Derin Tesalüp
Bu topraklarda devlet bozulursa her şey çöker, bütün davranışlar bozulur. Yargı da bunun temeli, mayasıdır. Bu gelenek o kadar damarlarımıza sinmiş, her şeyimizi belirlemiş de ondan böyledir bu. Derin tesalüp böyle bir şeydir…

Hegel “Diyalektik, deneyimdir” diye söze girer.¹ Deneyim derken bununla sadece “duyu” algılarından ibaret ve sırf doğa felsefesine indirgenebilir şeyleri kastetmez. Bilakis, bunun dışındaki ‘insanın eylem ve fiilleriyle başarı ve başarısızlıkları, talih ve talihsizlikleri, umut ve umutsuzlukları, beklenti ve kederleri’ gibi ve nihayet duyu dışı bütün bir tarihi kasteder.
Ve o (deneyim) hem ruhçuluktaki ruh hem de maddecilikteki madde ve güç yanında oluş, yaşam, tasarım, isteme, cevher, özne, enerji… gibi sonsuz bir devinim zincirinin halkaları ve bu halkaların girdiği her bir ilişkide bir hâlden diğer bir hâle akan “neliği” ve bunların toplamını verir.
Tanpınar, Gökalp’ten mülhem olarak aldığı derin tesalüp kavramını kullanırken sanki bütün bunları dikkate almış gibi davranır. Kavram, Gökalp ve Tanpınar’ın kullanma konteksinde “birbiri üzerine çaprazlama, haçvari girmiş” ve üst üste binmiş, artık neyin ne olduğu ve neyin neyi belirlediğini ancak Tanrı’nın bilebileceği diyalektik bir ilişkiyi anlatmak için kullanılmıştır.
Gerçek de böyledir.
“Her insan kendi ‘kaderini’ hem kendi şahsî alınyazısını hem de ortak bir tarihe ait olan yazgısını deneyimler. İnsan, kısmetine düşeni en evrensel hâliyle yaşar; yani ‘dünyanın gidişatını’, imkân dâhilinde olanın iç ve dış sınırlarını deneyimler. Bu bakımdan bilginin de kendine ait bir iç kaderi vardır” (Hartmann, 2021: 22).
Sadece bilginin değil, bilincin de bir iç kaderi, biricikliği vardır. Çünkü bilinç de tek katmanlı bir sürecin değil, çok katmanlı ve hatta hiçbir zaman köklerine tam olarak inilemeyecek çok karmaşık bir sürecin ürünüdür. Orada da bilinç içinde bilinç, hatta bilinçler vardır. Kendisi de bir deneyim olan bilinç bile bilgi olarak dile aktarılırken belli süreçlerden geçer.
Ve bu süreçler “kendine özgü biçiminde yönelinen; algılanan, anımsanan, beklenen, görsel olarak tasarlanan, kurgulanan, ne olduğu saptanan, ayrıklaştırılan, inanılan, tahmin edilen, değerlendirilen vb. olarak”² sonsuza kadar uzanır.
Fakat kendisi de bir deneyim olan bilinç, kendisine ulaşan bütün verileri, her zaman tam olarak açık-seçik bir biçimde kavrayıp kelimelere aktaramaz. Bilinç olarak biçimlenen şeyler de deneyimlenen olgu veya duygunun tam olarak o anı ve durumunu değil, nihayet bir tasarım olan parantez içindeki bir tasarımını verir.
Sonuçta, ister bireysel isterse toplumsal olsun bilinç ve duyuların duyarlılığına çarpan şeylerden çok azı sözün aydınlığına çıkar. Yaşanan her bir deneyim özgün bir kare, bir parıltı veya bir leke olarak önce bilinçdışı belleğe, duyarlılıklara kaydedilir, sonra da sonraki deneyimlerin hammaddesi olarak bilinçdışında işlenmemiş bir malzeme olarak stokta bekler. Bu bekleme sadece bireyin kendi içinde yalıtılmış, steril bir alan olarak değil, içine gömülü olduğu sosyoloji ve tarihsel kesitlerle her ikisinin uzandığı tarihî derinlik ve güncel tarafından tekrar be tekrar üretilerek mayalanır.
Mayalanma süreci Hegel’in diyalektik dediği sürecin ta kendisidir. Bu süreçte bilincin kendisi de tıpkı diğer nesne ve konular gibi deneyimlenen sürecin bir parçası, nesnesi haline gelir. Ve bu süreçler de tıpkı biyosferdeki süreçler gibi tek yönlü ve belli bir ereğe doğru doğrusal bir ilerleme süreci içinde değil, neyin nereye doğru evrileceğini hiç kimsenin bilemeyeceği karmaşık bir seyir izler.
Kültür, zihniyet, davranış, alışkanlık, sanı, inanç, dünya görüşü, hatta bilimsel kuramlar; bunların hepsi bu durumdan etkilenir. Yalçın Koç Anadolu Mayalanması adını verdiği eserinde bütün bu süreçleri dikkate aldı mı almadı mı tam olarak bilemiyoruz ama bütün kültürel ve politik süreçler bu mayalanmadan nasibini alır.
Ya Devlet, Bizim Devletimiz
Hayatın kendisi böyledir de devlet denilen teşekkül bundan farklı mıdır dersiniz? O da benzer süreçlerin ürünü, kendi tarihsel koşullarının hasılasıdır. Orada da her şey bu çizgiye uygun biçimde ilerler. Bu süreç öyle bir yazgı, öyle bir zorunluluktur ki, birey gibi devlet de kendisini o yazgıdan kurtaramaz.
Sonsuz bağlam ve bağıntıların eseri olan bu yazgı önce toplum tarafından deneyimlenir, sonra da söz konusu diyalektik deneyimlerin toplamı bir yasa, zorunluluk gibi kendini toplum bilinciyle dayatır. Sadece o bile değil, bir de kesin inanç, davranış, alışkanlık ve dürtüler şeklinde bilinçdışına dayatılan görünmez katman vardır. Ve asıl mayalanma verili bir malzeme olarak bilince sürekli sinyaller gönderen bu bölgede, buzdağının görünmeyen kısmında gerçekleşir.
Bizim tarihimiz de bu sürecin dışında değildir. Mesela Kâşgarlı’da geçen “İl gider töre kalır” deyimi, bu tarz süreçlerin tipik bir tezahürüdür.³ Bu kavram da anlam ve çağrışımlarını sosyoloji ve tarihten kopuk, sadece kendiliğinden oluşan genel-geçer teknik bir süreç ve ilişkiler toplamından değil, içinde bütün bir politik ve ekonomik süreçlerin bütün çelişki ve gerilimlerini barındıran kültürel derinlikteki ilişkilerden alır.
Kâşgarlı’nın belirttiğine (2013-I: 200) göre Eski Türkçede devlet ve sulh manasına gelen il kavramı, çok derin bir analize gerek duymadan bile arkasındaki geçmişi verir. Bu o kadar açık o kadar aşikârdır ki, sulhçu manasındaki İlçi (elçi) kelimesi bile manasını buradan almış,⁴ onunla varlık sahasına çıkmıştır. Kavramın kullanım seyrindeki bu içerik, devlet geleneğimizin tarihsel kökenlerine ilişkin çok temelli bir noktaya işaret eder.
O nokta, bir anda kavramın barışçıl içeriğini, töreli manasındaki Türk kavramıyla ilişki içine sokarak, devleti, sulhun yapısal bir şartı ve aracı haline getirir. Türk de buna uyan anlamındaki töreli topluluğun adıdır. Böylece devlet olmak bizatihi barışın kendisi olurken, bunun da temel şartı töreli ve kurallı olmaya bağlanır.
Töre, eski Türk toplumlarda yazılı ve yazılı olmayan kurallar ve yasalar bütünü olarak anlaşılmış ve Moğollara da yasa olarak geçmiştir. Eski Türk dilinde töresiz kavimlere Tat veya Tatar namı verilirdi. Türkler kendilerini onlardan bu şekilde ayırırlardı (Gökalp, 2023: 338).
Birincileri, birlikte yaşamayı belli bir düzene, hatta sıkı bir disipline dayandıran töreli toplumları; ikincileri ise birlikte yaşama kuralları henüz oluşmamış ya da bu konudaki uygulamaları daha serbest kurallara dayanan Tarım Havzası ve Zerefşan Vadisi’ndeki kent devletlerine ait toplulukları ifade etmiştir.
Buna göre Türk toplulukları dışındaki Tat, Tacik veya Tatar gibi topluluklar da Türk tipi töreli düzen ve yapı dışında bir gelişim seyri göstermiş; bu da onlara, kendilerine özgü kültürel ve politik yapıların etkisi altında kalmaları nedeniyle Türklerden çok daha farklı alışkanlık, davranış ve zihniyet biçimleri kazandırmıştır.
Bugün
Bugün Türkiye’de devlet kavramı halk belleğinde hâlâ aynı manaya geliyor. Bu doğru, doğru olduğu için de “Allah devlet millet bozgunluğu vermesin” sözü hâlâ halkın dilinde. Fakat maya bu olsa, derin tesalüp bunu iliklerimize kadar işese bile, o bile sürgit garanti değil. O bile yıpranabilir. Hiçbir şey sabit bir öz, cevher değil ki varlığını sürgit devam ettirebilsin.
Bu memlekette yasa, töre, hukuk ve iç barışın çatısı, kalıbı olan devlet yıpranır, ona halel gelirse her şey çöker. Onun da temeli adalet, yargının yansızlığıdır. Bu topraklarda iç barış ve huzurun güvencesi budur.
Batı toplumlarında devlet, tarihsel süreçte belli bir kesimin iktidar aracı olduğu için, orada devlete karşı devlet gibi devlet dışı, güçlü sivil yapılar oluşmuştu. Sınıflı yapı ve sendikalar bunun en görünür biçimleriydi. Bizde sınıflı yapılar olmadığı ve devlet herkesin malı olduğu için, Batı toplumlarının tersine sınıfsız halk yerel mütegallibeye karşı devlete sığınmış ve her şeyi ondan beklemiş ve başka arayışlara girmemiştir. Devlet de bunu bildiği için bu konuda azami hassasiyeti göstermiş ve halkın yegâne dayanağı olmuştur.
O yüzden “Şeriatın kestiği parmak acımaz” sözü halkın şiarı olmuştur.
Şeriat, yani yasa; mülkün temeli budur. Kültür bunu böyle bilmiş, böyle algılamıştır. Bütün beklentiler bunun üzerine kurulmuş, davranışlar bununla belirlenmiştir. Bu o kadar derinlere kök salmıştır ki işler kötüye gitse düzelir; yük sırtına binse tahammül edilir, zorluklar belini bükse çekilir; yeter ki devlet ve millete zeval gelmesin, o giderse her şey gider denmiştir.
Fakat bu zemberek koparsa, bütün davranışlar zehirlenir, millet olma bilincimiz yara alır. Devlet bilincimiz çöker. Tanpınar bir yerde “Cahilsin; okur, öğrenirsin. Gerisin, ilerlersin. Adam yok, yetiştirirsin, günün birinde meydana çıkıverir. Paran yok, kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur” demişti.
Ben de bu topraklarda devlet bozulursa her şey çöker, bütün davranışlar bozulur diyorum. Yargı da bunun temeli, mayasıdır. Bu gelenek o kadar damarlarımıza sinmiş, her şeyimizi belirlemiş de ondan böyledir bu.
Derin tesalüp böyle bir şeydir…
__
¹Hartmann, N. (2021), Aristoteles ve Hegel: Diyalektik, Mantık, Ontoloji, (çev) Saygın Günenç, Fol Grup Medya, Ankara, s. 22.
²Husserl, E. 2020), Kesin Bilim Olarak Felsefe, (çev) Abdullah Kaygı, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, s. 20.
³Kâşgarlı Mahmud, (2013), Divanü Lûgat-it Türk-III, (çev) besim Atalay, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, s. 221.
⁴Gökalp, Z. (2023), Küçük Mecmua Yazıları [8 Zilkâde 1340/ 3 Temmuz 1922], (haz) Ali Duymaz, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s. 337. Ayrıca bkz. Gökalp, Z. (2007), Kitaplar-1, (haz) Sabri Koz, YKY, İstanbul, s. 346.

ABDULKADİR İLGEN
