Ahlakın Söylemediği

İdeolojik kümelerin hepsinin kişi ve eylemi arasında sıkı bir organik ilişki kurma alışkanlığına sahip olması, en büyük handikaplarımızdan birini oluşturuyor. Herhangi bir konuda asıl meseleyi konuşmak yerine, konu, hep bir noktaya, o meseleyi icra eden kişi ve onun aidiyeti üzerinde odaklanıyor. Dolayısıyla da mesele yerine kişi, grup, grup aidiyeti ve bu aidiyetin taşıdığı soyut değerler tartışılıyor.

ahlakın üstünlüğü

Geleneğin dünyasında kişinin davranışları etik değerlerle ilişkili bir ritüel gibi yaşanır, etik de içeriğini kutsaldan alırdı. Bu, dünyanın her tarafında böyleydi. Kutsal, hayatın içine o kadar girmişti ki buharlı gemiler kullanıma girdiğinde Fransa’da adalı bir vaiz “Tanrı’nın birbirinden ayırdığı suyu ve ateşi bu şekilde kullanmaya kimin hakkı var” diye yakınmış ve vaazlar vermişti.

 

O dönemde Tanrı’nın kurallarını bozan bu ateşten ve demirden yaratık Tevrat’taki “Leviathan”a benzetilmişti. Napolyon’un buharlı gemiler hakkında danıştığı Bilimler Akademisi de bunlardan farklı değildi. Onlar da aynı kanaatteydi. Hugo, o dönemi anlatırken “Bilim mahkûm ediyor, din lanetliyor” diye yakınır (Hugo, Mart 2024: 51).

 

Hayatın anlamı buydu; içerik ve ritüel. Her ikisine birden anlam veren de kutsaldı. Davranış kodlarının tamamı bunlarla belirlenmişti. Modern devirlerle birlikte hem içerik hem de onun kaynağı değişti. Artık meşruiyetin kaynağı göklerde değil, yeryüzünde aranmaya başlamıştı. 

 

Nihayet, buna bir de içerikle eylem arasındaki ayrışma, özerkleşme eklendi. Artık eylem başka, kişi başkaydı ve ikisi arasında organik bir ilişki kurulmuyordu. 

 

Artık kişinin nitelik ve yetenekleri, onun organik birliğinin bir parçası değil, kişiden özerk, bağımsız nesnelliklerdi. Mesela bir işçinin işini iyi yapması, onun karakterinin değil, işinin bir parçasıydı. Orada değerlendirilen kişi değil, yaptığı işti. Kişi olmasa bile yaptığı iş, alınıp satılabilen basit bir meta değerdi.

 

Ya Bizde

 

Türk Modernleşme sürecinde de benzer gelişmeler yaşandı. Orada da resmî kodlar tıpkı Batılı muadillerinde olduğu gibi kökten değiştirildi. Değiştirildi ama bu sadece kâğıt üzerinde bir değiştirmeydi. Cumhuriyet’in erken devirlerindeki bütün radikal uygulamalara rağmen geleneğin kodları kendini bir şekilde devam ettirdi. Şekil seküler olsa da içerik çoğu kez dinî ve geleneksel olmaya devam edebiliyordu.

 

Bu durumda ulus-devletin seküler içerikli millî birlik ve beraberlik ilkesi bile “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın” şeklinde anlaşılıyor ve kendine o şekilde kültürel bir arketip bulabiliyordu. Bu haliyle Türk Modernleşmesi, bilhassa Cumhuriyet’in erken yıllarıyla birlikte her ne kadar eskinin radikal tasfiyesi şeklinde bir görüntü arz etse de genel hatlarıyla eskiyi yeni bir formla devam ettiren bir model olarak görülebilir.

 

Yeni Hayat kendini her ne kadar seküler kabuller üzerine oturtmuş gibi olsa da temelde yaşanan şey, eskiden olduğu gibi aynı mantık örgüsü üzerine kurulmuş görünüyordu. Buna göre kişinin davranış ve nitelikleri, hâlâ onun organik birliğinin bir parçası ve devamı şeklinde anlaşılıyor ve kişi ona göre değerlendiriliyordu.

 

“Cumhuriyet bir diğer yönden de ümmet strüktürünün devamını sağlamıştır. Vatanperverlik, beraber olma ve başkalarına karşı koyma ümmet hissini devam ettirici bir unsurdu… Bayrak ve kahramanlık değerleri ise Battal Gazi menkıbelerinden uzak değildi… Köysel bir çevrede Mehmetçik kolayca yeniden Battal Gazi ve Ali olabiliyordu.” (Mardin, 1990: 112).

 

Demek ki modernleştik demekle modernleşme olmadığı gibi, sloganlarla da eskinin yerine yenisi ikame edilemiyormuş. Bunun olması için de kültürel bir altyapı, uzun bir geçmiş gerekiyormuş. Türk Modernleşmesi ve bilhassa Cumhuriyet reformları, işte bunu başaramamış ve eskinin yerine yenisini ikame edememişti. Bundan dolayı da eylemle kişi arasındaki organik bağ aynen devam ettirilmişti.

 

Geleneğin Direnci

 

Gelenek kendisini sadece içerik olarak değil, o içeriğin taşıyıcı kodları olan araçlarıyla da devam ettirdi. Nasıl seküler bir içerik olan “millî birlik” kavramı, “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın” şeklindeki dinî bir içeriğe dönüştürülmüş ve o şekilde anlaşılmışsa, içerik olarak seküler bir şekle dönüştürülen davranış ve içerikler de “organik bir bütünlük” içinde yaşamaya devam etmiştir.

 

Bu sefer de bu organik bütünlük geleneksel bir içerik yerine, yeri gelmiş katı Kemalist ideolojik kodlar, yeri gelmiş Marksist, yeri gelmiş milliyetçilik örneğinde görüldüğü gibi çağdaş başka bir ideolojik kodun yerel sürümleri, yeri gelmiş İslamcılık veya onun dünya kadar sürümü olan çeşitli cemaat formlarıyla sahneye inmiştir.

 

Eskiden en azından, gücü ve meşruiyetini geleneğin inşa ettiği belli bir form üzerinden devam ettiren geleneksel bir birlik formu ve içeriği varken, şimdi bunun yerine çoklu ve birbirine karşıt dünya kadar form ve içerik arz-ı endam etmiş bulunuyor. Bunların hepsinde de bir ve aynı olan ise kişi ve eylemi arasında kurulan organik birliğe duyulan inanç.

 

İçerikler arasındaki karşıtlık ve uyumsuzluk her neyse de yukarıda sayılan ideolojik kümelerin hepsinin aynı şeye, kişi ve eylemi arasında sıkı bir organik ilişki kurma alışkanlığına sahip olması; geleneğin bu biçimi, en büyük handikaplarımızdan birini oluşturuyor. Bu yüzden herhangi bir konuda asıl meseleyi konuşmak yerine, konu, hep bir noktaya, o meseleyi icra eden kişi ve onun aidiyeti üzerinde odaklanıyor. Dolayısıyla da mesele yerine kişi, grup, grup aidiyeti ve bu aidiyetin taşıdığı soyut değerler tartışılıyor.

 

Mesela bir yerde yolsuzluk olmuşsa, yolsuzluk değil de yolsuzluğu yapan kişinin aidiyeti, ait olduğu grup değerleri, ideolojisi ve o grubun kendisi tartışılıyor. Deniyor ki, “Alnı secdeye değmiş bir adam bunu yapar mı, yapmaz”. Ya da Ankara’nın ortasında yaşanan bir cinayet örneğinde görüldüğü gibi cinayet ve bu cinayeti organize eden katiller yerine, cinayete karışanların kimliği, ideolojisi, grup veya grup değerleri tartışılmaya açıldığı için orada da mesele bir türlü hukuk devleti olmanın gereği olarak suç ve suçun şahsiliği etrafında tartışılmıyor.

 

Benzer şeyler yıllarca kendilerini Atatürkçü olarak tanıtan ve Atatürkçü Düşünce Derneği öncülüğünde “Cumhuriyet Mitingleri” düzenleyerek mütedeyyin kitleleri hedef alan ve tartışmayı eylem ve davranışlar üzerinden değil, soyut içerik ve ideolojiler üzerinden yürüten katı, seküler Kemalist cephede sürdürüldü.

 

Aynı şey FETÖ davalarında görülüyor. Orada da sanıkların çoğu ayrım yapılmaksızın isnat edilen suçun atıfta bulunduğu kimlik, ideoloji ve grup aidiyeti üzerinden itham ediliyor. Kimse de çıkıp, yahu mahkemeler infaz memuru değil, suçluyu suçsuzdan ayıran bağımsız birimler demiyor. Orada da mahkemeler kişi ve grupla eylem arasında kesin ve müstakil çizgiler çekmek yerine, bu ikisini aynı organik birlik içinde ele aldığı için hukuk zedeleniyor, Türk devletinin itibarı zayıflatılıyor.

 

Netice Olarak

 

Doğu ve Batı arasında ya da geleneksel toplumlarla modern toplumlar arasındaki ayrımlardan biri olan bu mesele, bu kişilikle kişinin yaptığı iş arasında kurulan organik bağ, birçok şey birbirine karıştırıyor. Oysa kişilik başka, yapılan iş başkadır. Öyle olduğu için de kötü bir kişi iyi bir iş yapabileceği gibi, iyi bir kişi de kötü bir iş yapabilir.

 

Bu ayrım yapılmazsa, işin ehline verilmeyişi yüzünden hem ekonomik ve toplumsal sonuçlar hem de kişilik ve eylemleri arasında kesin bir ayrım yapılmayışı yüzünden istenmeyen hukukî sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Bu da sadece devlete olan güveni değil, hukuk ve toplumsal değerler setine olan saygı ve inancı da zedeliyor.

 

Günümüzde Deizme kayışın hiç olmadığı kadar artması da bu ayrımın yapılmış olmayışından kaynaklanıyor. Orada da kişilik ile kişi ve davranışları aynı rafta ve aynı bağlamda, grup değerleri bağlamında değerlendirildiği için, İslamcı bir iktidarın yanlışları bireysel hatalar olarak değil, topyekûn grup değerleri ve davranışları olarak mahkûm edilerek, aslında kişiler değil bizatihi dinin kendisi yargılanmış oluyor.

 

Oysa kişilik başka, kişi başka, kişinin eylemi başkadır. Bu ayrım yapılmadığı ve her şey birlikte ve iç içe değerlendirilmediği için elmayla armut birbirine karıştırılıyor. Bunun böyle olduğu biline bilene, kullanacak başka hiçbir sermayesi kalmayanlar bile bile bu değerleri tepe tepe kullanmaya devam ediyorlar.

 

Hazin olan budur… 

 

Victor Hugo, (Mart 2024), Deniz İşçileri, (çev) Volkan Yalçıntoklu, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul. 

Mardin, Ş. (1990), Din ve İdeoloji: toplu eserleri 2, İletişim Yayınları, İstanbul.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.