İsrail’in Yarattığı Ortadoğu

Washington, İsrail’in saldırganlığının bedelini ağır ödeyecek. İsrail’in saldırgan politikaları, Arap devletlerini kendisiyle çalışmanın siyasi ve itibari maliyetlerinden caydırarak eski ortaklarını ihtiyatlı düşmanlara dönüştürdü. İsrail’e koşulsuz destek vermek, Washington’ın bölgedeki konumunu zayıflatıyor.

 

israil ortadoğu gazze

Ortadoğu’daki ülkeler İsrail’i yeni ortak tehditleri olarak görmeye başladı. İsrail’in Gazze’deki savaşı, yayılmacı askerî politikaları ve revizyonist tutumu, bölgeyi çok az kişinin öngördüğü bir biçimde yeniden şekillendiriyor.

 

İsrail’in Eylül ayında, 7 Ekim 2023 saldırılarından bu yana Filistin topraklarının yanı sıra vurduğu yedinci ülke olan Katar’da Hamas siyasi liderlerini hedef alması, Körfez devletlerini sarstı. ABD’nin güvenlik çatısının inandırıcılığına da gölge düşürdü. İsrail’in liderleri geçtiğimiz iki yılda, Lübnan’daki Hizbullah liderliğini ortadan kaldırmış olmalarıyla, Yemen’deki hedeflere yönelik tekrar eden saldırılarıyla ve İran’a karşı yıkıcı harekâtlar yürütmekle övündüler. Oysa bunlar, İsrail’in gücünü pekiştirmedi ya da uzunca bir süredir İran ve onun vekil güçlerinden çekinmiş olan Arap devletleriyle ilişkilerini iyileştirmedi. Tam tersi bir etki yarattı. Körfez monarşileri de dâhil olmak üzere, daha önce İsrail’i potansiyel bir ortak olarak gören birçok ülke, artık onu tehlikeli ve öngörülemez bir aktör olarak değerlendiriyor.

 

ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu bu hafta çerçeveyi büyük bir atılım ve bölgede yeniden istikrar sağlamanın bir yolu olarak kutladıkları 20 maddelik bir “barış planı” açıkladılar. Ancak İsrail saldırgan davranmaya devam ettiği ve Filistinlilerin meşru taleplerini ve kaygılarını görmezden geldiği sürece planın beklentileri karşılama ihtimali oldukça zayıf görünüyor. Bölgedeki liderlerin pek çoğu bu açıklamayı olumlu karşılasa da planın iki yıllık savaşın yarattığı yıkımı telafi etmesi pek mümkün değil. Ekim 2023 saldırılarından önce İsrail, Amerika’nın güçlü desteğiyle, bölgeyi kendi lehine yeniden şekillendirmeyi, İran başta olmak üzere düşmanlarını dışarıda bırakarak kendisini Arap hükümetleri için bir ortak gibi göstermeyi hedefliyordu. Bugünse İsrail, kendisini yalnızlaştırmış, Arap devletlerini kendisiyle çalışmanın getirdiği itibari ve siyasi maliyetleri göze almaktan caydırmış ve eski ortaklarını ihtiyatlı düşmanlara dönüştürmüş durumda.

 

Bölgedeki birçok ülke, İsrail’in saldırganlığına güvenlik ortaklıklarını çeşitlendirerek, kendi özerkliklerine yatırım yaparak ve İsrail’le normalleşmeden uzaklaşarak karşılık veriyor. Sadece ABD’nin yardımıyla değil, aynı zamanda Hindistan ve Avrupa’nın da desteğiyle İsrail’i Arap ülkelerine yakınlaştırmayı hedefleyen projelerin birçoğu muhtemelen rafa kalkacak. Bu yalnızca İsrail için değil, ABD için de kötü bir haber. İsrail’e koşulsuz destek vermek, Washington’ın bölgedeki konumunu zayıflatıyor. Bir zamanlar İran tehdidi, bölgedeki ülkeleri ABD çizgisine yakın tutmaya yararken, bugün saldırgan İsrail’in yarattığı korku, onları ABD’den uzaklaştırıyor.

 

ABD, Ortadoğu’da yaşanan dönüşümlere uyanmak zorunda. Yakın zamanda önerilen bu çerçeve, İsrail ile bölge arasındaki bozulmuş ilişkileri onarmaya yetmeyecek. Washington, İsrail’i dizginlemeyi reddeder ve Filistin sorununa adil bir siyasi çözüm arayışına girmezse, bölgedeki kilit ortaklarla bağlarını zayıflatma ve ortaya çıkan yeni bölgesel düzen üzerinde nüfuzunu kaybetme riskiyle karşı karşıya kalacak. Filistin meselesini görmezden gelip, İsrail’e bir dokunulmazlık sağlayarak saldırgan davranmasına izin vermek, ABD’nin çıkarlarını, bölgesel istikrarı ve küresel güvenliği tehdit edecek yeni bir radikalizm dalgasını da körükleyecektir.

 

Dostları Kaybetme Yolları

 

Yirmi yılı aşkın bir süre boyunca İsrail, birçok Arap ülkesiyle ortak çıkarlar etrafında birleşebildi. 1978 Camp David Anlaşmaları sonucunda İsrail ile ilişkilerini normalleştiren ilk Arap devleti Mısır oldu. İki ülke arasındaki barış kırk yıl kadar sürdüyse de, toplumsal düzeyde daha derinde kayda değer bir bağ ve karşılıklılık gelişmedi. Yakın zamana kadar Mısır, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’deki başlıca rakibi olarak görüyordu. Mısır ve Türkiye arasındaki ilişkiler 2013’te Mısır’ın demokratik bir yolla seçilen ilk İslamcı Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin devrilmesinden sonra hızla kötüye gitti. Türkiye, Mursi’yi güçlü şekilde destekledi ve Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah el-Sisi’yi iktidara getiren darbeye karşı çıktı. Bunun sonucunda Sisi yönetimindeki Mısır, İsrail’le ikili anlaşmalar yaptı ve Doğu Akdeniz’de deniz aşırı doğalgaz rezervlerinin ortak arama faaliyetlerini teşvik eden bölgesel bir örgüt olan Doğu Akdeniz Gaz Forumu içinde İsrail’le işbirliği yürüttü. Bu hamlelerle aynı zamanda Türkiye’nin Akdeniz’deki iddialarına karşı koyma amacı da güdülüyordu. Mısır, enerji işbirliğinin ötesinde, Sina Çölü’nde İsrail’le güvenlik koordinasyonunu da derinleştirdi. İsrail’in burada militan gruplara yönelik saldırılarda bulunmasına izin verdi ve Gazze sınırının yönetimine yardımcı oldu.

 

7 Ekim 2023 saldırılarından sonra durum değişti. İsrail’in yürüttüğü harekâtlar, Kahire’yi farklı bir tutum almaya zorladı. Eylül ayında Sisi, İsrail’i “düşman” olarak nitelendirdi ki bu, onlarca yıl dikkatle seçilen bir dil kullanan Mısırlı devlet adamlarının tutumundan önemli bir kopuşa işaret ediyordu. Sisi ayrıca İsrail ile güvenlik işbirliğini düşürerek sembolik bir adım da attı. Mısır ve eski rakibi Türkiye, Doğu Akdeniz’de ortak bir deniz tatbikatı düzenleyerek savunma işbirliğini derinleştirmeyi hedefledi.

 

Halihazırda süren savaştan önce, bazı Körfez ülkeleri İran’ı güvenlikleri bakımından en önemli tehdit olarak gördükleri için temkinli bir biçimde İsrail’le yakınlaşmıştı. İran’ın Irak, Lübnan, Suriye ve Yemen’de silahlı grupları beslemesi ve nükleer emelleriyle bölgede yarattığı istikrarsızlık, Körfez monarşileri ile İsrail arasında iş birliğini cazip kılıyordu. Siyasal İslam’ın yükselişi ve 2011 Arap ayaklanmaları da bu hizalanmayı güçlendirdi; zira hem Körfez yöneticileri hem de İsrail, bu hareketlerin rejimleri devirebileceğinden, bölgeyi yeniden şekillendirebileceğinden ve İsrail’in bölgesel rolünü kısıtlayabileceğinden korkuyordu. İsrail ile birkaç Arap devleti arasında 2020’de ABD’nin yardımıyla imzalanan normalleşme anlaşmaları olan İbrahim Anlaşmaları böyle bir bağlamdan çıkmıştı. Merkezindeki amaç da İran’ı sınırlandırmak ve rejimleri olası yerel ve bölgesel dönüşümlerden uzak tutmaktı.

 

İsrail Eski Ortaklarını İhtiyatlı Rakiplere Dönüştürdü

 

Bugün ise normalleşmenin mantığı çözülüyor. İsrail’in, istediği zaman diğer devletlerin egemenliğini ihlal etmesine dayanan yeni ileri savunma doktrini, bölgedeki neredeyse tüm devletlerin güvensiz hissetmesine neden oluyor. Gazze’deki yıkıcı savaş, Batı Şeria’daki yerleşimlerin (çoğunlukla dini retorikle gerekçelendirilerek) genişlemesi, İsrail’in Lübnan’daki tavizsiz tutumu, Suriye’deki tekrar eden saldırıları ve Suriye topraklarına girmesi, İsrail ile resmi ilişkileri sürdürmeyi Arap hükümetleri için siyasi ve stratejik bir yük haline getirdi. Gerçekten de İsrail’in eylemleri Arap dünyasında öyle bir öfke uyandırdı ki İsrail ile görünür her türden ittifaka girmek, rejimlerin meşruiyeti ve güvenliğine doğrudan bir tehdit haline geldi. Araştırma grubu Arab Barometer’ın bir süre önce yaptığı anketlere ilişkin analizlerine göre, bölge genelinde İsrail ile normalleşmeye verilen kamu desteği son derece düşük olmayı sürdürüyor; hiçbir ülkede bu destek yüzde 13’ü aşmıyor. Fas’ta 2022’de yüzde 31 olan bu oran, 2023’te 7 Ekim saldırılarının ardından yüzde 13’e düştü.

 

Bir zamanlar ABD’nin yoğun baskısı altında İsrail’le ilişkileri normalleştirmesi beklenen Suudi Arabistan, artık yalnızca iç riskler nedeniyle değil, son yıllarda sergilediği saldırgan eylemler de dikkate alındığında, İsrail’in güvenilir bir stratejik ortak olup olmadığına ilişkin şüpheleri nedeniyle tereddütlü durumda. Körfez’de bir zamanlar İsrail’in en yakın müttefiki olan Birleşik Arap Emirlikleri ise İbrahim Anlaşmalarını savunmaya devam ettiği halde İsrail liderlerinin açıkça Gazze’nin boşaltılmasından ve Batı Şeria’nın ilhakından bahsetmesi üzerine, Arap ve Müslüman kamuoyunda itibar kaybı yaşadı. Katar, İsrail’in Doha’da Hamas müzakerecilerini hedef almasının ardından İsrail’in Gazze politikasının başlıca Arap eleştirmeni konumuna geldi. Kuveyt ve Umman ise İsrail ile ülkelerinde hükümetlerinin meşruiyetini zedeleyebilecek, halklarını kızdırabilecek ya da özenli bölgesel denge stratejilerini zora sokabilecek herhangi bir ilişkilenmeden uzak duruyor. Bir zamanlar Körfez’in ve ABD’nin politikacılarının Körfez güvenliğinin olası dayanağı olacağını düşündükleri İsrail, artık bir yük ve istikrarsızlaştırıcı bir tehdit olarak görülüyor.

 

Türkiye’nin tutumunun bu anlamda değişimi de bir o kadar dikkat çekici. Ankara, yıllarca İsrail’i Filistinlilere yönelik tutumu nedeniyle kınadıysa da İsrail’i doğrudan bir güvenlik rakibi olarak görmemişti. İsrail de kendi açısından jeopolitik ve güvenlik meselelerinde Türkiye’yi alenen kışkırtmaya çalışmadı. 2020’de Yunanistan ile Türkiye arasında Doğu Akdeniz’de yaşanan bir gerginlikte İsrail, Mısır ve birçok Avrupa ülkesine kıyasla Türkiye’ye karşı çok daha az çatışmacı bir tavır almıştı. 2023’te Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki savaşta ise hem İsrail hem Türkiye, Azerbaycan’ı destekledi ve askeri ekipman sağladı. İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog 2022’de Ankara’ya resmi ziyaret gerçekleştirdi ve 7 Ekim’den sadece birkaç hafta önce Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, BM Genel Kurulu’nun New York’taki oturum aralarında Doğu Akdeniz’de enerji işbirliğini görüşmek üzere bir araya geldi.

 

Gazze’deki savaş, iki ülkeyi daha da uzaklaştırdı. Türkiye, Gazze’deki harekât nedeniyle İsrail ile ticareti askıya aldı ve hava sahasını İsrail’e kapattı. İsrail’in Suriye’deki eylemleri de Türkiye’yi oldukça endişelendirdi. Türkiye’nin en uzun kara sınırı Suriye ile ve on yıl kadar önce Suriye iç savaşının patlak vermesinden bu yana milyonlarca mülteci Türkiye’ye geldi. Ankara, istikrarlı bir komşu ve merkezi bir Şam istiyor. İsrail ise, Suriye’nin güneyindeki azınlık grupları destekliyor, Suriye topraklarında ilerliyor, ülkenin yeni hükümetini zayıflatıyor ve bölünme ile istikrarsızlığı teşvik ediyor. Suriye jeopolitik mücadelenin kilit bir alanı haline geldikçe, Türkiye de artık İsrail’i büyük bir tehdit olarak algılıyor.

 

Başka Yerlere Bakmak

 

İsrail’in revizyonizmi ve saldırganlığı, bölgede askerîleşmeyi de hızlandırıyor ve savunma stratejilerinde çeşitlenmeyi teşvik ediyor. Devletler, bu iki yıllık çatışmadan dersler çıkarıyor; İran ile İsrail arasındaki çatışmada Rus silahlarının zayıf performansı ve Amerikan silah sistemlerine bağımlılıkla gelen siyasi ve güvenlik kısıtlamaları da bunlar arasında. Hükûmetler, yerli kapasitelerine yatırım yaparak ve tedarikçilerini çeşitlendirerek önlem alıyor. Suudi Arabistan, Çin ile füze ve İHA konusunda işbirliğini genişletti, savunma üretimini daha da yerelleştirme arayışında ve yakın zamanda Pakistan ile bir savunma işbirliği paktı imzaladı. Bunlar, ABD öncülüğündeki güvenlik mimarisi dışında alternatif güvenlik ortaklıkları arayışında olunduğunun ve Müslüman bir güçle bağ kurma niyetinin işaretleri. Birleşik Arap Emirlikleri, Fransa’dan savaş uçakları satın aldı, Güney Kore ile füze savunması ve nükleer enerji konusunda ortaklık kurdu; böylece teknolojik kapasitesini artırırken ABD’ye bağımlılığını azalttı. Katar, Birleşik Krallık’tan Kuveyt ise İtalya’dan Eurofighter Typhoon savaş uçakları edindi ve Avrupa güvenlik ağlarına daha fazla entegre oldu. Körfez ülkelerinin hepsi, uygun maliyetli Türk İHA’ları satın alıyor. Türkiye ise Ağustos ayında, İsrail’in Demir Kubbe sistemiyle karşılaştırılabilir Çelik Kubbe entegre hava savunma sistemini tanıttı. Bu da Türkiye’deki planlamacıların artık kendi kapasitelerini İsrail’le kıyaslama zorunluluğu hissettiğini gösteren doktrinel bir değişimin söz konusu olduğu anlamına geliyor.

 

Bu genişleyen ortaklık ağı, İsrail için giderek daha az alan bırakıyor. İbrahim Anlaşmaları, Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (Hindistan, Ortadoğu ve Avrupa’yı birbirine bağlayan ABD destekli bir ticaret ve bağlantı projesi), İsrail’i Arap ve Batılı ortaklarla bir araya getiren bölgesel güvenlik forumu Negev Zirvesi ve Hindistan, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri ve ABD’yi teknolojik ve ekonomik işbirliği için bir araya getiren I2U2 girişimi gibi bölgesel girişimler, ABD denetiminde Arap-İsrail işbirliğine dayalı yeni bir düzen kurmayı amaçlıyordu. Hedef, Arap devletlerini İsrail’e bağlamak, Türkiye’yi dışlamak ve İran’ı çevrelemekti. Amerikalı ve İsrailli yetkililer, normalleşmenin ve İsrail’in bölgede daha fazla kabul görmesinin kaçınılmaz olduğunu varsayıyordu. Bu vizyon çöküyor. İsrail’in politikası, konuyu zehirli hale getirdi; normalleşme artık Arap liderleri ve hükümetleri için hem iç hem de stratejik bir riske dönüştü.

 

İsrail’le Normalleşmenin Mantığı Çözülüyor

 

Doha’daki İsrail saldırısı bu dinamikleri gözler önüne serdi. Katar, İsrail ile Hamas arasında bir arabulucu ve aynı zamanda bölgede en büyük ABD üssüne ev sahipliği yapan yakın bir Amerikan müttefiki. Bu saldırı yalnızca Katar’ı değil, ABD’nin prestijini ve güvenilirliğini de baltaladı. Körfez yöneticileri buradan İsrail’in öngörülemez ve saldırgan olduğu ve Amerika’nın güvenlik teminatlarının güvenilmez olduğu sonucunu çıkardılar. Bunun sonucunda da, diğer güçlerle ilişkileri çeşitlendirmeye çalışacak ve yerli savunma sanayilerine yatırım yapmaya yönelecekler.

 

Bu gelişmeler, bölgeyi yeniden şekillendirebilecek yeni ittifaklar yaratacak. Bölgenin en önemli iki gücü olan Türkiye ve Suudi Arabistan’ın daha yakın bir işbirliği içinde olması kuvvetle muhtemel. Daha önce Libya dâhil birçok bölgesel sıcak noktada rakip olan iki ülke, artık bölgesel istikrarsızlık ve İsrail’in yıkıcı rolü konusunda benzer kaygılar taşıyor. Suriye’yi istikrara kavuşturma konusunda birlikte çalışabilir, çok taraflı forumlarda Gazze’deki savaşı bitirme ve İsrail’in saldırganlığına mâni olma konusunda baskı oluşturmak için ortak bir çaba içinde olabilirler. Nitekim Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da başta Mısır ve Suudi Arabistan olmak üzere bölgesel devletlerle ortak bir güvenlik platformu kurulması çağrısında bulundu. Hem Erdoğan hem de Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, Gazze savaşının iç politik maliyetlerini yönetmek zorunda. Erdoğan, Ankara’nın daha sonra askıya aldığı İsrail ile ticaretin sürmesi nedeniyle artan kamu öfkesine ve daha sert bir tutum alınmasını isteyen İslamcı ve muhafazakâr tabanın baskısına maruz kaldı; Muhammed ise İsrail ile normalleşmeyi düşünmüş olması nedeniyle krallığında ve daha geniş Arap dünyasında eleştiriyle karşı karşıya. Erdoğan da Muhammed de ayrıca İsrail ile İran arasında daha fazla çatışma ihtimaliyle uğraşmak zorunda.

 

Elbette, İran sorunu ortadan kalkmış değil; bölgesel vekil ağı zayıflamış olsa da tamamen ortadan kalkmadı. Suudi Arabistan ve Türkiye dikkatli adımlar atmak zorunda kalacak. Suudi Arabistan için bu, 2023’te Çin’in arabuluculuğuyla başlatılan temkinli İran yakınlaşmasını sürdürmek, Yemen ve Körfez’de gerilimi azaltmak anlamına geliyor. Türkiye içinse Irak, Suriye ve Güney Kafkasya’da işbirliği ile rekabet arasında bir denge kurmak demek. Hem Suudi Arabistan hem de Türkiye, İran’ı köşeye sıkıştırmadan karşı koyabileceklerinden emin olma arayışında; zira köşeye sıkışan bir İran, asimetrik taktiklere daha çok başvurabilir ve yeni krizler yaratabilir.

 

Muteber Bir Düzen

 

Amerika Birleşik Devletleri açısından bu dinamikler stratejinin yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor. ABD’de siyasete yön verenler, İsrail’in eylemlerinin yarattığı derin endişeyi gözden kaçırıyorlar. Bölgede güvenlik ortaklıklarını çeşitlendirme konusundaki basıncı da dikkate almak zorundalar. İsrail’e koşulsuz desteğin sürmesi, Amerika’nın nüfuzunu zayıflatıyor ve Washington’un bölgeyi yalnızca İsrail’in çıkarları prizmasından gördüğü algısını pekiştiriyor. Bölgesel elitler halihazırda Çin, Avrupa, Rusya ve diğer güçlerle ilişkiler geliştirerek tedbir almaya başladı. ABD kayıtsızca İsrail’i desteklemeye devam ettikçe ve bunun kendi bölgesel ilişkilerine verdiği zararı göz ardı ettikçe, bu eğilim daha da hızlanacak. Bir rota değişikliği olmadan, ABD kendisini İran’ın meydan okumasıyla değil, İsrail’in revizyonist ve yıkıcı rolüyle tanımlanan bir bölgede geride bırakılmış bulacak. Washington kendini buna göre konumlamazsa, Ortadoğu’da yıllardır inşa etmeye çalıştığı stratejik mimarinin yıkımının suç ortağı haline gelecek.

 

ABD, kayda değer ağırlığı sayesinde öngörülebilir gelecekte de şüphesiz bölgede önemli bir aktör olmaya devam edecek. Ancak güvenilirliğini ve nüfuzunu koruyabilmek için yaklaşımını yeniden ayarlamalı; Mısır, Körfez ülkeleri ve Türkiye’nin kaygılarını doğrudan ele almalı ve gerilimi düşürmeye, çatışmaları önlemeye ve ekonomik entegrasyona öncelik veren ortak güvenlik çerçeveleri oluşturmaya çalışmalıdır. Bu, ABD’nin son yıllarda bölgede askerileşmeyi ve blok siyaseti teşvik etme sicilinden keskin bir kopuş anlamına gelecektir. Washington ayrıca, ABD politikasını Filistin meselesinin adil çözümünü desteklemeye dayandırmalıdır. İsrail’in Gazze’deki yıkıcı kampanyasının sona erdirilmesi, bölgenin boşaltılmasının önlenmesi, insan eliyle yaratılan kıtlığın durdurulması ve Batı Şeria’nın ilhakının engellenmesi başlangıç noktaları olmalıdır. ABD, işleyen ve güvenilir bir bölgesel düzen geliştirmek istiyorsa Filistinlilerin durumunu ve İsrail’in revizyonizmini dikkate almamazlık edemez.

 

Bu yazı Foreign Affairs’te yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. 

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.