Devletin Kodları ve Beka-yı Devlet
Türk kavramı en eski dönemlerden itibaren töreli, Türk olmayan Tacikler ise töresiz olarak tanımlanmıştır. Orhun Kitabesi’nde devlet “il” kavramıyla ifade edilmiştir. Buna göre Türk toplum ve devlet geleneği töre etrafında kurulmuştur.

“Türk Oğuz beyleri ve halkı işitiniz! Eğer yukarıdan Tanrı basmadıysa, aşağıdan yer delinmediyse, ey Türk kavmi, ilini, töreni kim yıktı?”
Bilge Kağan
“El kaldı törü kalmaz/ Vilayet kalır görenek kalmaz (Vilâyet terk edilir, âdet terk edilmez)”
(DLT, II: 25)
“Küç eldin kirse törü tünğlüktin çıkar/Zor vilâyetten girerse, görenek bacadan çıkar. (Zulüm kapıdan girerse, görenek bacadan çıkar)”
(DLT, III: 120)
Türkiye, fitilini MHP lideri Devlet Bahçeli’nin ateşlediği bir adımla birlikte yepyeni bir yöne doğru ilerliyor. Adına “Terörsüz Türkiye” denilen bu süreç ilk bakışta sadece terörü sonlandırmak için atılmış bir adım gibi görünse de son dönemde yaşanan gelişmeler işleri bambaşka noktalara götürüyor.
Bir yandan Terörsüz Türkiye diye komisyon kuruluyor ve muhalefetin önemli bir kesiminin rahatsızlığına rağmen hukuk ve demokrasi temelinde yeni bir uzlaşmanın yolları aranıyor, diğer yandan da yerel bir mahkeme YSK kararıyla kesinleşmiş seçim sonuçlarını iptal ediliyor.
Bu durum ilk bakışta iktidarın ana muhalefet partisini yargı kararlarıyla dizayn etme teşebbüsü gibi değerlendirilse de iş çok daha farklı noktalara gidiyor. Nitekim CHP de “Biz bu hukuksuz kararları tanımıyoruz” diyerek meseleyi başka bir zemine taşımış bulunuyor. O zemin hukuka uyulmadığı zaman ortaya çıkacak sorunlar ve bunun beka-yı devlete dair sonuçlarıdır. Devletin zemini ise hukuktur, düzendir. O zemin çökerse devlet de çöker, düzen de çöker. Çünkü devlet toplumun kalıbı, mayasıdır.
Bir Ara Parantez
Türk kavramı en eski dönemlerden itibaren töreli, Türk olmayan Tacikler ise töresiz olarak tanımlanmış ve eski Türkler kendilerini Türk olmayanlardan bu şekilde ayırmışlardır. Dikkat edilirse buradaki Türk, bir nesep asabiyesi olarak değil de kurallı, düzenli bir birliğin üyesi anlamındaki bir sebep asabiyesinin üyesi olarak anlaşılıyor. Modern dönemlerde Fransız sistemindeki toprak ve yurdu esas alan siyasal yurttaşlık sistemi neyse, eski Türklerde devleti esas alan siyasal aidiyet de odur.
Bu anlamda devlet, Türk olmanın da gereği sayılıyor. Orhun Kitabesi’nde devlet “İl” kavramıyla ifade edilmiştir. “illi Budun” da “devletli kavim” manasını ifade eder. Budun hakana ve “töre”ye malik olduğu zaman “illi”dir, bunlardan mahrum kaldığı zamanlarda ise “ilsiz” olur. (Gökalp, 2022: 409).
İl kelimesi de Dîvânü Lügât’te sulh manasında kullanılmış, ilçi kelimesi de günümüzdeki elçi anlamında buradan türetilmiştir ki, barışçı anlamına gelir (Gökalp, 2007: 417). Fakat ile asıl ruhunu veren töredir.
“Eski Türklerde bir de ‘töre’ vardır ki Orhun Kitabesi’nde ‘törü’ şeklinde olduğu gibi, Mahmud Kaşgari lügatinde de yine ‘törü’ şeklindedir. Thomson, Orhun Kitabesi’ndeki ‘törü’yü ‘müesseseler’ diye tercüme ediyor. Mahmud Kaşgari ise ‘törü”yü ‘Resim’, yani ‘kanun ve kaide’ manasında gösteriyor. ‘İl kalır, törü kalmaz” darbımeseli (atasözü), “Eyalet bırakılır fakat töre bırakılmaz” manasına imiş.” (Gökalp, 2022: 371).
Buna göre Türk toplum ve devlet geleneği töre etrafında kurulmuştur. Dîvânü Lügât’ıt-Türk, töre kavramını “düzen” anlamında kullanmış ve şöyle de bir deyiş zikretmiştir:
“Endik kişi ayılsın
İl törü yetilsin
Toklu böri yetilsin
Kadgu yeme savılsın” (DLT, I: 106)
Günümüz Türkçesinde “Şaşkın kişi ayılsın; yurda (il) düzen (töre) yayılsın; kurtla kuzu güdülsün; kaygı yine savulsun” şeklinde ifade edilebilecek bu ifadeye göre, töreye uyulursa kurtla kuzu barış içinde yaşayabilirdi. Nitekim Aşık Veysel de bu manayı çok daha farklı bir dizeyle ifade etmiştir.
“Koyun kurt ile gezerdi fikir başka başka olmasa”
Buradaki fikir kelimesini, ulusal konvansiyonun resmî şekli olan anayasa ve gayrı resmî norm/kültür birliğinin nihaî şekli olan millî kültür olarak anlıyorum.
Anayasal Yurttaşlık
Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşme sürecinde tarihsel çizgiye uygun olarak çok dikkatli bir şekilde ulaştığı çözümlerden biri yurttaşlık temelinde kurduğu devlet-millet birliğidir. Bu çizgi hem tarihsel kodlar hem de çağdaş devlet olma gereğinin şartlarını eksiksiz biçimde uzlaştıran kurucu bir ilke olarak hâlâ aşılabilmiş değildir.
Nitekim Gökalp’in tasavvuru da Batılılaşma yoluyla çağdaşlaşma değil, uluslaşma yoluyla çağdaşlaşma olarak formüle edilen bir çizgiyi temsil eder. Üstat buna bir de resmî ve gayrı resmî kültür ve norm birliğini ilave eder. Resmî norm birliği anayasa ve temel haklar, gayri resmî norm birliği ise duygudaşlığın nihaî biçimi olan millî kültürdür.
Yetki, aristokratik, otokratik ve monarşik modellerden nihaî biçimde millete devredilince millet de bu yetkileri anayasal kurumlar eliyle kullanmaya başlamıştır. Partiler, millet iradesinin kalbi olan meclis, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Sayıştay ve yerel mahkemelerle devletin diğer bütün organları anayasal kurumlardır ve devleti bu kurumlar üzerinden yönetir. Bu tanımda devlet başka, idare başkadır. İdare denince hükümet, devlet denince bu kurumların tamamı anlaşılır. Bu anlamda anayasal devlet bir kurallar ve kurumlar bütünü, idare de bu kurallara göre devletin bir parçasıdır. İdare ve aynı şey demek olan iktidar, “sınırlı bir siyasî yönetimin parçası” olarak devletin cüzlerinden bir cüzdür. Devletin diğer cüzleri de bu cüzü denetim ve dengeleme göreviyle yükümlü diğer anayasal kurumlardır.
Bu durumda yargı somut bir olaya dair karar verirken nasıl yasalara bağlıysa, yasama da kanun vaz ederken ve yasaları yaparken anayasa gibi daha genel bir ilkeyle uyum sağlamakla yükümlüdür. Buradaki kriter genel amaçlar ve tâli amaçlar ayrımıdır. Genel amaçlarla devletin, tâli amaçlarla da parti, grup ve zümrelerin amaçları kastedilir.
“Nasıl ki bir yargısal karar ancak genel bir yasaya uygunluk arz ettiği takdirde âdil telakki edilirse, aynı şekilde muayyen yasalar da ancak daha genel ilkelere uygunluk teşkil ettikleri takdirde âdil telakki edilir. Yargıcın yasayı belli bir nedenle ihlâl etmesini önlemek istediğimiz gibi, aynı şekilde yasama merciinin de geçici ve o anki amaçları uğruna bazı genel ilkeleri ihlâl etmesinin önüne geçmek isteriz” (Hayek, 2011: 275)
Burada devlet bizatihi genel amaçların zırhı, kalıbı ve muhafızı olarak devlet anlaşıldığı için, kamusallığın da kendisi olarak da anlaşılır. Hayek, tam da bu bağlamda şu hatırlatmayı yapıyor:
“Neden, yakın amaçlarını takipte bütün insanların her şeye rağmen genel olarak gözetilmesini arzu edecekleri davranış kurallarını ihlâl etme eğiliminde -ya da zihnî sınırlılıkları nedeniyle aslında mecbur- olmalarıdır” (Hayek, 2011).
Yakın bir amaca ulaşmak için, sınırları anayasayla belirlenmiş mülkiyet hakkı, seçme ve seçilme hakkı, ifade hürriyeti, gösteri ve yürüyüş hakkı, seyahat ve aile mahremiyeti gibi temel haklar; anayasal devlet organlarından biri olan icra/siyasal iktidar veya bizzat icranın kararlarını denetlemekle görevli mahkemeler tarafından ihlal edilirse kamusallık yara almış ve devlet örselenmiş olur.
YSK Kararları
Geçmiş ve günümüzde Türk devlet geleneği ve anayasal demokrasilerin mevcut çizgisi bu iken, yakın zamanlarda yaşanan spesifik bir olay, bütün bu tartışmaları yeniden alevlendirdi. Mesele, YSK’nın kesinleşmiş kararlarının yerel bir mahkeme tarafından askıya alınması ve ana muhalefet partisi İstanbul İl Başkanlığına kayyım atanmasıdır.
2820 sayılı Siyasî Partiler Kanununun 21’inci maddesinin 10 ilâ 13’üncü fıkralarında geçen “hâkim”le kastedilen, hem doktrin hem de yargı içtihatlarına göre “seçim yargısı hâkimidir” (Gözler). Seçim hâkimleri de ilçe seçim kurullarından oluşur. Bu açık hükme rağmen söz konusu İstanbul il ve ilçe kongreleri, ilçe seçim kurullarına yapılan yasal itiraz süreleri ikmal edilip kesinleştikten çok sonra bir asliye hukuk hâkiminin kararıyla iptal edilmiştir.
“İtiraz sonucu seçim kurulunun verdiği karar, anılan Kanunun 21’inci maddesinin 10’uncu fıkrasına göre “kesin”dir. Bilindiği gibi hukukta kesin hükmün dokunulmazlığı prensibi vardır. Bu kesin hüküm, başta kararı veren merci olmak üzere, herkesi, gerçek ve tüzel kişileri ve yasama, yürütme ve yargı organlarını ve bu arada İstanbul 45’inci ve Ankara 42’nci Asliye Hukuk Mahkemelerini de bağlar” (Gözler).
Anayasa hukukçusu Kemal Gözler’e göre Siyasî Partiler Kanununda (m.13-21) açıkça belirtilmeyen hususlardaki ihtilaflar her ne kadar asliye hukuk mahkemelerinin görev ve yetki alanına girse bile, söz konusu örnekte bu da yoktur. Her şey tanımlı ve açıktır.
Kaldı ki Anayasa 79’un YSK’nın aldığı kararlar aleyhine başka bir mercie başvuru yapılamayacağını kesin bir şekilde belirtmiştir. Hal buyken, bir yerel mahkemenin, bütün bunların hiçbirini dikkate almadan böyle bir karara imza atması nereden bakılırsa bakılsın hukukun genel mantığına aykırıdır.
Benzer bir konuda Anayasa Mahkemesi’nin yapılan bireysel bir başvuruyu Anayasa’nın 79. maddesine atıfta bulunarak “Yüksek Seçim Kurulu kararları aleyhine başka bir mercie başvurulamaz” diye reddetmesi de bu konuda tereddüt olmadığını göstermektedir.
Bu örnek, yargıyı genel amaçların değil, geçici amaçların bir parçası gibi göstermiş ve devlete olan güveni sarsmış, yeni tartışmaların önünü açmıştır. Bu durumda önceden itiraz konusu olan bütün seçimler, buna genel seçimler ve referandumlar da dâhildir, tartışma konusu hâline gelmiş ve yerel bir mahkemenin kararıyla bozulma riskiyle karşı karşıya gelmiştir.
Bu tarz bir durumda düzenin kendisi olan devlet ve devlete güven ne duruma düşer bir düşünelim.
Sonuç
Durum böyle olunca açık yasa hükümleri ve yüksek yargı içtihatlarıyla oturmuş bir kurallar bütünü ve devlet aklı dediğimiz “kamusal muhakeme” usulleri yerine, bütün bunların ihlal edildiği bir keyfilik geçmiş olur. Bu da doğrudan doğruya devletin askıya alınması anlamına gelir.
Ne ki yerel mahkemelerin Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarına uymadığı, devletin en yüksek yetkilisinin “Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara da uymuyorum, saygı da duymuyorum” diye açıkça anayasa ihlali yaptığı bir yerde idarenin bu kararlara kendisi uymadığı halde, yerel mahkemenin verdiği karara herkesin uymasını istemesi tam bir çelişki oluşturmaktadır.
Çok ilginç biçimde muhalefet hükümetten Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarına uymasını istemekte ve bu talep sıradan, normal bir şey gibi yapılmaktadır. Oysa anayasa ve yasalara uygunluk yoksa meşruiyet de yoktur.
Alenen yapılan bu çağrı bile idare ve yargının meşruiyetini sorunlu hâle getirmektedir.
Bütün bunlardan sonra kalkıp bir de “Herkes yargı kararlarına uymak zorundadır” şeklinde yapılan açıklamalar şaka gibi görünmektedir.
Şu anda yaşanan tam anlamıyla bir devlet krizi ve anayasal krizdir.
Mesele bundan ibarettir.
Bu anlamda devletin bekası gerçekten de tehdit altındadır.
Bu tehdit, ancak anayasa ve yasalara uyularak aşılabilir.
Türkiye şu anda tam olarak bununla muhataptır ve görünen o ki bu son gelişmeler, 2017 referandumundaki mühürsüz oylar dâhil her şeyi yeniden tartışmaya açmış ve her şey bir meşruiyet kriziyle karşı karşıya gelmiştir.
Türkiye bugün böyle bir krizi aşmak ve yeniden tarihî çizgisine oturmakla karşı karşıyadır.
Önümüzdeki temel mesele budur.
KAYNAKÇA
Kaşgarlı Mahmud, (2013) Divanü Lûgat-it Türk, (haz) Besim Atalay, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara.
Gökalp, Z. (2007) Ziya Gökalp Kitaplar 1, (haz) Sabri Koz, YKY, İstanbul.
Gökalp, Z. (2025), Ziya Gökalp Kitaplar 2, (haz) Sabri Koz, YKY, İstanbul.
Gözler, K “Asliye Hukuk Mahkemeleri, Siyasî Parti Organlarının Seçimine İlişkin Karar Verebilir Mi?”, https://www.anayasa.gen.tr/chp-kayyim.htm
Hayek, F.V. (2011), Özgürlüğün Anayasası, (çev) Yusuf Ziya Çelikkaya, Bigbang Yayınları, Ankara

ABDULKADİR İLGEN
