Bir Gün Gitsen Bile…
Bir devrin sembolü olan Ferdi Tayfur aramızda değil artık. Geriye dönüp baktığımda, iki ayrı Ferdi Tayfur görüyorum. Birisi, hayatıma doğrudan etki eden, şarkılarıyla kişisel tarihimin notlarını tutan Ferdi Tayfur. Diğeriyse Türkiye’nin değişim ve dönüşümlerinin nişanesi olan, toplumun büyük bir kesimine ses veren Ferdi Tayfur. İkisine de ayrı ayrı rahmetle…

Müslüm Gürses’i kaybettiğimizde, taze bir editördüm henüz. Ali Ayçil’in yönettiği Gerçek Hayat dergisini kısıtlı imkânlarla ayakta tutmaya çalışıyor, kimseye telif ödenemediği için içeriklerin çoğunu dört-beş kişi hazırlıyorduk. Benim bir de köşem vardı dergide. Gürses’in vefatından sonra, henüz ehlileşmemiş ve gereksiz romantizmden kurtulmayı becerememiş kalemimle “Bir Ölüm Bir Milyon Cenaze” başlıklı bir yazı yazmış, içerisinde şu ifadeleri kullanmıştım:
“Derken Müslüm Gürses öldü. Bir daha. İnternet aleminin vıcık vıcık yalanlarının ardından bir kez daha, sahiden öldü. Televizyonlar ellerinde hazır tuttukları klipleri oynatmak için üçten geriye doğru saydı. Kimileri onun ölümüne nasıl da derinden üzüldüklerini 140 karakteri aşmadan tarif etmek için birbirini çiğnedi. Kan gövdeyi götürdü, feveranlar gökyüzünü sardı. Birçoğu acısını en iyi yansıtacak şarkıyı bulmak için YouTube kuyruklarına daldı. Zamanları dar, rakipleri fazlaydı; tuttukları ellerinde kaldı. Oysa gömülecek çok fazla Müslüm Gürses vardı. Hızlı şehirleşmeyle birlikte varoşlarda sıkışanların sözcüsü olarak sosyologların ilgisini çeken Müslüm Gürses öldü önce. Ardından senelerce küçümsemiş ve aşağılamış olmalarına bakmadan elitler tarafından kendi standartlarına uydurulmuş, kabul edilebilir hale getirilmiş Müslüm Gürses öldü. Aşkından yanıp kavrulan serserilerin Müslüm Gürses’i ile son ütücü ve overlokçu kızların Müslüm Gürses’i öldü. Senede on defa kendisinin çakma albümünü yayınlayan korsancıların Müslüm Gürses’i öldü. Ferdici, Orhancı ve İbocuların Müslüm Gürses’i de öldü. Ve elbette benim, çocukluğumun Müslüm Gürses’i, Müslüm Baba, o da öldü.”
“Hissiyat” Nesnesi
Ferdi Tayfur’un ölüm haberini aldığımda, buna benzer düşünce ve duygulara kapıldım yine. Zira benim de dâhil olduğum birkaç kuşak için her şeyden önce bir “hissiyat” nesnesiydi Ferdi Tayfur. Bu yüzden, nasıl biriydi, nasıl bir hayat yaşadı, şarkılarında ne anlattı, filmleri neden milyonlar tarafından izlendi gibi sorular değil, onun zihnimde yarattığı çağrışımlar daha önemli, hatta daha değerli nazarımda. Hayatın akışında ister istemez bir şekilde çocukluğuma döndüğümde, ilk gençlik hatıralarımı düşündüğümde, onlara eşlik eden kültürel ögelerin bambaşka bir işleve sahip olduğunu görüyorum. Dolayısıyla Ferdi Tayfur, Ferdi Tayfur olmaktan çıkıyor ve otobiyografimin satır başlarını imleyen işaretçilerden birine dönüşüyor. Orhan Gencebay gibi, İbrahim Tatlıses gibi; Samime Sanay, Barış Manço, Cüneyt Arkın, Turgut Özal, Mazhar Fuat Özkan, Şener Şen, Hami Mandıralı, Ahmet Kaya ve daha niceleri gibi. Platonik aşklarımı, çocukluk arkadaşlarımı, babamla yaptığımız araba yolculuklarını, her yıl fındık ayında ziyaret ettiğimiz köyümüzü, 80’ler ve 90’lar İstanbul’unu, radyodan dinlediğim Trabzonspor maçlarını, Almanya’dan gelen çikolataları düşünüyorum Ferdi Tayfur dinlerken.
Peki neden Ajda Pekkan yahut Kartal Tibet değil de Ferdi Tayfur? Onu farklı kılan, geçmişin hazinedarlarından biri kılan şey neydi? Bu soruya cevap ararken, nostaljiye ara verip sosyolojiye geçmek gerekiyor. Bireysel hatıralar değil, toplumsal gerçekler mevzubahis çünkü.
Nurdan Gürbilek, “Ben de İsterem” başlıklı dönüp dönüp okuduğum etkileyici makalesinde Türkiye’nin 70’lerin başından 80’lerin sonuna uzanan toplumsal dönüşüm süreçlerini Orhan Gencebay ve İbrahim Tatlıses üzerinden değerlendirirken özetle ve mealen şunları söyler Gencebay hakkında: Bir yandan sokağın isyanını, tatmin olmayı bekleyen şiddetli arzuları, yaşamın hengâmesi içinde savrulanların dertlerini üst perdeden dile getirirken, öte yandan neredeyse dinsel bir disiplinle sabra davet eder, bir tür çileciliği dillendirir, arzu nesnesini en azından bu dünyada ulaşılmaz kılar. Bir diğer ifadeyle, duyguları yok saymaz ama onları bastırır. Ama bir tarafta da bunun antitezi vardır ve Gürbilek’e göre bu, porno film patlamasıyla gösterir kendini. Gencebay’ın neredeyse soyutlaştırdığı, manevi bir iklime taşıdığı bastırılmış arzular bu filmlerle olabilecek en arsız, en karikatür, en umursamaz biçimde karşımıza çıkarlar.
Gürbilek kendisini anmıyor ama Ferdi Tayfur’un tam da bu dönemde bir yıldıza dönüşmesi tesadüf değil sanıyorum. Çünkü o da Gencebay’ın temsil ettiği tavrın (daha sonra İbrahim Tatlıses tarafından tabiri caizse kurumsallaştırılacak) bir antiteziydi. Fatih Terim’in UEFA finalinden önce oyuncularına söylediği gibi, “bam bam bam” vuruyordu Tayfur. Daha önce benzeri görülmemiş biçimde bağırarak, hıçkırarak, ağlamaklı bir tonda okuyordu şarkılarını, Gencebay’ın “sakin olalım arkadaşlar” tavrından eser yoktu onda. Aynı durum albümlerindeki müzikalite için de geçerliydi. Gencebay müziğinde -her ne kadar klasik Türk müziği formlarını bozduğu iddiasıyla eleştirilse de- ciddi bir orkestrasyon, çok seslilik, virtüözlük, Batı esintileri öne çıkarken, Ferdi Tayfur şarkıları gazino-meyhane ortamlarının primitif coşkunluğuyla hayat buluyordu.
Bu temsiliyet, toplumsal bir ihtiyaca cevap vermek için bilinçli olarak üretilmiş değildi elbette. Zira Ferdi Tayfur da o ihtiyacın, arayışın, isyanın öznelerinden biriydi. Yaşamının ilk dönemleri Samsun-Ankara-İstanbul üçgeninde geçen, küçük yaşta önemli hocalardan müzik ve enstrüman dersleri alan, haliyle bir “şehirli” olan Gencebay’a karşın, Ferdi Tayfur Adana’nın bir mahallesinde yokluk içinde büyümüş, beş-altı yaşlarındayken babasını kaybetmiş, tarlalarda çalışmıştı. Paraya çok ihtiyacı vardı ve bunun için çırpınıyordu. “Elleri koynunda dertli analar / Durdurun dünyayı başım dönüyor” diye bağırıp çağırması kaçınılmazdı kısacası.
Öte yandan, şarkılarında ve konserlerinde haykıran, ağlayan Ferdi Tayfur, gündelik yaşamında neşeli, mütebessim, sakin bir portre çiziyordu. Albüm kapaklarının çoğunda, sanki birazdan kederimize keder katmayacakmış gibi gülümsüyor, adeta neşe saçıyordu. Katıldığı televizyon programlarında da ne Müslüm Gürses gibi üzgün ve durağan ne İbrahim Tatlıses gibi hiddetli ve oyunbazdı; daha sakin, dengeli ve insancıldı. İsmini bir sinema emekçisinden aldığı için belki, entelektüel ilgisi de içinden çıktığı sosyolojiye kıyasla yüksekti. Edebiyata merak salmış, öykü ve romanlar yazmıştı ki bu eserlerin çok nitelikli olmasalar bile “çocukça acemilikler” olduğu söylenemez. Sözlerini kendisinin yazdığı “Durdurun Dünyayı” şarkısı da dünyaca ünlü bir müzikalin (Leslie Bricusse ve Anthony Newley’in yazdığı Stop the World – I Want to Get Off) Orhan Duru tarafından uyarlanan ve başrollerdeki Genco Erkal ile Nevra Serezli’nin büyük sükse yaptığı yerli versiyonundan almıştı ismini. Tesadüfe bakın ki bu oyun, taşradan büyük şehre gelen bir gencin yükselişini anlatıyordu. Durdurun Dünyayı da Ferdi Tayfur’un yükseliş döneminin hit şarkılarından biri oldu.
“Acısız” Arabesk
Arabesk tartışmaları da zirveye ulaşmıştı bu dönemde. İçlerinde Ferdi Tayfur’un da bulunduğu şarkıcılar aydın kesimden birçok isim tarafından aşağılanıyor, TRT tarafından yok sayılıyor, “daha acısız” olmaları hususunda devlet baskısı görüyorlardı. Fakat halkın teveccühü öyle boyutlardaydı ki bu küçümseme ve yok sayma pek de karşılık bulmuyordu. Dönemin popüler dergisi Hey, Ferdi Tayfur albümlerine en düşük puanı veriyordu örneğin, buna karşın mevzubahis albümler daha çıktıkları haftada yüz binlerce satıyor, konserlerde yer yerinden oynuyordu. Haliyle “geri vites” yapmıyordu Ferdi Tayfur. Ne var ki zamanın, hayatın ve toplumun değişimiyle birlikte arabeskçiler de çağa ayak uydurmaya başlıyor, kendilerini yeniden konumlandırıyorlardı.
90’larda, diğer birçok arabesk şarkıcısında olduğu gibi Ferdi Tayfur’da da görülmeye başlandı bu değişim çabalarının izleri. Orhan Tekelioğlu, Mag Dergi’nin Mayıs 2000 sayısında yer alan “Ferdi Sadece Sigarayı mı Bıraktı” başlıklı yazısında çok güzel tahlil eder bu durumu; Ferdi Tayfur’un yıllardır taşıdığı gerilimi tersyüz ettiğini, arabeskin nihai hedefi olan “şehirlileşmenin” başarıldığını, ancak bundan çok da memnun olunmadığını yazar. Ferdi Tayfur’un o dönemki hitlerinden “Fadime’nin Düğünü” ile “Sigarayı Bıraktım” bunun nişanesidir Tekelioğlu’na göre.
Tayfur değişti değişmesine ama bu da yeterli olmadı açıkçası, arabesk çoktan şehre taşınmış, katılmak istediği düzenin içinde erimeye başlamıştı. 90’lar arabesk jenerasyonu da hemen bu yeni düzene kırdı direksiyonu. Mahsun Kırmızıgül bıyıklarını kesip yönetmenliğe el attı, Özcan Deniz “damardan” okumayı bırakıp jönlüğe koştu. Güllü gibi isimler bir süreliğine o görkemli tavrı sürdürse de uzun soluklu olamadılar. Bugün klasik anlamıyla arabesk yapan pek isim yok ama o müzikal ruh birçok yere sirayet etti. Onlarca pop, rap, rock şarkıcısı bilerek veya bilmeyerek o ruhu üstlerinde taşıyor, seslerinde yaşatıyor şimdi.
Ferdi Tayfur aramızda değil artık. Zaten aramızda değildi uzun zamandır. Bir devrin sembolüydü ve o devir kapanınca sahneden çekilmişti. Ama aynı zamanda hâlâ aramızda ve en azından bir süre daha aramızda olacak. Çünkü, yukarıda da ifade ettiğim gibi, benim gibilerin “hissiyat” nesnelerinden biri Ferdi Tayfur. Ve o harikulade şarkısında bizzat söylediği gibi; bir gün gitse bile, hatırası yeter…

TURGAY BAKIRTAŞ
