Sırrı’nın Sessizliği
Bu ülkede her zaman çok bağıranlar kazanır sandık. Ama o hep alçak sesle, kıssalarla, kıssadan hisselerle, ozanlarla, türkülerle konuştu. Çünkü en yüksek hakikatler hep sakince anlatılırdı ona göre. O yüzden Sırrı Süreyya Önder tatlı tatlı, sakin sakin konuşurken biz kulak kesildik.

Bir insanın gidişi bazen bir sandalın kıyıdan ayrılması gibidir. Öyle sessiz, öyle nazik, öyle vakur…
Gözlerinin önünde yavaşça uzaklaşır, ama içindeki deniz kabarır da kabarır. Sırrı Süreyya Önder, o sandalın içinde geriye dönüp bakmadı. Kıyıda kalan bizlerse, elimizde tamamlanmamış cümleleri ve büyük bir barışın hayalini tutuyoruz şimdi.
Bir ağırlık çöktü sanki memleketin üzerine.
Bu sadece yasın ağırlığı değil; bu ağırlık onun taşıdığı onca anlamın aniden koca bir memleketin sırtına yüklenişinin ağırlığı.
Mustafa Çalık’la birlikte ülkenin son ittihatçılarından Roni Margulies de ölünce Yıldıray Oğur Karar’da bir yazı yazmıştı. Hrant Dink’i hatırlatmış ve tanıyan ya da tanımayan herkesin onu sadece ilk ismiyle, “Hrant” diyerek andığını; Roni Margulies için de böyle olduğunu söylemişti. Çünkü birçoğumuz için hayatımızda tanıyıp tanıyabileceğimiz tek Hrant ya da tek Roni vardı.
Peki ya Sırrı Süreyya Önder?
Neden herkes ondan Sırrı diye bahsediyor? Onunla hayatın bir köşesinde yolu kesişenlerin küntü kenz sırrına vakıf olmuş gibi kalakalmasından mı?
Katıksız eşitliğe iman ettiği için mi?
Herkesin herkesle göz hizasından ilişki kurmasını anlatabildiği için mi?
Hayatın tam da içinden gelmiş, memleketin ağacı, kurdu, kuşu, yoksulluğu kadar sahici bir adam olduğu için mi milyonlar aynı anda üzüldü?
Sırrı Süreyya Önder’in ölümü bir insanın değil, bir hâlin ölümü gibi. Mizahla başkaldıran, zarafetle direnen, incelikle isyan eden bir aklın toprağa karışması. Bu ülkede her zaman çok bağıranlar kazanır sandık. Ama o hep alçak sesle, kıssalarla, kıssadan hisselerle, ozanlarla, türkülerle konuştu. Çünkü en yüksek hakikatler hep sakince anlatılırdı ona göre. O yüzden Sırrı Süreyya Önder tatlı tatlı, sakin sakin konuşurken biz kulak kesildik. O konuşurken siyaset edebiyatla kardeş olurdu, Meclis’te Asaf Halet Çelebi’nin şiirleri yankılanırdı, “İbrahim, gönlümü put sanıp da kıran kim” diyerek. Kızgın vekilleri, çölün ortasında Refik Halid Karay’la buluştururdu.
Şimdi düşünüyorum da… Tam da gün akşama dönmüşken, Boğaz erguvana durmuşken, kalkıp, “Sırrı da gitti” demek ne demek biliyor musun? Bu, en güzel kelimelerin boynunun bükülmesi, bazı cümlelerin artık kurulamayacak olması demek. Hayatı boyunca kıyıda durdu ama kıyıyı değiştiren rüzgâr önünden esti. O bir kalemdi, ama kelimelere değil halkların zihnine yazılmıştı. Herkesin karanlık tarafını incitmeden aydınlatabilen nadir adamlardandı.
Hatırlıyorum, ilk kez, taze bir muhabirken, onun düşünce dünyasına oldukça uzak bir yayın organında, Millî Gazete’de çalışırken aramıştım onu. Vekil de değildi sanırım. 40 yıllık ahbap gibi konuşmuştu. Geçireceği bir anjiyodan bahsetmiş ve telefonu da “Arkadaşlara selam” diye kapatmıştı. En son “Ümitli misiniz?” diye sormuştum. Gülümseyip, “Bizimkisi inadına ümit” demişti. İnadına… Çünkü ümidi kolay sevenlerin değil, her şeye rağmen sırtında taşıyanların çağıydı onun çağı. Barışın en kırılgan yerinden, en çok kanayan damarından tutmuştu da yine de elini çekmemişti. Sırrı Süreyya Önder’in yokluğu siyasi bir boşluk değil sadece. Bu, bir rüzgârın durması, bir gülüşün susması, bir şehrin sesiyle birlikte kalbinin de yavaşlaması gibi.
Onun için “sanatçı” dediler, “senarist” dediler, “siyasetçi” dediler. Ama o bunların hiçbirine sığmadı. Çünkü onun varlığı, sadece unvanlardan, kariyerlerden, partilerden ibaret değildi. O bir “hâl”di. Hâlet-i ruhiye gibi, bir memleketin içinde dönüp duran, bazen acıya dokunan, bazen umuda temas eden bir ruh hâliydi.
Şimdi ne olacak? Bu sorunun cevabı yok. Çünkü bu memleket iyi insanlarını erken kaybetmeye alışık. Ama alışkanlık acının azaldığı anlamına gelmez. Tam aksine acıların katlanarak içe işlediği bir coğrafyada yaşıyoruz.
Ve Sırrı Süreyya Önder, bu toprakların en çok içe işleyen sesiydi.
O sustu, evet. Ama bizler hâlâ onun cümlelerinin yankısında yaşıyoruz. Diyarbakır’da bir duvarın dibinde, Adana’da bir sinema salonunun loşluğunda, İstanbul’da sabaha karşı yazılmış bir şiirin dizelerinde, Adıyaman’da 7 yaşında yetim kalmış bir çocuğun gözlerinde, ilk kez üç çeşit yemeği üniversite yemekhanesinde yiyen bir gencin kursağında yankılanıyor sesi.
Sırrı Süreyya Önder şimdi gitmiş olabilir. Ama onunla konuşmayı sürdüreceğiz. Yalnızca anmak için değil, anlamak için… Çünkü onun hayatı sadece yaşanmış bir hayat değil, aynı zamanda bize bırakılmış bir metindi. Ve biz bu metni her seferinde yeniden, her seferinde biraz daha hürmetle ve biraz daha hüzünle okuyacağız.
Çünkü bazı insanlar ölmez. Onlar, sadece biraz daha derin düşünmemizi sağlar.

CİHAT ARPACIK
