Suriye’de Moskova Dışında Seçenekler Mümkün
5 Mart Zirvesi, bugüne kadarki Erdoğan-Putin görüşmelerinin en çetini olmaya aday. Türkiye kabul etmekte zorlanacağı ve geçici olmaya mahkum bir ateşkes anlaşması ile askeri operasyona ivme verme seçenekleri arasında tercihe zorlanacaktır.
- SİNAN ÜLGEN
- 3 Mart 2020

Son birkaç günde İdlib’de yaşanan çatışmalardan sonra 5 Mart tarihinde, Moskova’da Türkiye ile Rusya Devlet Başkanları arasında kritik bir görüşme olacak. Bu görüşme öncesinde Türkiye’nin müzakere pozisyonunu incelemekte yarar var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da yaptığı açıklamalardan anlaşıldığı üzere; Türkiye, rejim güçlerinin Soçi Anlaşması sınırlarına dönmesini, M5 karayolu ile anılan anlaşmaya göre kurulmuş olan Türk Silahlı Kuvvetlerine (TSK) ait gözlem noktalarının çizdiği sınırın dışına hareket etmesini istiyor. Peki ülkemizin diplomasi masasında bu çözümü zorlayacak imkânları neler?
Rusya’nın İdlib Mesajı
İdlib’deki gibi çatışmalı ortamlarda, diplomasi askeri caydırıcılık ile beslendiği ölçüde daha güçlü olur. Dolayısıyla, bu noktada ülkemizin Moskova müzakereleri öncesinde İdlib’deki askeri caydırıcılığını da kısaca değerlendirmek gerekir.
Öncelikle Türk Silahlı Kuvvetlerinin 34 şehit verdiği hava saldırısını takiben Silahlı İnsansız Hava Araçları (SİHA) destekli başlattığı karşı saldırı ile kayda değer bir taktik başarı kazandığını ifade etmek lazım. Gerçekten de harp tarihine geçecek yoğunluk ve başarıda bir taarruzi harekat yürütüldü. Ancak bu durumun Moskova görüşmelerinin dinamiğini etkileyecek biçimde ve Türkiye’nin müzakere pozisyonunu güçlendirecek nitelikte olmasını beklememek lazım.
Bunun ilk nedeni, SİHA’lara dayalı bu harekatın zaten bizzat Rusya’nın icazeti ile icra edilmiş olmasıdır. Rusya, Türk SİHA’larının İdlib hava sahasını serbestçe kullanmasına bir anlamda göz yumdu. Yoksa bölgedeki elektronik harp, hava savunma sistemleri ve hatta uçakları ile bu eylemleri en azından bir ölçüde engelleyebilirdi ama engellemedi. Engellemeyişinin birkaç açıklaması olabilir.
Birincisi; Putin, 34 şehit sonrasında Türkiye’nin iç kamuoyunu da yatıştıracak bir tepki vermesine olanak sağlamayı, Kasım 2015 uçak krizinden bu yana hızla gelişen ikili ilişkilerin geleceği bakımından daha yararlı gördü. Keza Türkiye’nin Rusya tehditi altında bu kez ABD ve Batılı müttefikleri ile yakınlaşmasını engellemek istedi. Ayrıca bu sayede Esad rejimine de bir mesaj verdi. Rusya desteği olmadan rejimin Türkiye karşısında bir askeri hezimete uğrayacağını hissettirdi. Kaldı ki SİHA saldırıları, neticede sahada stratejik dengeleri değiştirecek bir sonuç üretmedi. Nitekim bu yazının kaleme alındığı sırada hedef konumlardan biri olan Sarakib şehri Rus askeri polisi kontrolüne girdi.
Türkiye’nin Diplomatik Kırılganlığı
Ancak belki daha da önemlisi, İdlib’deki askeri birliklerimizin hava savunması bakımından mevcut zafiyetleridir. Diplomatik pozisyonumuzun belki de en kritik kırılganlığını da bu durum oluşturuyor. Zira askeri seçenekte, yani İdlib’de operasyona devam edilmesine karar verilmesi durumunda, en büyük risk, Türkiye’ye İdlib hava sahasının kapalı olması ve birliklerimize havadan yapılacak saldırılara karşı yeterli ölçüde bir müdafi sistemimizin olmamasıdır.
Bu şartlar altında Rus tarafı, Türkiye’nin İdlib’de istemediği şartlarda bir siyasi çözümü zorlamaya çalışacaktır. Zaten bir hafta kadar önce yapılan heyetlerarası görüşmelerde bir Rus planı sunulmuştu. Buna göre; Türkiye’nin kontrolüne İdlib’de sınırdan 5 km mesafede bir bölge bırakılmakta, bu bölgede TSK unsurlarının artık sayıları 1 milyonu bulan yerlerinden edilmiş sivil nüfus ile birlikte bulunması önerilmekteydi. Tabiatıyla Türkiye bu teklifi o zaman reddetmişti. Ancak 5 Mart’ta Moskova’da masada bize sunulacak teklifin bundan çok farklı olmasını beklemek gerçekçi olmayacaktır. Bu açıdan bakıldığında 5 Mart Zirvesi, bugüne kadarki Erdoğan-Putin görüşmelerinin en çetini olmaya aday.
Türkiye kabul etmekte zorlanacağı ve geçici olmaya mahkum bir ateşkes anlaşması ile askeri operasyona ivme verme seçenekleri arasında tercihe zorlanacaktır.
Türkiye İçin Başka Seçenek Mümkün
Oysa ki ülkemiz bakımından bir üçüncü seçenek daha mevcut aslında. O da İdlib krizine uluslararası toplumu dahil etmek. Zaten aslında birkaç gün önce başlanan Suriyeli mültecilere yönelik sınır kontrollerinin askıya alınması ve mültecilerin Yunanistan sınırına yığılmasına yönelik politika da bu amaca matuf. Ama maalesef bütünselliği olan, arka planı iyi hazırlanmış bir diplomatik kampanyanın parçası olmadığı için ne derece amaca hizmet edeceği meçhul. Bu nedenle, yabancı basın bile bu hareket ile Türkiye’nin ne amaçladığını sorguluyor.
Burada amaç Avrupa’nın mültecilere yönelik yardımını artırması mı, daha fazla mülteci alması mı, İdlib konusunda Türkiye’ye siyasi ve hatta askeri destek vermesi mi belli değil. Oysa, mülteci kartı bu şekilde oynanacaksa bunun somut bir siyasi hedefle bağlantılandırılması gerekir. Ayrıca Türk diplomasisinin de bu somut hedefi anlatması ve muhtelif Batılı başkentlerde girişimlerde bulunması lazım. Ancak tercih edilen geleneksel ve kurumsal diplomasi yerine megafon diplomasisi olunca hedeften de uzaklaşılmış oluyor.
Bu noktada Türkiye’nin gerçekten de haklı ve meşru talepleri var. Bu meşru talepler, İdlib’deki konjonktür ile birleştirilerek netice alınabilecek bir oyun planı kurgulanabilirdi. En başta uluslararası toplum İdlib’deki insani trajediye duyarsız kalmamaya davet edilmeliydi. Daha somut bir anlatımla, AB önderliğinde bir insani yardım misyonu NATO’nun askeri desteği ile sahaya inmeye teşvik edilmeliydi. Böylelikle Türkiye, İdlib’deki insani krizi kendi sorumluluğundan çıkarıp uluslararası toplumun bir sorunu hâline getirebilirdi. Batı başkentlerindeki girişimlerde ise bu plana karşı çıkması muhtemel olan Rusya üzerinde potansiyel yaptırımlarla baskı kurulması istenmeliydi.
Belki de hâlâ çok geç kalınmış değildir. Türkiye, İdlib’deki izolasyonunu kırmak ve Rusya ile müzakere masasında baş başa kalmamak adına Batı başkentlerinde ve medyasında, Yugoslavya savaşlarından bu yana Avrupa kıtasına yakın bir bölgede en büyük çaplı insani krizin yaşandığı İdlib coğrafyasına Batılı müttefiklerimizin artık duyarsız kalamayacaklarını yüksek sesle ifade etmeli ve somut hedef olarak da AB-NATO işbirliği ile acil bir insani müdahale misyonu talep etmelidir. Geçmişte Bosna ve Makedonya’da aynen bu şekilde bir işbirliği ile AB-NATO ikilisinin çatışma sonrası stabilizasyon misyonlarını gerçekleştirdiği hatırda tutulmalıdır. Sorunlu olsa da bu nitelikteki ortak misyonların siyasi ve hukuki çerçevesini oluşturan Berlin Plus anlaşmaları temelinde AB ile NATO’nun bu görevi yeniden ortaklaşa ifa etmelerine Türkiye öncü olmalıdır. Bu yapıldığı takdirde Türkiye hamle üstünlüğünü ele geçirecek ve özellikle Rusya karşısında daha güçlü bir diplomatik avantaj elde edecektir.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

SİNAN ÜLGEN
