Bitmek Bilmeyen Soykırım, Sessiz Onay ve Gerçeğin Çölü!

İsrail’in 1948’den bu yana genişleyen haritası nasıl kötülüğün mevzi kazanımı olarak gözlerimizin önünde ise buna karşı set oluşturabilecek bir varlığın, iradenin, gücün olmayışı da ayrı bir trajedi olarak yanı başımızdadır. Gündelik çekişmelerin, ideolojik çarpıtmaların görünmez kıldığı bu vahim durum, her yönüyle içinde bulunduğumuz netameli koşulların nasıl ölçü tanımaz boyutlarda olduğunun göstergesidir.

gazze soykırımı

İsrail’in küresel sistemin tüm güçlerini Siyonist görev gücüne dönüştürdüğü tarihsel bir dönemden geçiyoruz. Dünyanın gözleri önünde, herhangi bir gizleme gereği duymadan, on yıllardır devam eden bir soykırım yapıyor. Suikast düzenliyor, tankla ateş ediyor, uçaklarla bombalıyor, ekonomiyle tehdit ediyor, medyayla itibarsızlaştırıyor, görünmez kılıyor. Saldırırken ne asker ne sivil ayrımı yapıyor. Saldırdığı yerin okul mu, hastane mi, ibadethane mi veya ev mi olduğuyla da ilgili değil. Weber’in “meşru şiddet tekelini elinde bulunduran aygıt” tanımından hareket edildiğinde İsrail, tıpkı yapıp ettiklerinde istisna kabul edildiği gibi mevcut devlet yapılanmasında da istisnai bir yerde duruyor. Bir cinayet şebekesinden veya azılı bir terör örgütünden farklı olduğunu belirtmek mümkün değil.

 

Her Suç, Yöneltilmiş Bir Sorudur!

 

“Her suç topluma yöneltilmiş bir sorudur” diyor ünlü savunma avukatı Jacques Varges. Halil Cibran suç ve cezaya ilişkin bahiste ise mevzuyu çok daha rafine bir hâle büründürüyor: “… Nasıl ki bir yaprak, tüm ağacın sessiz bilgisi olmadan sararamazsa, hata işleyen de sizlerin tümünün gizli isteği ve onayı olmadan hata işleyemez…”

 

İsrail’in yaptığı vahşet o kadar açık, o kadar ölçü tanımaz ve o kadar pornografik bir vaziyette ki üzerinde konuşmayı imkânsız kılan bir nitelik arz ediyor. Pür bir yanlışı, saf bir kötülüğü nasıl konuşacaksınız, neyini tartışacaksınız! Hedefine yöneltilemeyen bir öfkenin ağırlığı altında çaresizce kendi utancında boğuluyor insan. Bütün bu açıklığına, çıplaklığına rağmen yanlış yapılmaya devam ediyorsa o zaman yanlış yapanlar ve yapılan yanlış karşısında bir direnç üretemeyen sahte mevcudiyeti de kuşatan geniş ölçekli bir durumla karşı karşıya olduğumuz görülmelidir.

 

Basına yansıyan haberlere göre Dünya Müslüman Âlimler Birliği, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları ve ateşkes ihlaliyle ilgili olarak tüm Müslümanlara silahlı cihadı farz kıldığını belirten bir fetva yayınladı. Fetvada, ayrıca acilen bir “İslami askerî ittifak” kurulması çağrısı yapıldı. İslam ülkelerinden de zaman zaman İsrail’in yaptıklarına ilişkin birtakım değerlendirmeler, eleştiriler, kınamalar yapılmakta. Dünyanın pek çok ülkesinde de, özellikle Batılı ülkelerde dikkat çekici şekilde, İsrail’in yaptıklarına ilişkin sivil protestolar, eylemler gerçekleştirilmekte.

 

Nihayetinde bütün bu tablo bize devam eden sistematik yok etme karşısında insani, ahlaki, vicdani bir direniş alanı, set çeken bir direnç hattı oluşturulamadığı gerçeğini gösteriyor. İsrail’in 1948’den bu yana genişleyen haritası nasıl kötülüğün mevzi kazanımı olarak gözlerimizin önünde ise buna karşı set oluşturabilecek bir varlığın, iradenin, gücün olmayışı da ayrı bir trajedi olarak yanı başımızdadır. Gündelik çekişmelerin, ideolojik çarpıtmaların görünmez kıldığı bu vahim durum, her yönüyle içinde bulunduğumuz netameli koşulların nasıl ölçü tanımaz boyutlarda olduğunun göstergesidir. Dünya Müslüman Âlimler Birliği’nin fetvası da göreve çağrılan Müslümanların ve sözüm ona İslam ülkelerinin hali pürmelali de neden bu tarz bir varoluşsal krizin cenderesinde bulunduğumuzun somut bir göstergesi olarak not edilmelidir. Ne çağrıyı yapanlar ne çağrı ne de çağrılanlar mevcut nitelikleriyle kötülükle baş edebilecek bir güç taşıma kudretine sahipler. Zaten problemin düğümlendiği nokta da burası değil mi?

 

“Doğa Durumu”nda Bir Hayat Yaşamak

 

İnsanlık bir bilinç yırtılmasının kıskacında can çekişiyor. Ahlaki ve insani sınırlarını ötekini kuşatacak bir boyuta taşıyamayan veya başkasından beklediği standartların aynısıyla kendisinin yükümlü olduğunu hissetmeyen bir mevcudiyetin iyi olma, dolayısıyla kötüyle mücadele etme ihtimali olabilir mi? Kendine odaklı yaşayan, kendi yapıp ettiklerine karşı duyarsız, özensiz ve sorumsuz davranan Müslüman dünyasının herhangi bir meşruiyet tarafından desteklenmeyen çağrılarının, değerlendirmelerinin, eleştirilerinin, ikazlarının anlamı olabilir mi? Bu yırtılmanın yeryüzü ölçeğinde ne tür bir imtiyaz düzeneğine hayat verdiğini zaten İsrail’den, İsrail’in yapıp ettiklerinden ve onun yaptıklarına payandalık etmekten başka bir şey yapmayan küresel düzenin niteliğinden görüyoruz. Her türlü ilke ve değerin Siyonist amaçları gerçekleştirmek uğruna araçsallaştırıldığı, çiğnendiği yerde mesele sadece işlenen bir soykırıma şahitlik etmekle sınırlı kalmıyor; aynı zamanda Agamben’in çarpıcı ifadesiyle insanın “çıplak insan”a indirgenmesiyle soykırım katmerleştiriliyor. “Çıplak insan”, bilindiği üzere haklardan soyunmuş, ilke ve değerlerle irtibatı kopartılmış, kendisine yapılıp edilenlerin suç-ceza konusu olmaktan çıkarıldığı bir “kamp insanı”dır. Dolayısıyla yapılanlara bakıldığında günümüz dünyasının Hobbesvari bir “doğa durumu”nu aratmadığı açıktır.

 

Jeo-politik veya teo-politik mülahazaların ötesinde yalın ve ciddi bir varoluşsal kriz içinde savrulmaktayız. Bu kriz sadece Müslüman toplumların krizi olarak değerlendirilemez elbette. Ancak böyle değerlendirilemeyecek olması krizin sorumlularının aynı zamanda Müslümanlar olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bir insanlık krizi yaşanıyor ve bu insanlığın paydasında önemli bir yekûn tutan Müslümanlar krize bırakın çözüm üretmeyi, krizi derinleştiren bir etki oluşturuyorlar. Üstelik krizin merkez üssü Müslüman coğrafya. Upuzun bir soykırıma mahkûm edilen Filistin ve buna seyirci olan vaziyetimiz herhangi bir ek açıklamayı gerektirmeyecek açıklıkta bu durumu teyit ediyor.

 

“Gerçeğin Çölü”nde Ne Var?

 

Yukarıda da değindiğim üzere Türkiye’de mücadele bir iktidar kavgasına dönüştürüldüğü için içinde bulunduğumuz geniş ölçekli manzaranın ne olduğunu kestirmekte güçlük çekiyoruz. Elbette gözü dönmüş bir İsrail ve ona hizmet etmek üzere çalıştırılan cari düzen her türlü kınamayı, eleştiriyi hak ediyor. Ancak mesele dünyanın, İsrail’in ve ona hizmet edenlerin kötülüğünü görüp ikna olacakları bir düzeyin dışında, ötesinde. Bu yüzden kriz bir insanlık krizi. İçinde bulunduğumuz dünya kötülüğü besleyen, büyüten, ona alan açan bir dünya. İkincisi, yerleşik düzen buna hizmet eder şekilde yapılandırılmış durumda. Üçüncüsü, bu yapıdan şikâyetçi gibi gözükenler ne rafine bir söylemin üreticisi ve dolayısıyla bu düzeni yargılayacak düşünsel, felsefi, ahlaki bir standardın üreticileri ne de önemsediklerini, inandıklarını söyledikleri ilke ve değerleri koruyacak, kollayacak ve gerektiğinde bunların yaşatılması için hesap soracak bir güçteler. Varlığınız ne yeryüzünün mazlumları, mağdurları için bir iyilik üretiyor ne de kendiniz dâhil olmak üzere yeryüzü ölçeğinde yaşanan baskı, zulüm, yağma ve ölüm sistematiği karşısında bir direnç oluşturabiliyorsunuz. Tersine, çoğunlukla kötülüğün kol gezdiği ve her gün masumları kurban ettiği bir düzlemde gündelik hayatınızın seyri ve niteliği buna zemin teşkil edecek şekilde işliyor. Muhafazasını yapacağınız ilke ve değerlerin hayatınızda yer tuttuğuna ilişkin bir emareden bahsetmenin imkânı yok. Küresel ölçekte işleyen apaçık zulüm ve baskı mekanizmalarına ilişkin ne anlamlı bir okumanız ne de bunlara ilişkin kabul edilebilir meşru bir karşı koyuşunuz söz konusu. Hava, toprak, su kirletilirken, adaletsizlik, yolsuzluk, yoksulluk bir ekonomi-politik üzerinden hayata geçirilirken herhangi bir sorgulamaya konu edilemediği gibi alternatif bir arayışın, okumanın olmadığı bir dünyada başkasını dengeleyecek güçten, imkândan da yoksunsanız ölüm için sıranızı beklemekten başka yapacak bir şeyiniz yok demektir.

 

Dünya, özelikle de Müslüman âlemi, İsrail için kurban edilme sırasını geciktirme çaresizliğinde kıvranma dışında bir şeyler yapmıyor maalesef. Bırakın bir şeyler yapmayı, yaşanmakta olan felaketin ne olduğunu, nelerden kaynaklandığını, kendi yapıp ettiklerinin veya yapması gerekip yapmadıklarının neler olduğunu fark edemiyor bile. Filistin’i korumanın doğrudan Filistin’de gerçekleştirilecek bir şeyle sınırlı olduğunu zannediyoruz hâlâ. İsrail’in genişleyen sınırları ile Müslüman dünyanın hak ve hukuka ilişkin duyarsızlığı arasındaki bağ görülmüyor maalesef. Gazze’deki ölüm ile İslam dünyasındaki yoksulluk, yoksunluk, yolsuzluk arasında doğrudan bir ilişki var. İsrail tarafından esir alınan küresel düzen ile Müslüman dünyanın adı var kendi yok gerçekliği arasında kopmaz bir ilişki var. Beşerî sermayesini hoyratça harcayan, ihtimam göstermeyen, kendi inanç umdeleri başta olmak üzere temel insani ilke ve değerlere duyarlılık göstermeyen bir mevcudiyet kimin hakkını, hukukunu nasıl koruyacak, nasıl gözetecek? Evinde bu hassasiyeti olmayanların, hayatlarında buna riayet etmeyenlerin başkasını yargılama hakkı ve gücü olabilir mi?

 

Yeryüzünden sorumluyuz ama sorumluluğunuzun farkında değiliz. Gücünüz yok, imkânlarınız yok, meşruiyetiniz yok. Havanın, toprağın, suyun, hayvanın hakkını korumuyoruz. Kendi hakkımızı korumaktan aciziz. Mazlumların, mağdurların haklarına nasıl riayet edeceğiz? Onları nasıl koruyup kollayacağız? Yetimleri, garipleri, kimsesizleri kollayacak ne gücümüz var, daha da vahimi, ne de böyle bir düşüncemiz, arzumuz var. Ağırlaşan zilletin küresel düzenin insafa geleceği beklentisi içinde giderileceği umuluyor.

 

Öyle umuluyor, çünkü kimse kendisine çeki düzen vermek istemiyor. Öyle umuluyor, çünkü kimse Varges’in dediği gibi İsrail’in işlediği suçun kendisine çıkardığı soruyla muhatap olmak istemiyor. Maalesef İsrail’in kendiliğinden duracağı umuluyor, çünkü hiç kimse bu işte, bu işleyişte kendi varlığının neden olduğu maliyetle yüzleşmek istemiyor. Ne kadar görmezden gelsek de İsrail “gerçeğin çölü”nde olduğumuzu hatırlatmaktan vazgeçmiyor. Daha da vahimi, gerektiği gibi yüzleşmesek de vaziyetimizin fena olduğunu da hissetmiyor değiliz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.