“Siyasiler Üniversiteleri Ele Geçirilecek Kurumlar Gibi Görmekten Vazgeçmeli”
İktidar unsurları üniversite özerkliğinin milli iradeye meydan okuma anlamına geldiğini düşünüyor. Üniversitelerin iktidarla uyumu yüksek kişiler tarafından kontrol edilmesi arzulanıyor. Özellikle sosyal bilimlerde akademisyenlerin iktidarın söylemini tekrarlayacak ya da en azından sorgulamayacak kişilerden oluşturulması gibi bir hedef de var. Bu tabii kesif bir siyasileşme, liyakat ilkesinin ihlali ve nihayet kalitesizleşme anlamına geliyor.
Mülakat: Perspektif
Üniversiteler, yalnızca bilgi üretim merkezleri değil; aynı zamanda toplumun entelektüel yön pusulasıdır. Ancak Türkiye’de bu pusulanın uzun süredir şaşmış olduğu, özellikle sosyal bilimlerin maruz kaldığı ideolojik tahakküm, bürokratikleşme ve liyakat erozyonu üzerinden net bir şekilde gözlemlenebilmektedir. Akademik özgürlüklerin daraldığı, düşünsel çeşitliliğin törpülendiği bu zeminde, üniversiteye ve sosyal bilimlere dair yeni bir muhasebe ihtiyacı her geçen gün daha fazla hissedilmektedir. İşte bu ihtiyacın izini süren Prof. Dr. Tanel Demirel, Üniversite, Sosyal Bilimler ve Düşünce Dünyamız: Eleştirel Notlar adlı son kitabında, sadece mevcut durumun bir eleştirisini değil, aynı zamanda düşünce dünyamızın yapısal zaaflarına yönelik derinlikli bir değerlendirme sunuyor.
Üniversitenin özerklikten uzaklaştığı, sosyal bilimlerin düşünsel kısırlıkla malul olduğu bir dönemde, kitabın yer verdiği eleştirel notlar, akademinin içinde bulunduğu çıkmazları anlamayı ve yeniden düşünmeyi mümkün kılıyor. Biz de bu imkândan hareketle, Türkiye’deki akademik yapının temel sorunlarını, ifade özgürlüğünden yerlicilik/evrenselcilik tartışmalarına, yayın fetişizminden akademik liyakat meselesine kadar birçok başlığı Prof. Dr. Tanel Demirel ile konuştuk.
SOSYAL BİLİMCİLERİMİZ SİYASİ AKTÖRLERLE ELEŞTİREL BİR MESAFEYİ TUTTURMAKTA ZORLANIYOR
Üniversite, Sosyal Bilimler ve Düşünce Dünyamız: Eleştirel Notlar başlıklı son kitabınızla neyi hedeflediğinizi sorarak başlamak istiyorum…
Kitabımda üniversite, sosyal bilimler ve düşünce dünyamızın bazı sorunlarına değinmeye çalıştım. İşaret ettiğim sorunlar arasında siyasi aktörlerin üniversite özerkliği fikrine yabancı oluşları, ifade hürriyeti sorunu, eğitim sistemimizin doktriner niteliği ve ezberciliği teşviki, anti-entelektüel damar, bürokratikleşme ve cemaatleşme var. Sosyal bilimcilerimizin siyasi aktörlerle eleştirel bir mesafeyi tutturmakta çok zorlandıklarını da iddia ediyorum. Tabii “evrenselcilik” dediğim Batı-merkezciliği, Batı kaynaklı kuram, yaklaşım ve bilgileri sorgulamadan kabul etme eğilimi ile buna karşı bir tepkiden beslenen biz bize benzeriz, Batı’dan öğreneceğimiz hiçbir şey yok diyen “yerlicilik” eğilimine de değiniyorum. Gelişmiş sosyal bilimler ve fikir dünyasının sosyo-ekonomik gelişme düzeyi ile bağlantılı olduğunu da vurguluyorum.
Kitabınızın Türk Siyasetini Anlamak-Yaklaşımlar Hakkında bir Deneme (2019) adlı kitabınızın devamı olarak okunabileceğini söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Esasen her iki kitap da benim Türkiye’de Marksist olmayan, anaakım sosyal bilimler, özellikle de siyaset bilimi yaklaşımının içerden (zira ben de o gelenek içinde yetiştim) diyebileceğimiz bir eleştirisi üzerine kurulu. Soğuk Savaş döneminin ABD çıkışlı modernleşme kuramı ve Amerikan sosyal bilim anlayışının etkisi altındaki bir paradigma bu. Fikir dünyamızdaki Batı merkezciliği ve Batı dünyasının çifte standartlarına değinmeyen, çoğu zaman anlamadan ziyade tasvir ile yetinen, anlam dünyaları ve zihniyetleri merkeze alan tarihselci bir bakıştan yoksun, toplumsal hayatta sınıf ve statü gruplarının çatışmalarını önemsizleştiren, siyasetin bir güç mücadelesi olduğu gerçeğini zaman zaman ıskalayan bir pratik.
Anaakım sosyal bilimlere bu türlü eleştiriler yıllardır yapılıyor. Sizin eleştirilerinizin farklılığı nerede diye sorsam?
Güzel soru. Ben bu ve benzeri eleştirileri dile getiren Marksistler, İslamcılar ve uç milliyetçilerin çoğu gibi anaakım sosyal bilimler paradigmasının tümüyle reddedilmesinden yana olan biri değilim. Örneğin, radikal Marksist çizgi gibi kapitalizmi çökmeye mahkûm, güçlükle ayakta tutulan bir toplumsal düzen ya da liberal demokrasiyi sömürüyü gizlemeye yarayan bir maske gibi görmüyorum. Batı merkezcilik eleştirilerini yapar, Batı dünyasının çifte standartlarından dem vururken Batı mirası ve tecrübesinin olumlu yönlerini ihmal etmiyor, garbiyatçılık ve/veya yerlicilik tuzaklarına düşmemeye çalışıyorum. Soğuk Savaş döneminde şekillenmiş bu anaakım paradigmanın değişen koşullarda eleştiriler ışığında kendini yenilemesi gerektiğini düşünenlerdenim.
Türkiye’de İkinci Meşrutiyet döneminde ve AKP’nin kabaca ilk 10 yılında ifade özgürlüğünde kısa süreli genişleme yaşansa da, Freedom House’un, RSF’in, V-Dem’in ilgili endekslerine göre 2010-2025 arasında sürekli bir düşüş trendi gözleniyor. Bu daralmayı, Nicos Poulantzas’ın “olağanüstü devlet” teorisi ışığında okuduğumuzda, devletin kriz anlarında “normal hukuku” askıya aldığını, bunun anti-entelektüel tutumları da pekiştirdiğini görüyoruz. Ortada anayasa kuralı varken ve bu keyfi bir şekilde ihlal edilebiliyorken, ifade özgürlüğünün korunması bağlamında başka ne türlü önlemler alınabilir? Bunun sosyolojik yanının, yani toplumun ifade özgürlüğüne bakışının hukuki boyutundan çok daha önemli olduğu, dolayısıyla yasal önlemlerin çok da işe yaramadığını veya yaramayacağını söyleyenlere katılır mısınız?
Öte yandan, Türkiye’de ifade özgürlüğünün geniş olduğunu iddia edenler, bahsi geçen endeksleri “kusurlu metodoloji” ve “Batı merkezli önyargı” gerekçeleriyle reddediyor, bu kurumların “yerel dinamikleri” ve “sosyal medya özgürlüğünü” göz ardı ettiğini ileri sürüyor. Bu savları nasıl değerlendirirsiniz?
Evet, hukuki tedbirleri küçümsüyor gibi anlaşılmak istemem ama ifade özgürlüğü açısından yasal önlemlerin katkısı sınırlı kalıyor maalesef. En önemli faktör, ifade özgürlüğü talep eden, ifade özgürlüğü ihlal edildiğinde tepki gösteren, siyasi ve toplumsal aktörlerin var olması. Bizim sıkıntımız burada.
Demokrasi düzeyini ölçme meselesine gelince. Bu kolay bir şey değil. Esasen burada farklı kesimlerin hak ve hürriyetlerin ne ölçüde ihlal edildiği ya da hayata geçirilebildiğine dair algılarından yola çıkarak sınıflandırmalar yapılıyor. Son derece kaygan bir zemin bu ve sonuçlar her halükârda subjektif kalmaya mahkûm. Ayrıca bu kuruluşların çoğu devletler tarafından destekleniyor. Doğrudan bir bağlantı kurmayalım ama devletlerin Türkiye’ye bakışı olumsuz olunca bu kuruluşların da olumsuzlukları abartma ihtimali artıyor sanki. Ya da tam tersi. Ben bu değerlendirmeleri sorgusuz sualsiz kabul edilecek bilimsel veriler olarak görmediğim gibi, hiçbir özerkliği olmayan kuruluşlarca üretilen devlet bakışını yansıtan raporlar olarak da görmeme taraftarıyım. Dikkate almalıyız, evet. Ancak subjektif niteliklerini de hiç unutmamalıyız. Bu kuruluşların raporlarında ne yazarsa yazsın, ülkemizin liberal demokrasi standartlarından fevkalade uzak olduğu bence çok açık.
EVRENSELCİ SÖYLEM BATI’DA DA ZAYIFLIYOR
AK Parti hükümetleri döneminin ikinci yarısında “yerlilik ve millilik” söylemi bir motto haline geldi. Bunun Batı-karşıtı bir pozisyonu imlediğini görüyoruz. Dolayısıyla “evrenselcilik-yerlicilik” kamplaşmasında yerliciliğin elini güçlendiren bir söylem iktidarın ve devletin bizzat kendisi tarafından üretiliyor. Bunun akademide de “yerliciliği” tahkim ve tervic ettiğini; Evrenselci/Batıcı söylemin “multipolar” bir yere evrilen dünya genelinde de gittikçe zayıflayacağını söyleyebilir miyiz?
Evet evrenselci söylem Batı’da da zayıflıyor ve bu, bir açıdan sahici bir yerliliğe (yerliciliğe değil) alan açılması ihtimali anlamına geliyor. Tabii bu sadece bir ihtimal. Evrenselci söylemin zayıflamasının kitapta eleştirdiğim yerlici eğilimleri güçlendirme olasılığı daha yüksek gibi görünüyor bana. Yerli ve milli üniversite denilerek akademide yerliciliğin teşvik edildiğini biliyoruz.

Prof. Dr. Tanel Demirel – Sİyaset Bilimci
İKTİDAR UNSURLARI ÜNİVERSİTE ÖZERKLİĞİNİN MİLLİ İRADEYE MEYDAN OKUMA ANLAMINA GELDİĞİNİ DÜŞÜNÜYOR
“Sosyal Bilimler, Siyaset ve Mesafe Sorunu” başlıklı bölümde bazı akademisyenlerin militarist görüşlerini vurguluyorsunuz. Bu akademisyenlerden Metin Heper’e göre Türkiye’de ordu, sivil “ara kurumların” eksikliğini gideren dengeleyici bir güç. 15 Temmuz darbesinden sonra Rasim Ozan Kütahyalı, Cem Küçük gibi iktidar yanlısı gazetecilere göre Kemalist askerî vesayet büyük ölçüde tasfiye edildi. Etyen Mahçupyan 15 Temmuz sonrası ortaya çıkan yeni rejimi “yeni İttihatçılık” olarak nitelendiriyor örneğin. Güncel olaylar ışığında okursak, askerî vesayetin çekilmesi, rejimin Guillermo O’Donnell’in “delegatif demokrasi” ve Steven Levitsky’nin “rekabetçi otoriterlik” dediği şeye dönüşmesine zemin teşkil etmiş olabilir mi? Özellikle, CHP’li belediyelere kayyım atanması veya Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması gibi olaylar, vesayetin “demokratikleşme” retoriğiyle meşrulaştırılan tasfiyesinin, yargı ve yerel yönetimler üzerinde yeni bir tür sivil-vesayet rejimi yarattığını gösteriyor mu?
Ayrıca, sosyal bilimlerin mevcut iktidarla yaşadığı “eleştirel mesafe” kaybı, iktidarın “milli irade” söylemiyle nasıl iç içe geçerek akademiyi araçsallaştırıyor?
Ben sivil vesayetten söz etmek yerine yetkilerinin sınırlandırılmasından hoşlanmayan liberal demokrasilerdeki hesap verirlik ve denge-denetleme mekanizmalarını etkisizleştirmeye çalışan bir iktidardan bahsetmeyi tercih ederim. Ayrıca belirteyim, “askerî vesayetin geriletilmesi rejimin rekabetçi otoriteryanizme dönüşmesine zemin teşkil etmiş olabilir mi?” sorusu seçimle gelenleri dengelemek için ordunun siyasi ağırlığını koruması gerekirdi gibi bir düşünceye dayanıyorsa, ben bu fikri sorunlu bulurum. Ordunun siyasette son sözü söylediği bir rejim ile seçilmişlerin hesap verirliklerinin azalıp hukuksuz uygulamalarının ayyuka çıktığı bir rejimi aynı kefeye koymak doğru değil. Evet ikisi de kesinlikle arzu edilebilir rejim türleri değil ancak ben ikincisini “ehven-i şer” olarak görürüm. Dolayısıyla askerlerin ağırlığı azal(tıl)dı, şimdi daha kötü oldu fikrine katılmıyorum. Seçilmişlerin bürokrasiyi kontrol altına almaları, liberal demokrasinin gerekli ancak yeterli olmayan bir şartı. Orduyu seçilmişleri kontrol edecek bir güç olarak kabul ederseniz, o orduyu denetim altına almakta zorlanırsınız. Günümüz Türkiye’sinde serbest ve adil olma niteliği hayli zedelenmiş olsa bile iktidarın seçimle değiştirilebilme olasılığı halen mümkün gibi görünüyor.
Sorunuzun ikinci kısmına gelince, iktidar unsurları üniversite özerkliğinin milli iradeye meydan okuma anlamına geldiğini düşünüyor. Üniversitelerin iktidarla uyumu yüksek kişiler tarafından kontrol edilmesi arzulanıyor. Özellikle sosyal bilimlerde akademisyenlerin iktidarın söylemini tekrarlayacak ya da en azından sorgulamayacak kişilerden oluşturulması gibi bir hedef de var. Bu tabii kesif bir siyasileşme, liyakat ilkesinin ihlali ve nihayet kalitesizleşme anlamına geliyor.
YÖK ve üniversite özerkliği arasındaki gerilimi çözme konusunda ne gibi pratik ve yasal çözümler öneriyorsunuz? Bu gerilimi aşmak için, “katılımcı özerklik” modelleri (örneğin, akademik senato ve bağımsız denetçilerin kolektif karar süreçleri) veya “şeffaf hesap verebilirlik” mekanizmaları (yayın performansının sadece niceliksel değil, niteliksel ölçütlerle denetimi) gibi alternatifler ne ölçüde işlevsel olabilir?
Kitabımda somut öneriler yok, çünkü kitabın konusu o değil. Ancak yine de ne yapılmaması gerektiğine dair birkaç şeyden bahsedebilirim. Siyasilerin, üniversiteleri, ele geçirilecek, yandaşlarla doldurulacak bürokratik kurumlar gibi görmekten vazgeçmeleri, üniversitelerin ancak belli bir özerkliğe sahip olurlarsa anlamlı olabilecekleri gerçeğini unutmamaları gerekiyor. En önemlisi bu. İkincisi rektör, dekan, bölüm başkanı gibi idari pozisyonlara üniversitenin ne olduğunu bilen, akademik müktesebatı sağlam, liyakati önemseyen insanların getirilmelerinin önünü açan bir düzenek olmalı. Üniversite yöneticilerinin öğretim üyeleri tarafından seçilmeleri önemli ancak bu da sihirli bir çözüm değil. Her halükârda seçimle gelen ile siyasi otorite tarafından atananlar arasındaki denge korunmalı. Merkezi bir koordinasyon kurumu olabilir ancak bu kurum üniversitelerin yerel ve tarihsel şartlara göre farklılaşabilmelerine engel olmamalı. Ayrıca, üniversite özerkliğini hiçbir kamusal denetime tabi olmama olarak yorumlayanlara da engel olmak önemli.
BİRÇOK DEVLET ÜNİVERSİTESİNDE NİTELİKTEN ZİYADE NİCELİK ÖDÜLLENDİRİLİYOR
Liberal teori, bireysel motivasyon ve rekabeti piyasa dinamiklerinin itici gücü olarak kabul eder. Ancak akademideki kariyerizm ve yayın fetişizmi, bahsettiğiniz gibi bilgi üretimini “performans endeksli” bir sürece indirgeyerek eleştirelliği zayıflatıyor. Kariyerizm, akademik cemaatleşme ve yayın fetişizmi gibi olguların, Türkiye’de sosyal bilimleri bürokratikleşmeye ve entelektüel sığlaşmaya ittiğini savunuyorsunuz. Bu sorunların sosyal bilim camiasının içsel örgütlenme biçimlerinin de sonucu olduğunu ileri sürüyorsunuz. Bu çerçevede, üniversitelerde yayın ve teşvik sistemlerinin verimliliği ve akademik gelişim, çıktı verecek şekilde nasıl yeniden yapılandırılabilir? Hangi somut düzenlemeler o matlub entelektüel ekosistemi doğurabilir? Yayınların niceliğinden çok niteliğine odaklanan bir akademik kültür için hangi somut yapısal değişiklikler önerilebilir?
Öncelikle sosyal bilimler için konuşuyorum. Bir teşvik sistemi olacaksa, sadece “kaliteli” çalışmaları teşvik edecek bir sistem olmalı (Bu arada kaliteli yayın kavramının da tartışmalı olduğunu ekleyeyim). Görebildiğim kadarıyla birçok devlet üniversitesinde nitelikten ziyade nicelik ödüllendiriliyor. Yayın sayısının öne çıkması, ahlakiliği fevkalade tartışmalı birçok uygulamayı teşvik ediyor. İkincisi, rektör, dekan, bölüm başkanı gibi idari pozisyonlara üniversitenin ne olduğunu bilen, liyakati önemseyen insanların getirilmelerinin önünün açılması. Doktora eğitiminin kalitesinin artırılarak doçentlik ve profesörlük gibi unvanların maddi manevi getirilerinin azaltılmasının da, insanları anlamsız tebliğler sunma, konferanslara katılma ya da sade suya tirit yayınlar yapma eğiliminden uzak tutmakta etkili olabileceğini düşünüyorum.
Son bölümde, Türkiye’de akademik eleştirinin ya yıkıcı ve kişisel ya da aşırı övgüye dayalı olduğunu, dolayısıyla sağlıklı bir eleştirel diyalog ortamının oluşamadığını söylüyorsunuz. Akademik kamuoyunun, özellikle sosyal bilimcilerin iç mekanizmalarını bu anlamda nasıl iyileştirmesi gerekir? Bu sorunu sadece bir zihniyet meselesi olarak mı görüyorsunuz, yoksa kurumsal çözüm yolları da var mı?
Ağırlıklı olarak bir zihniyet meselesi olarak görüyorum. Bu zihniyetin değişmesi de, her şeyden önce, üniversitenin ne olup olmadığını bilen akademisyen sayısının artmasına bağlı. Eleştirel diyaloğun akademik faaliyetin olmazsa olmaz bir şartı olduğunun kabulü gerekiyor. Hâlihazırda var olan meslek derneklerinin daha kapsayıcı hale getirilmesi doğrultusunda çaba gösterilmesi de önemli. Keza sadece kitap değerlendirmelerine yer veren nitelikli yayınların teşviki de anlamlı olur.
TANEL DEMİREL