Lirizm, Şiirle Müziğin Estetik Bileşimidir

Bizim medeniyetimizin söylemi, şiirdir. İnsanımız, İslam öncesinden başlayarak bütün insanlık durumlarını (hüzün, sevinç, acı vb.) şiirle dile getirmiştir. Kurmaca (fiction) düzyazının Osmanlı’da alımlanışı XIX. yüzyıldır. Dolayısıyla, Osmanlı-Cumhuriyet şiiri bu uzun tarihsel süreçte, birtakım önemli dönüşümlerle yetkinleşmiş bir şiirdir.

hilmi yavuz röportaj

Mülakat: Naman Bakaç

 

Türkiye edebiyat, özelde ise şiir alanında hem yazan ve üreten hem de tarihsel, siyasal ve toplumsal bir perspektifle edebi konuları mukayese eden insan sayısının nadir olduğu ülkelerden biri maalesef. Çünkü edebiyat, poetika ve politika üçgeninde söz söylemek hem netameli hem de bir hayli müktesebat isteyen bir olgu. Türkiye’de edebiyatçıların bu olgu ile olan ilişki ise, ya kaçınılmazlık (pür politiklik) üzerine ya da kaçınmak (apolitiklik anlamında) üzerine bina edilmiş. Ancak edebiyatta, özelde ise şiirde hem poetik hem de politikliği bir arada kullanabilen, aynı zamanda lirizmin sularına da çokça kulaç atmış bir şair olan Hilmi Yavuz, edebiyatın estetik ve toplumsal damarını anlamak açısından yukarıda dile getirdiğimiz özellikleri açısından nadir isimlerden biri olsa gerek.

 

Kendi ifadesiyle “Hayatımda iki işim oldu, öğretmenlik ve gazetecilik” demesine rağmen Hilmi Yavuz aynı zamanda şair, akademisyen, eleştirmen, yazar, felsefeci kimliklerini de barındıran çok boyutlu bir sima. Kabataş Erkek Lisesi’nde ustam, hocam, büyüğüm dediği Edebiyat Öğretmeni Behçet Necatigil’in çıkardığı Dönüm dergisinde Sabahların Türküsü şiiriyle 1952’de edebiyat dünyasına adım atmış olan Yavuz, o gün bugündür başta şiir olmak üzere, deneme, eleştiri, kitap kritikleri, felsefe ve inceleme yazıları kaleme almış velut bir yazar.

 

15 bine yakın kitabıyla bir kitap kurdu, Batı müziği dinlediği kadar hassaten Türk musikisi ile hemhal olan bir yazar. 86 yaşında, aslen Siirtli bir felsefeci, BBC’de çalışmış bir gazeteci, Yahya Kemal ve Behçet Necatigil’i başından beri yol göstereni olarak bellemiş bir şair. İlk zamanlarda İkinci Yeni tarzında şiirler kaleme almış, ardından modernlik ile geleneği harmanlayan şiirleri, tasavvufi motifleri çokça mısralarında görülen şiir poetikasıyla kendine özgü bir tarzı yakalamış Hilmi Yavuz ile şu başlıkları detaylı olmasa da öz ve vurucu tespitleriyle konuşmaya çalıştık: Şiirde lirizm ve hüzün, 1950’li yıllar ile günümüz edebiyat ortamı, Türk şiiri ile Batı şiiri arasındaki benzer ve ayrıksı yönler, Türk şiirinin serüveni, Batılılaşma ve Modernleşme sürecimiz, Biz-Roman-Batı ilişkisi, postmodern şiir, kendi şiir poetikası ve politikliği, beslendiği kaynaklar ve şairler ile felsefe-şiir ilişkisine bakışı.

 

Melal, Kelal, Melankoli ya da genel olarak lirizm şiirinizde sanki baskın gibi. Mesela “hüzün ki en çok yakışandır bize, belki de en çok anladığımız”, “ve bildim ki hüzün insan içindir”, “kaba günlerdi, hantal geceler; el konulmuş acılara, hüzünlerde bile yokuz” mısralarında görüldüğü gibi. Lirizm neden şiirinizde bu denli yoğun? Şiirinizin bir hususiyeti denilebilir mi?

 

Lirizm, şiirle müziğin estetik bileşimidir. Yahya Kemal, ‘şiirin güfte değil, beste’; Ahmet Hâşim ise, şiirin ‘sözle müzik arasında, sözden ziyade musikiye yakın mutavassıt bir lisan’ olduğunu söylerken, lirik şiiri tanımlamış olurlar.

 

YAHYA KEMAL, BAŞLANGIÇTAN İTİBAREN YOL GÖSTERİCİM OLDU

 

Şiire başladığınız ilk dönem olan 1950, 1960’lı yılları bize biraz tasvir eder misiniz? Kimler vardı şair olarak o dönemde, siz hangi şair ve edebiyatçılardan beslendiniz? Mesela İkinci Yeni şairleri ile olan münasebetiniz ne seviyede idi?

 

1950’lerin ilk yarısından itibaren şiir yazmaya başlayan arkadaşlarım gibi, ben de İkinci Yeni’den yola çıktığımı söyleyebilirim. Hâkim şiir anlayışı, bu dönemde İkinci Yeni idi çünkü… a dergisini Erdal Öz, Onat Kutlar, Kemal Özer ve öteki arkadaşlarla yayınlamaya başladığımızda, en yakınımızda Edip Cansever’i ve Ankara’dan İstanbul’a gelen Cemal Süreya’yı bulduk. Cemal’in ünlü ‘Folklor Şiire Düşman’ yazısı, a dergisinde yayınlandı. İlk sayımızda, İlhan Berk’le yapılmış bir söyleşi var.

 

Yahya Kemal, benim için başlangıçtan itibaren, yol göstericim oldu. Yahya Kemal büyük bir öğretmen, büyük bir ustadır. Onun şiirinde ve düzyazılarında, şiir sanatına ilişkin büyük ve kışkırtıcı keşiflerde bulunabilirsiniz. Behçet Necatigil’e gelince, o benim hem lisede edebiyat öğretmenim hem de Yahya Kemal’le birlikte benim yol göstericim olmuştur. Hoca’dan çok şey öğrendim.

 

BUGÜN, ŞİİR GERİYE İTİLMİŞ, DÜZYAZI KURMACA ÖNE ÇIKMIŞTIR

 

Günümüz edebiyat ortamını nasıl görüyorsunuz? Siz hem yeni kuşak şair ve edebiyatçıları hem de eski çınarlarımızı bildiğinizden dolayı sanırım bu soruya en iyi cevap verecek olan isimlerdensiniz. Kısa da olsa geçmişle mukayese etmenizi ve bugün için bize nasıl bir tablo çizeceğinizi doğrusu merak ediyoruz?

 

1950’ler, edebiyatın şiir olarak alımlandığı bir dönemdir. Düzyazıcılar (nâsirler), Kemal Tahir’ler, Sait Faik’ler, Orhan Kemal’ler, Yaşar Kemal’ler, Oktay Akbal’lar vardılar elbet. Ama ‘edebiyat’ şiir, dolayısıyla da ‘edebiyatçı’ şair demekti. Bugünle karşılaştırıldığında durum daha açık bir biçimde anlaşılacaktır. Özetle şu: 1950’lerde şiir öne çıkıyor, düzyazı kurmaca (roman, hikâye) geride kalıyordu; bugün, tam tersine, şiir geriye itilmiş, düzyazı kurmaca öne çıkmıştır. Bu durumun bir sosyolojisinin yapılmasına ihtiyaç olduğunu düşünüyorum: Neden böyle oldu?

 

Türk şiiri ve Batı şiirini mukayese ettiğinizde biz nerede duruyoruz onlar nerede duruyorlar diye sorsak, neleri öne çıkarırsınız acaba?

 

Bildiğim yabancı dillerde okuduğum Batı şiiri, mesela XIX. yüzyılın büyük Sembolist şairlerini (Baudelaire, Mallarmé, Verlaine, Rimbaud) ve yine mesela XX. yüzyıl Angloamerikan şiirinde (Pound, Eliot) veya Alman şiirinde (Rilke, Celan) görülen üstün düzeyi, bana göre, aşabilmiş değildir. Yanılmış olma olasılığını göz ardı etmiyorum elbette!

 

BİZİM MEDENİYETİMİZİN SÖYLEMİ, ŞİİRDİR

 

Türk şiirinin modernleşme süreci hangi ana ve ara duraklardan geçerek bugünlere geldi sizce? Türk şiirinin serencamını çizin desek, karakteristik yönler ve belli başlı şahsiyetler olarak kimleri öne çıkarırsınız? Poetik, politik ve estetik açılardan bir temaşa etseniz bize Türk şiirini?

 

Osmanlı şiir geleneği, yeniden üretilerek yararlanılabilmeyi bekleyen büyük bir kaynaktır. Modernleşme, XIX. yüzyılda bizi Batı şiiri ile tanıştırdı. Dolayısıyla, geçmişe göre bugünkü şiirimiz hem ‘modern-olan’ı, hem de ‘geleneksel-olan’ı birlikte temellük etmek (kendisinin kılmak) durumuyla karşı karşıyadır.

 

Bizim medeniyetimizin söylemi, şiirdir. İnsanımız, İslam öncesinden başlayarak bütün insanlık durumlarını (hüzün, sevinç, acı vb.) şiirle dile getirmiştir. Kurmaca (fiction) düzyazının Osmanlı’da alımlanışı XIX. yüzyıldır. Dolayısıyla, Osmanlı-Cumhuriyet şiiri bu uzun tarihsel süreçte, birtakım önemli dönüşümlerle yetkinleşmiş bir şiirdir.

 

Günümüz romanını konuşalım isterim. Günümüz romanını biçim ve içerik olarak nasıl görüyorsunuz? Biçim ve tema açısından başarılı mı sizce? Yoksa kimilerinin dediği gibi Roman Batı tarzı olduğu için bizim beceremediğimiz bir yazın türü müdür?

 

Roman, daha önce de belirttiğim gibi Avrupa’ya ait bir edebî tür. Biz romanı onlardan öğrendik, onların büyük klasik ve modern romanlarını örnek aldık; onlardan edindiklerimizle roman formları inşa ettik. Ancak bir anakronizmden söz etmek gerekiyor. Batı’da, XIX. yüzyılın ilk yarısında klasik roman (Balzac, Dickens); XX. yüzyılın başında modern roman (Joyce, Woolf); XXI. yüzyılın ilk yarısında da postmodern anlatı (Calvino sonrası) öne çıkıyor. Yani, kurmaca yazımı tarihinde (fictiographie) bir ardzamanlılık var. Oysa bizde, bu anlamda bir kurmaca yazımı tarihine sahip olmamanın getirdiği bir anakronizmle, eşzamanlılık hâkim. Yaşar Kemal’le mesela Oğuz Atay, biri klasik, öteki modern iki romancı eşzamanlı yazıyorlar.

 

Bu anlamda Batı’nın kurmaca yazımı tarihiyle örtüşmeyen ve bu örtüşmeyişin ‘doğal’ olduğu koşullarda, şimdi sanki bu örtüşmezliği telâfiye çalışma olarak yorumlanabilecek, deyiş yerindeyse, muhtelit bir tür deneniyor: Klasik romana çokça modernlik, biraz postmodernlik ‘serpiştirilerek’ üretilmiş, paçal bir ucube kurmaca!…

 

POLİTİK ŞİİR, ESTETİKTEN TAVİZ VERİLMEDEN DE YAZILABİLİR

 

Şiir poetikanız ve politikliğiniz hakkında konuşsak. Şiir poetikanız ne üzerine kurulu? Politiklik, şiirde kaçınılacak bir hususiyet mi kaçınılmaz bir husus mu sizce? Yoksa estetik, politiklikten evladır diyenlerden misiniz?

 

Estetikle politikanın birbirlerinin karşıtıymış gibi gösterilmesini fevkalade yanlış buluyorum. Geniş anlamda politik (yani, gündelik anlamda ‘siyaset’ değil!) şiir, estetikten taviz verilmeden de yazılabilir. Adorno, lirik şiirin, onun tanımıyla sübjektif duyguları dile getiren şiirin, zorunlu olarak bireyci olmasının söz konusu olmadığını; pekâlâ toplumcu da olabileceğini söyler: Bu konuda örnekler var: Nâzım’ın, Bedreddin ve sonrası şiirleri meselâ…

 

Sizin Yahya Kemal şiirlerine, Sufi şiirlere, Divan Edebiyatı’na olan ilginiz mısralarınızda veya konuşmalarınızda hissedilen bir hususiyet. Bunun yanında Postmodern şiir de var bildiğiniz gibi. Postmodern şiir kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

Metinlerarasılıklar, postmodern şiirin mümkün olduğunu gösterir; metinlerarasılığı, kitch’e dönüştürmemek kaydıyla elbette!

 

Şiirleriniz uzun soluklu değil, ağırlıklı olarak kısa şiirler şeklinde. Hatta bir söyleşinizde, ‘uzun yazmaktan hazzetmem’ demişsiniz. Bunun Hilmi Yavuz şiirinin karakteristik özelliklerinden biri olduğunu söyleyebilir miyiz? Şiir yazma sürecinizden biraz bahseder misiniz?

 

Benim açımdan şiir yazma süreci için bir protokole ihtiyaç yok! Tek başınalık yeter…

 

ŞİİRLE FELSEFE YAPMAK İMKÂNINDAN SÖZ EDİLEBİLİR

 

Sizinle ilgili çokça video izledim ve bunlar arasında, felsefe ve şiir üzerine olanları da az değildi. Şair kimliğinizin yanı sıra felsefi yazılar ve felsefeyle yoğun teşriki mesainiz de söz konusu. Londra Üniversitesi’nde felsefe okudunuz bildiğim kadarıyla. Şiir ve felsefe nerede buluşup nerede ayrışıyor sizce?

 

Felsefenin nasıl yapılması gerektiği konusunda bir sorgulama ile işe başlamak gerekiyor. Felsefe yapmaktan, şayet Aristoteles, Kant, Hegel veya Sartre gibi sistemli bir yapıyı anlıyorsak, bu anlamda şiir ve felsefenin bağdaştırılmasına imkân yoktur. Felsefe yapmaktan bunu anlamak, meseleye sanki Platoncu anlamda bir Felsefe İdeası varmış da başka türlüsü olamazmış gibi bakmaktır: Bu, oryantalist bir maluliyettir!

 

Buna karşılık her medeniyetin felsefe yapma tarzının farklı olabileceği düşünüldüğünde, şiirle felsefe yapmak imkânından söz edilebilir.

 

MODERNLEŞME İLE BATILILAŞMAYI EŞANLAMLI KULLANIYORUM

 

Modernleşme, Oryantalizm ve İslam kitabınızda “Modernleşmenin yolu Batılılaşmadan geçmiyor” diyorsunuz. Bu cümlenizden yola çıkarak modernleşmeli miyiz yoksa Batılılaşmalı mıyız diye sorsak? Ya da başka bir formülasyonunuz varsa bunu da sizden dinlemek isteriz?

 

Modernleşme ile Batılılaşmayı eşanlamlı kullanıyorum. Türkiye bu anlamda modernleşmemiş, dolayısıyla da Batılılaşmamıştır. Tanzimat’tan bu yana, belirli bir elit kesimin (politik toplumun ya da devletin) yukardan dayatmasıyla gerçekleştiği söylenen modernleşme, kamusal alanla sınırlı kalmak konumunda kalmıştır. Oysa Batı modernleşmesinin, kamusal alanda olduğu kadar, özel alanda da bir dönüşümle gerçekleştiği biliniyor. Nedeni, elbette modernleşmenin, Batı’da, politik toplum değil sivil toplum vasıtasıyla gerçekleşmesidir. Türk toplumu bu anlamda kamusal alanda modern kurumlar ve değerlerin, özel alanda ise geleneksel kurumlar ve değerlerin hâkim olduğu bir toplumdur.

 

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.