oluşmadığı için henüz işlemediğimiz günahlardan kendimizi azade görebilir miyiz? Hele ki hicap duymadan, sınanmadığımız için masumu olamadığımız günahlarla insanları korkutup yargılamamız mümkün mü?
Hangi inanç değerlidir?
Sınanmayan, korunaklı kalelerde serpilip büyüyen, kurgusal gerçeklikle çepeçevre sarılmış ve bundan dolayı da hataya bulaşmamış inanç mı?
Yoksa sarp yokuşlu yollardan geçip hayatın engelleri ve kirlilikleri ile mücadele ederken bataklığın ortasına dalmaktan ve hata yapmaktan çekinmeyen, yaptığı hatanın bedelini ve kefaretini ödeyerek arınan ve kendisini tekrar var eden inanç mı?
Belki de ilkine talip olduğumuzdan, yaşamlarımızı dönüştürme iddiasından kopuk, köhne, münzevi ve arkaik inançlarla çepeçevre kuşatılmış vaziyette, sıradan ve bayağı kitlesel düşünce ve kabullerin cirit attığı bir dünyaya tahammül etmekteyiz.