Hukuk ve Yargılama Sistemi ile İnsan Hakları Mücadelesinin Neresindeyiz?
Artık 90’lı ve 2000’li yılları değil yeni bir dönemi yaşadığımızın bilinciyle içi boş, karşılığı olmayan, slogandan öte geçmeyen, cüssesinin çok üzerinde politik bir söylemden ziyade ayakları yere basan, öykünmeci olmayan ve insan hakları terazisinin sahibi gibi davranan, kendi zeminini ana mücadele zemini olarak görüp bu zemini çeşitli kariyer hedefleri uğruna araçsallaştırmayan, her başlıkta kurumsallaşmış bir bakış ve duruşla ilerlemek gerekiyor.

Mülakat: Naman Bakaç
Türkiye’nin kronik sorunlarından biri olan yargılama ve hukuk sistemi, Cumhuriyet’ten günümüze kadar bireysel ve toplumsal tahribatını sürdürmektedir. Bu tahribatı gidermeye dönük yer yer kısmi düzenlemeler yapılmış olsa da, hukuk ve yargılama sistemi, toplumun kahir ekseriyetinin şikâyetinden bir türlü kurtulamamaktadır. Zira adil yargılamadan tutun toplum vicdanını yaralayan yargı kararlarına kadar bir dizi başlıkta çarpıklıklar sürgit devam etmekte, bireyin ve toplumun hayatını da nefes alıp vermek kadar direkt etkilemektedir. Bu yüzden toplumda dillendirilen adalet talebi; yersiz, insafsız ve afaki değil, bilakis dipten gelen rahatsızlığın bir dışavurumudur. Bu da, “Hukuk ve yargılama sistemimizin geldiği seviye ile insan hakları mücadelesinin neresindeyiz” sorusunu sıklıkla gündeme getirmektedir.
Hukuk ve yargı sisteminin aktüel ve yapısal sorunlarını, sorunlara dönük çözüm parametrelerini, yeni çözüm süreciyle paralel gündeme gelen yeni anayasa yapımını, kısmi affı ve insan hakları mücadelesinin geldiği noktayı, MAZLUMDER Genel Başkanı Avukat Kaya Kartal ile konuştuk.
YARGILAMALARIN UZUN SÜRMESİNDE; İŞ YÜKÜ FAZLALIĞI, HÂKİM, SAVCI VE AVUKATLARDAKİ EHLİYET MESELESİ İLE HÂKİMLERİN BAĞIMSIZLIĞINA İLİŞKİN SORUNLAR SÖZ KONUSU
Türkiye’de yargılamalar için “hedef süre” uygulaması getirilmesine rağmen uygulamada yargılama süreleri oldukça uzun sürmekte. Basit bir kira davası bile neredeyse iki-üç yılda sonuçlanmakta. Yargılamaların uzun sürmesinin nedenleri nelerdir? Bu uzama beraberinde ne tür sorunlar getiriyor? Yargılamaların uzun sürmemesi için pratik önerileriniz nelerdir?
Adil yargılanma hakkının önemli unsurlarından birisi de makul sürede yargılanma olup bu genel bilinenin aksine sadece uzun süren yargılamalar için değil, çeşitli baskılar sebebiyle bir an önce karar verme motivasyonuyla gündeme gelen ve gereğinden kısa süren yargılamalar için de geçerli olan bir ilkedir. Ama Türkiye’deki yargılamalarda daha çok “hedef süre” uygulaması gibi yeniliklere rağmen dosyaların gereğinden çok fazla uzaması sorunu yaşanmaktadır. “Geciken adalet, adalet değildir” mottosuna rağmen gecikmiş adalet sorunu bir türlü aşılamamakta ve yargıya olan güveni sıfırlamaktadır.
Bunun dönemsel sebepleri olduğu gibi kronik sebepleri de vardır. Sorudaki kira davaları açısından, özellikle pandemi dönemi ve sonrasında enflasyondaki astronomik artışlara rağmen getirilen yüzde 25 sınırının ev sahibi ve kiracı dengesinde yol açtığı kırılmanın davalarda ciddi artış yaşanmasına sebep olduğu kanaatindeyim. Yine alacak, tazminat, iş vb. davalar açısından yüksek enflasyona rağmen yıllık faiz oranının yüzde 9 olması da borçlu taraflar açısından yargı yoluna başvurulmasını oldukça elverişli hale getirmekteydi ve dava öncesi anlaşmaların önünde ciddi bir engel teşkil ediyordu. Bu faiz oranı 2024 yılında yüzde 24’e çıkarıldıysa da bunun da resmî enflasyon verilerinin bile altında olduğu ortadadır. Bu durum tahkim, arabuluculuk ve uzlaşma gibi alternatif yöntemlerle sorun çözmenin önünde de önemli bir engeldir.
Kronik sorunların temelini ise yapısal sorunlar oluşturuyor. İş yükü fazlalığı, kalem personeli ve bilirkişilerden hâkim, savcı ve avukatlara kadar uzanan ehliyet ve yetkinlik sorunları, hâkimlerin bağımsızlığına ve tarafsızlığına ilişkin sorunlar ve bu bağlamda bazı hoşa gitmeyen (!) kararlar sonrası gündeme gelen yer değiştirmeler, çarpık mülakat uygulaması ile daha mesleğin başında referans arayışına itilen hâkim ve savcıların ruh hali ilk akla gelen sebepler olarak zikredilebilir.
UZUN TUTUKLULUK SÜRESİ, BİR ANLAMDA YARGISIZ İNFAZ DURUMU YAŞATMAKTA, KİŞİLER VE TOPLUM BASKILANMAKTADIR
Yargılamaların uzun sürmesi sorunsalının dışında, bir de tutukluluk halinin uzun sürmesi meselesi de söz konusu. Kimi dosyalarda tutukluluğun, hükümlülük haline getirilmesi çokça eleştirilen bir durum. Tutukluluk sürelerinin uzaması ile ilgili çarpıklık neden/nereden kaynaklanıyor? Bunun önüne geçilmesi için eğitsel, yargısal ve yönetimsel ne tür tedbirler alınmalı ya da düzenlemeler yapılmalıdır? Yargının tutukluluk süresini mağduriyete dönüştürmeye iten hangi gerekçelerinin olduğunu sahada gözlemliyorsunuz? Bu gerekçeler ne kadar makul ve yerinde?
Tutuklama, adli kontrol tedbirlerinin yetersiz kalması sebebiyle en son müracaat edilebilecek çok ağır bir koruma tedbiri olmasına rağmen Türkiye’de özellikle siyasi dosyalarda oldukça yoğun başvurulan bir yöntemdir, üstelik çok uzun sürmektedir.
Bir çok örnekte şüpheliler ceza alsa dahi gündeme gelecek infaz süresinden daha fazla tutukluluk süresi ile karşılaşılmaktadır. Bu kapsamda Cumhurbaşkanı’na ve Atatürk’e hakaret dosyaları, halkı yanıltıcı bilgiyi yayma suçlaması ile kanuna aykırı toplantı ve gösteri yürüyüşü suçlamaları örnek olarak verilebilir. Böylece bir anlamda yargısız infaz durumu yaşanmakta, kişiler ve toplum baskılanmaktadır. Bunun politik sebepleri yanında hâkim ve savcıların yetkinliği ile ilgili de sebepleri olduğu kanaatindeyim. Kolluk tarafından hazırlanan dosyalara ciddi anlamda itibar edilmekte, siyasi iktidarın ve sosyal medyadaki tartışmaların etkisi altında kalınmaktadır. Bu sebeplerle bazı örneklerde sosyal medya etkisi ile aynı kişinin birkaç kez tutuklanıp sonra serbest bırakıldığı vakalarla bile karşılaştığımızı hatırlatmak isterim.
Bu sorunun önüne geçmek için masumiyet karinesine ve lekelenmeme hakkına herkesin riayet etmesi gerekiyor. Kendi hassasiyetlerimiz doğrultusunda tutukluluğun veya tahliyenin taraftarlığını yapmadan herkes için adil bir yargılama rejimi talep etmeliyiz. Hâkimlerin gerçekten bağımsız ve tarafsız davranmasının zeminini oluşturmamız lazım. Verdiği tahliye kararı sebebiyle görev yaptığı şehir ya da mahkeme değiştirilen hâkimlerin bulunduğu bir sistemden çok şey bekleyemeyiz.
Tutuklamalarda talep makamının savcılıklar olduğu düşünülünce, başsavcılık kurumunda biriktirilen adli idari gücün de kırılması ve iddia savunma ve hüküm makamları arasında bir denge kurulması gerektiğini de ifade etmek lazım. Hâlihazırda adliyenin patronunun başsavcılık kurumu olduğunu, iktidarın ve adalet bakanlığının başsavcılar üzerinden adliyeyi ve yargıyı kontrol ettiğini göz ardı etmemek lazım. Mevcut durumun adil yargılamanın temel ilkelerinden olan iddia ve savunma arasında olması gereken silahların eşitliği ilkesi açısından da ciddi sorunlara yol açtığını unutmamak lazım.
Anayasa’nın 138’inci maddesi; hâkimlerin görevlerinde bağımsız olduğu, Anayasa’ya ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre karar vermelerini düzenler. Pratikte ise verilen kararların adil olmaktan uzak, toplum vicdanını yaralayan ve hakkaniyet duygusunu tatmin etmekten uzak olduğu oldukça yaygın bir görüş. Adil olmayan bu tip kararlarda hâkimlik teminatı ilkesinin pratikte olmayışının etkisi söz konusu mudur? Yani hâkimlerin atama, görevlerinde yükselme, görev yerlerinin değiştirilmesi, görevden alınmaları ve disiplin cezalarına çarptırılmaları gibi özlük işlerinden kaynaklı durumlar, kararlarda etkili midir? Yoksa bu siyasi iklime göre şekillenen ya da tecrübesizlik veyahut hukuk fakültelerinin eğitim sorunsalından kaynaklanan bir durum mudur?
Bu sorunuza önceki sorularda kısmen cevap vermekle beraber, sizin soru olarak dile getirdiğiniz sebepler de bu kapsamda ele alınabilir. Yani bir taraftan bağımsızlık, tarafsızlık, eğitim, ehliyet ve liyakat sorunları, diğer taraftan siyasi atmosferden kaynaklanan sorunlar öne çıkarılabilir.
BAĞIMSIZ YARGI İÇİN İLKİN HÂKİMLER VE SAVCILAR KURULU’NUN, AVUKATLARIN DA EŞİT ŞEKİLDE DÂHİL EDİLDİĞİ BİR YARGI KURULUNA EVRİLMESİ GEREKİR
Bilgi Üniversitesi’nin yaptığı “Türkiye’de hukuk sisteminin en önemli üç sorunu nedir?” araştırmasında, avukatların yüzde 49,6’sı “yargı bağımsızlığı”nı birinci sırada sayarken, sırasıyla hâkimlerin yüzde 58’i, savcıların yüzde 53’ü, akademisyenlerin ise yüzde 47,2’si bu görüşte. Yargının bağımsızlığı, mahkemelerin yasama ve yürütme erkinden emir ve talimat almamaları ve yargı kararlarının yerine getirilmesinin bu organlarca engellenmemesi olduğuna göre bu sorunu biz neden çözemiyoruz? Yargıya müdahaleyi engelleyecek somut önlemlerin alınacağı bir sistem nasıl kurulur?
Öncelikle bunun bir kültür sorunu olduğunu ifade etmek lazım. Adil yargılanma talebi, istisnaları bir tarafa bırakırsak buna ihtiyacı olanlarca gündeme getirilen bir talep olarak kalıyor maalesef. Yargı maalesef tarih boyunca gücü elinde tutanların bir sindirme aracı olarak kullanılmıştır. Cumhuriyet tarihini yargı üzerinden okuduğunuzda yargı gücünü elinde tutanların sık sık yargı kararlarına saygılı olunması gerektiği söylemini öne sürdüklerini, muhaliflerinin ise adil yargılama yapılmadığını dillendirdiklerini göreceksiniz. Bu aktörlerin yer değiştirdiği durumlarda da dünün mağdurlarının bugün yargı kararlarına saygı talep ettikleri diğerlerinin ise adil yargılanmadıkları, haksız tutuklandıkları ya da cezalandırıldıkları için şikâyet ettiklerini görebilirsiniz. Bu kısır döngüden bir şekilde çıkmak lazım ama bunun işaretlerini bile göremediğimizi itiraf etmek lazım.
Bağımsızlık ve tarafsızlığın gerçekten cari olacağı bir sistem için Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun savunmayı temsil eden avukatların da eşit şekilde dâhil edileceği bir formata evrilerek bir yargı kurulu haline getirilmesi, güvencelerin artırılması, daha baştan direnç kırıcı ve boyun eğici bir etki doğuran ve siyasi referans arayışına iten mülakat sisteminin değiştirilmesi, medya ve siyasetin yargılamayı etkileyici söylem ve eylemlerinin net bariyerlerle durdurulması, adli kolluk sisteminin inşası ile soruşturmaların gerçekten savcılıklar eliyle yürütüldüğü bir düzen kurulması önemli başlıklar olarak ele alınabilir.
Türkiye’de hukuk sistemi ve yargı organları, adil ve özgür bir düzenin kurulmasından çok, ele geçirilmesi gereken bir mevzi olarak kodlanıp buna göre adımlar atılmaktadır. Hangi iktidar gelirse gelsin maalesef bu ele geçirmenin şehvetine kendini kaptırmaktan alıkoyamamaktadır. Bu ele geçirme ya da hâkim olma histerisini aşabilecek miyiz acaba zamanla? Aşmak için hangi sistemsel, zihinsel ve yönetimsel adımlar atılmalıdır? Yoksa bu topraklar bunu sağlamaktan oldukça uzak bir zihinsel haritaya mı sahip?
Hâlihazırda bundan çok uzak bir noktada olduğumuzu düşünüyorum. Mevcut halin, istisnalar bir tarafa bırakılırsa, sanki herkesin işine geldiği duygusuna kapıldığımı ifade etmeliyim. Her fırsatta tutuksuz yargılama talep eden muhaliflerin bile dayak yedikten (mecazi anlamda) bir gün sonra bile bir başka kırmızı çizgi uğruna tutuklama talep ettiği ya da uzun bir tutukluluk sonrası verilen bir tahliye kararını eleştirdiği ve bu kararı geri aldırabildikleri bir ülkede yaşadığımız gerçeğini unutmamak lazım.
Bu sorunun ilk eğitimden hukuk eğitimine, anne baba ilişkilerinden komşu ilişkilerine kadar çok derin sebepleri olduğunu göz ardı etmeden, toplumu ikiyüzlülüğe ve menfaatperestliğe iten sistemsel ve ideolojik sorunları masaya yatırarak, darbe anayasasının çizdiği ideolojiyi ve biçtiği gömleği yırtıp atarak, hak ve adalet mücadelesini, insan hakları bilincini ve iyiliği yayarak, kimden gelirse gelsin ya da kime karşı olursa olsun zulme düşmanlık ederek bu konuda bir ilerleme sağlanabilir.
YENİ ANAYASA İÇİN ÖNCELİKLE KIRMIZI ÇİZGİLERİN VE DEĞİŞTİRİLEMEZ MADDELERİN OLMADIĞI BİR ZEMİN KURULMALIDIR
Son aylarda gündemde olan yeni anayasa yapımına dair Türkiye nasıl bir yol haritası izlemeli? Bir insan hakları savunucusu olarak yeni anayasa yapımının hangi ilkeler üzerine inşa edilmesi gerektiğini düşünüyorsunuz? Türklük, dindarlık, laiklik, Kürt sorunu, hukuk devleti, Türkiye’nin idari yapısı, temel hak ve özgürlüklere ilişkin yapılması düşünülen düzenlemeler için önerileriniz nedir?
Kendisini dayatan bir ihtiyaç olarak yeni anayasa konusu aslında 90’lı yıllardan beri hiç düşmedi gündemden. Ciddi değişiklikler de yapıldı mevcut darbe anayasasında ama neticede halen darbe anayasasının mantığı ve ideolojisi cari olup, bu değişmeden de bir şey değişmiş olmayacak. Sivil anayasa derken siviller eliyle yapılmış ama darbe anayasasının mantığını, ideolojisini ve kırmızı çizgilerini koruyan bir anayasa kastetmediğimizi her fırsatta dile getirmek gerekiyor.
Bizim temel yaklaşımımız öncelikle kırmızı çizgilerin ve değiştirilemez maddelerin olmadığı, her konunun konuşulabildiği bir zeminin kurulması gerektiğidir. Aksi halde darbecilerin değiştirebileceği ama yüzde 99’u da bir araya gelse sivillerin değiştiremeyeceği bir dogmatik metne mahkûm edilmiş oluruz.
Gelinen aşamada Türkiye açısından denge-denetlemenin ne kadar hayati öneme sahip olduğu ortadadır. Artık başkanlık sistemine de geçildiği dikkate alınarak gerçek ve sert bir kuvvetler ayrılığı sistemi kurulması kaçınılmazdır. Bu bakımdan anayasanın yüzlerce maddesi bulunan ayrıntılı bir metne dönüşmeden öz bir metin halinde öncelikle yasama, yürütme ve yargı arasında ve her birinin kendi içerisindeki diğer unsurlarla arasında esaslı bir denge-denetleme sistemi kurulması gerekmektedir.
Kürt meselesi bağlamında kimliğin inkârının önüne geçilmesi, kapsayıcı bir vatandaşlık tanımı ve anadilde eğitim taleplerinin karşılanması gerekmektedir.
KISMİ AF, CEZAEVLERİNDE KAPASİTE AŞIMININ YOL AÇTIĞI SORUNLARDAN DOLAYI GÜNDEME GELMİŞTİR
Hem bir avukat hem de bir insan hakları savunucusu olarak uzun yıllar cezaevlerini ziyaret edip gözlemlerde bulundunuz ve bunlara ilişkin raporlar yayımladınız. Malum, yeni bir ceza infaz sistemi veya kısmi af gündemde. Cezaevlerindeki hak ihlallerinde son durum nedir? Kısmi af, cezaevlerinin doluluğundan mı yoksa toplumsal bir ihtiyaçtan dolayı mı gündeme geldi?
Cezaevlerinin her dönem en önemli sorunlarından birisi kapasite aşımı ve bundan kaynaklanan sorunlardır. İki-üç yılda bir gündeme gelen ve bizim örtülü af olarak değerlendirdiğimiz koşullu salıverme ve denetimli serbestlik düzenlemelerine ve yeni cezaevi inşaatlarıyla kapasitenin sürekli artırılmasına rağmen cezaevleri hızlı bir şekilde dolmuştur. Hâlihazırda cezaevlerinde 300 bin kapasiteye rağmen 400 bine yakın mahpus bulunmaktadır. Kapasite aşımı, zaten kısıtlı olan bir çok imkân ve hakkın daha da kısıtlanmasına ve gecikmesine sebep olmakta, insanların koridorlarda, aynı yatakta ya da nöbetleşe yatmasına yol açmaktadır.
Kısmi af olarak ifade ettiğiniz denetimli serbestlik ve şartlı tahliye düzenlemelerinin kapasite aşımının yol açtığı sorunlardan dolayı gündeme geldiği kanaatindeyim. Zaten bu düzenlemeler tamamen vatandaşlara karşı işlenen suçlarda gündeme gelmiş olup, devlete karşı suçlardan ceza alanlar hep istisna kapsamında tutularak hiçbir olumlu düzenlemeden faydalanamamıştır. Oysa toplumsal ihtiyaç bu suç tipleri açısından da kendisini dayatmaktadır.
Yine hasta mahpuslar sorunu da her dönem önemli başlıklardan olmuştur. Özellikle kendi bakımını yapamayacak derecede ağır hasta olan mahpusların varlığına rağmen adli tıp süreçlerindeki gecikmeler ve katı yaklaşımlar sorunu daha da büyütmektedir. Hasta mahpuslar meselesini, Adli Tıp Kurumu’nu ve infaz erteleme uygulamasını ele aldığımız rapor, bu konuda ayrıntılı değerlendirmelerimizi içermektedir.
Cezaevlerindeki diğer önemli ihlal başlıkları olarak; kişileri intihara kadar sürükleyen insan onuruna aykırı muameleler, şüpheli ölümler, işkence ve kötü muamele iddiaları, yer yer gündeme gelen çıplak arama uygulamaları, uzun süreli hapsetmeden kaynaklanan kalıcı fiziksel ve psikolojik problemler, infazı tamamlayan bazı mahpuslara açık ceza infaz kurumlarına ve denetimli serbestliğe ayrılma gibi haklarının kullandırılmaması, sağlık/hijyen problemleri, hastaneye erişim engelleri, görüş/sohbet yasağı ya da kısıtlamaları, haberleşme hakkına ilişkin sıkıntılar ve kitap sınırlamaları sayılabilir.
YER YER BASKI VE SİNDİRMELER, YER YER MEDYADA UYGULANAN KARARTMALARLA SİVİL TOPLUM GÖRÜNMEZ KILINMIŞTIR
MAZLUMDER’in 1990’lı yıllara dayanan hak arama mücadelesi, müktesebatı, kapasitesi ve rolü söz konusu. Türkiye’de hak temelli örgütlerin kapasitesini nasıl değerlendiriyorsunuz? MAZLUMDER’in 90’lı ve 2000’li yıllara kıyasla diğer insan hakları örgütlerinde görüldüğü gibi daha sönük bir mücadele yürüttüğüne dair eleştirilere karşı neler söylemek isterseniz?
İnsan hakları mücadelesi kendi içerisinde çeşitli zorlukları barındıran, toplumsal anlamda ancak kendi sorunu özelinde dikkate alınan, siyasi atmosferden etkilenen bir mücadele. Sadece Türkiye’de değil dünyada da trend insan hakları aleyhine işliyor maalesef…
Türkiye’de çözüm sürecinin çeşitli sabotajlarla sona ermesi ve sonrasında gündeme gelen darbe girişimi ile devlet, gardını alarak ciddi bir içe kapanma yaşamış ve 2000’li yıllardan beri ortaya konulan müktesebat rafa kaldırılmıştır. Bundan insan hakları alanı ve diğer sivil çalışmalar da nasibini almış, yer yer baskı ve sindirmeler, yer yer medyada uygulanan karartmalarla sivil toplum görünmez kılınmıştır. Öncelikle bunun göz önünde bulundurulması lazım. Yine çözüm sürecinde yapılan hatalı çıkarımlar ve özellikle Kürt meselesinden itibar ya da statü devşirmeye çalışan kişilerin zaafları, sivil örgütleri kurucu kodlarına rağmen ele geçirilmesi gereken birer kale ve siyasete/vekilliğe zıplama tahtası olarak gören yaklaşımların kurumlara verdiği zararı göz ardı etmemek gerekiyor.
AYAKLARI YERE BASAN, ÖYKÜNMECİ OLMAYAN VE İNSAN HAKLARINI ARAÇSALLAŞTIRMAYAN BİR KURUMSAL BAKIŞ VE DURUŞ OLMALI
Dünyada ise özellikle Gazze soykırım süreci ile birlikte insan hakları söylemi ve mekanizmaları ciddi yara almış, söz konusu İsrail’in, ABD’nin ya da Batı’nın öncelikleri olunca milyonlarca insanın hayatının, sağlığının, açlığının aslında teferruat olabileceği, görmezden gelineceği, hatta silah sevkiyatlarıyla, itibar gösterileriyle tasvip edilebileceği bütün dünyaya canlı yayınlarda izletilmiştir. Şimdi biz böyle bir zeminde, herhangi bir fon kaynağı kullanmadan ve bunu ilkesel olarak da reddeden bir duruşla hak mücadelesi vermeye çalışıyoruz. Bu mücadele insani yardım gibi sonucunu hemen görüp rahatlayacağınız bir mücadele de değil üstelik…
Artık 90’lı ve 2000’li yılları değil yeni bir dönemi yaşadığımızın bilinciyle içi boş, karşılığı olmayan, slogandan öte geçmeyen, cüssesinin çok üzerinde politik bir söylemden ziyade ayakları yere basan, öykünmeci olmayan ve insan hakları terazisinin sahibi gibi davranan, kendi zeminini ana mücadele zemini olarak görüp bu zemini çeşitli kariyer hedefleri uğruna araçsallaştırmayan, her başlıkta kurumsallaşmış bir bakış ve duruşla ilerlemek gerekiyor. Ağır adımlarla da olsa bu bakış ve duruşu tahkim etmek için çaba gösteriyoruz, umarım başarılı oluruz.

KAYA KARTAL
