Amerikan Seçim Belirsizliği
Amerikan siyasi istikrarsızlığı, deglobalizasyonun, ticaret savaşlarının ve güvenlik gerilimlerinin üzerinde durduğu fay hatlarını çok daha derinleştirecek şekilde kırma potansiyeline sahip. Taç giyen başın akıllanması Trump ve Harris için geçerli olur mu bilmiyoruz. Derinleşen istikrarsızlığın bugün içinde bulunulan küresel jeopolitik depresyonu çok daha sıkıntılı bir düzleme sürükleyeceğini akılda tutarak, seçimleri kimin kazanacağının bu kriz senaryosunu ortadan kaldırmayacağını ama ivmesini değiştirebileceğini söyleyebiliriz.
California ve Texas “Batı Güçleri” birliğini ilan edip Amerika Birleşik Devletleri’nden ayrıldılar. Diğer eyaletler de ayrılma sırasına girdiler. Anayasa’yı çiğneyerek üçüncü kez göreve gelen başkan, ayaklanmaları en hızlı ve en sert şekilde bastıracağının sözünü verdi. Amerikan ordusunun bütün güçlerini seferber ederek sivil halk üzerine SİHA’ları salmaktan imtina edilmedi. Buna rağmen Batı Güçleri, Beyaz Saray’a doğru kararlı bir şekilde ilerliyorlar. Bu sahneler, yakın zamanda Amerika’da çekilen ve ses getiren İç Savaş filminden. Bugün yapılacak seçimler öncesinde, Amerika’nın seçimleri ve yakın geleceğine yönelik üretilmedik distopik senaryo kalmadı. Son yıllarda “Amerika’da iç savaş senaryosu” üzerine düzinelerce bilimkurgu roman Amerika’da ve Avrupa’da yayımlandı. Bu yeni literatürün ortaya çıkmasının arkasında elbette Trump döneminde yaşananlar, özellikle de Amerikan Kongresi’nin basılması var. Ancak meseleye biraz dikkatli bakanlar, yapısal sorunların Trump’ı fazlasıyla aşacak düzeyde olduğunu da görüyorlar.
Bugün Amerika’nın siyasi krizi, yalnızca söylemde değil, fiziksel çatışma korkusunun da arttığı derin bir ideolojik bölünmeyi yansıtıyor. Alex Garland’ın İç Savaş filmi, bu korkuyu kullanarak her tarafa yayıldığı bir distopik Amerika’yı sunuyor. Bu betimleme, siyasi şiddet ve toplumsal ayrışma korkusunu artırarak, her seçim döneminde daha da olası görünen bir düşünceye işaret ediyor. Üstelik, ABD tarihinde, başkan ve başkan adaylarına yapılan suikastların 21. Yüzyıldaki ilk hedefi olmanın dayanılmaz hafifliğini seçim sermayesine dönüştüren “gazi Trump” da göz önüne alındığında, “İç Savaş” sahnelerinin Amerikan sosyal muhayyilesinde canlı olması daha da anlaşılır oluyor.
Amerikan siyasi krizinin analizi, sıklıkla Amerika’nın unutmak istediği bir düşünceyi yeniden gündeme getirir: İç Savaş’ın demokrasi, ırksal bölünme ve azınlık yönetimiyle ilgili meseleleri aslında hiçbir zaman tam olarak son bulmamıştır. Tarihsel öfkelere dayanan bu ideolojik ve ekonomi-politik ayrımlar, günümüzde siyasi sahnede yeniden yoğunluk kazanmıştır. Konfederasyon’un ayrılmasını köleliği sürdürme çabası yerine eyalet hakları ve onurlu bir özgürlük mücadelesi olarak yeniden şekillendiren “Kayıp Dava” anlatısı, özellikle muhafazakâr çevrelerde siyasi kimlikleri şekillendirmeye devam etmektedir. Bu perspektif, özellikle federal müdahaleye direnen ve azınlık yönetimini yücelten Güney’in değerlerini canlı tutar ve günümüzde eyalet ve federal otorite, seçmen baskısı ve kültürel çatışmalar konusundaki tartışmalarda yankı bulur.
Alex Garland’ın distopik filmi, bu gerilimi yakalayarak Amerika’nın coğrafi değil, ideolojik olarak başka bir iç çatışmanın eşiğinde olduğu bir geleceği tasvir eder. Filmde ABD içinde rekabet eden bölgeler ve ittifaklar, özgürlük, demokrasi ve ulusal miras kavramlarının artık birleştirici değil, ayrıştırıcı olduğu bir ulusal kimlik çatlağını ortaya koymaktadır. Birçok açıdan bu kurgusal gelecek, her iki tarafın birbirini varoluşsal bir tehdit olarak gördüğü günümüzün siyasi atmosferini yansıtır. Amerika Birleşik Devletleri son tahlilde sanıldığı kadar “birleşik” değil “bitişiktir”. Bu “bitişik devletler” ya da eyaletlerin bölgesel ve ulusal düzeyde belli sorunlar üzerinden krize sürüklenmeleri bir ihtimal olsa da en büyük avantajları devletin tabelasında yazdığı gibi “birleşik” olamamalarıdır. Dolayısıyla geçmişte 600 binden fazla insanı öldürerek kurdukları düzeni, birleşmek zorunda olmadan sürdürme ihtimalleri her zaman daha güçlüdür.
Amerikan Siyasal Krizi
Amerikan siyasi krizi, bu anlamda yeni bir olgu olmaktan ziyade, İç Savaş döneminden hitama ermeyen meselelerin yeniden yüzeye çıkmasıdır. Yüzyıldan fazla bir süre önce Amerikalıları çatışmaya sürükleyen sorunlar -gücü kimin elinde tutacağı, kimin oy kullanma hakkına sahip olduğu ve kimlerin vatandaş olarak kabul edileceği- Amerikan siyasi tartışmasının merkezinde yer almaya devam etmektedir. Bu temel sorunlar ele alınmadığı sürece, kriz devam edecektir. Bu süreklilik, Amerika’nın demokratik ideallerini tarihsel mirasıyla uzlaştırmadaki güçlüğünü yansıtmakta ve daha fazla bölünmeye karşı savunmasız kalmasına yol açmaktadır.
Kaldı ki şunun şurasında kabaca 50 yıldır Apartheid bir devlet olmaktan uzaklaşarak demokrasiye dönüşmeye başlayan Amerika, demokrasinin asgari şartı olan “demokratik seçim sisteminden” yoksundur. Sadece gelişmiş demokrasilerde değil, rekabetçi seçimlerin yapıldığı herhangi bir ülkede Amerikan seçim sisteminin demokratik bulunması mümkün değildir. Bu ülkeler için bir kişinin bir oy etmediği, kaybedenin kazanabildiği, hatta bazen, 2000 seçimlerinde olduğu gibi, sadece bir kişinin oyuyla, yani mahkemede bir hâkimin fazla oyuyla seçim sonuçlarının belirlendiği, kazananın bir eyaletteki başkanı belirleyen bütün delegeleri de kazandığı bir sistemin kabul edilebilir bir tarafı bulunmamaktadır. Dünyanın beşinci ekonomisi konumundaki 40 milyonluk bir eyaletle aynı sayıda senatöre sahip olan yarım milyon nüfuslu bir başka eyaleti eşitleyen iki asırlık seçim sistemini demokratik anlamda açıklamak mümkün değildir. Bu çarpık sistem hem Amerika’nın bazı korkularının yönetilmesini sağlayan avantajlar sunarken hem de yapısal sorunları büyütmektedir.
Amerikan siyasi krizi, yönetim yapıları ile kamu iradesi arasında açılan mesafeyi yansıtarak, hem tarihsel kısıtlamalar hem de son zamanlarda yoğunlaşan kutuplaşma ile şekillenmektedir. Sorunun merkezinde, küçük eyaletlerin aşırı temsil edildiği Senato’da ve halk çoğunluğunu kazanmasa bile başkan seçilmenin mümkün olduğu Seçiciler Kurulu’nda olduğu gibi, sıklıkla azınlığın politikayı etkilemesine imkân tanıyan bir sistem yer almaktadır. Bu dinamik, şehir ve kırsal alanlar arasındaki kutuplaşmanın derinleşmesiyle birlikte, hükümetin artık halkın ihtiyaçlarını temsil etmediği veya bunlara etkili bir şekilde yanıt vermediği duygusunu yaratmaktadır.
Artan kutuplaşma, coğrafi ayrışma ve rekabetçi Kongre bölgelerinin azalması, bu bölünmeleri daha da sağlamlaştırmıştır. Anayasa’nın katı yapısı, özellikle değişiklik yapmanın zorluğu, sistemin bu değişen sosyal ve politik ortama uyum sağlamasını zorlaştırmaktadır. Reform veya evrim yolu olmadan, Amerikan “demokratik sistemi”, içine düştüğü statükonun “kırılgan ve sabit” hale gelme riskini taşımaktadır ve bu da daha radikal tepkilere yol açabilir. Amerikan demografisinde 10 yıl sonra beyaz olmayan nüfusun çoğunluk haline geleceği de hesaba katılırsa, yaşanması mukadder olan krizin boyutuna dair fikir sahibi olabiliriz.
Amerikan siyasi krizi, halk iradesini yansıtmaktan uzaklaşmıştır ve temsil ile hesap verebilirlikten yoksun bir yönetim yapısındaki sistemik kusurlarla öne çıkmaktadır. Yüzyıllar önce tasarlanan Seçiciler Kurulu, daha az nüfuslu eyaletlerin oylarına orantısız bir ağırlık vererek başkanlık seçimlerinin ulusal bir mutabakattan ziyade birkaç kritik eyalete bağlı olmasına yol açmaktadır. Gerrymandering (seçim bölgesi sınırlarının siyasi avantaj sağlamak amacıyla yeniden çizilmesi) ise temsil sistemini daha da bozmakta, fiilen politikacıların seçmenlerini seçmesine mümkün kılarak halkın iradesinin zayıflamasına neden olmaktadır. Yargı kolunda, Yüksek Mahkeme giderek daha partizan bir yapıya bürünmüş ve yargıçlar, tarafsız hukuki gerekçelerden ziyade siyasi bağlantılarına göre karar verme eğiliminde olmuştur. Bu değişim, bir zamanlar saygı duyulan Yüksek Mahkeme’ye olan kamu güvenini aşındırmıştır. Sonuç olarak, demokratik değerlere uyum sağlamak için Anayasa’nın tamamen yeniden yazılması gerekmektedir.
Diğer yandan siyasal partilerin çöküşü yaşanmaktadır. Bugün Harris ve Trump gibi iki isme kalan yüzyıllara sâri tarihe sahip iki partinin hali ani bir gelişmeyi değil, yıllardır devam eden sürecin çürük meyvesini temsil etmektedir. Amerikan siyasal sisteminin içerisine girdiği bunalım, yakın geçmişteki siyasi elitlerin hiçbir filtreye takılmadan sahneye çıkmasına imkan sağlamıştır . Bir süre önce Sam Rosenfeld ve Daniel Schlozman tarafından yazılan Kof Partiler kitabı, Amerikan siyasal krizine çok güzel ışık tutmaktadır.
Kitap, Amerikan siyasi partilerinin içinin boşalmasının üç ana nedeni olduğunu söylemektedir: Birincisi, partiler dışındaki hesap verebilirliği olmayan grupların yükselişidir. Bu gruplar siyasi partileri parapartiler haline getirmiştir. Aslında başka bir ifade ile kurumsal yapıyı aşan farklı vesayet odakları partileri ele geçirmişlerdir. Kararların nasıl aldığı, kimler tarafından aldığı artık bilinemez haldedir. Mesela, yakın dönemden güzel bir örnek olarak, Biden’ın yarıştan nasıl çekildiği bilinmemektedir. İkincisi, parti yapısını zayıflatan prosedürel reformların sebep olduğu krizdir. Özellikle Demokrat Parti’de 1968 sonrası yapılan reformlar, aday seçimini demokratikleştirmeyi hedefleyerek güç merkezini parti elitlerinden doğrudan ön seçimlere ve aktivistlere kaydırmıştır. Bu durum, geleneksel parti hiyerarşilerini zayıflatarak bireysel adaylar ve onların kişisel destek tabanlarının kolektif parti hedeflerinin önüne geçmesine yol açmıştır. Sonuç olarak, partiler daha az uyumlu hale gelmiş ve geniş, birleşik platformlar oluşturma yeteneklerini kaybetmişlerdir. Son olarak, Amerikan siyaseti artık satın alınabilir kamu malına dönüşmüş durumdadır. Artan ölçüde mega-bağışçılara bağımlılık da partileri zayıflatmıştır. Bu bağımlılık, partilerin esnekliğini kısıtlayarak onların seçmenlerin geniş tabanlı ihtiyaçlarından ziyade bağışçıların çıkarlarına hizmet etmelerine neden olmaktadır. Bu önemli açığı fark eden örgütlü ve finansal gücü olan gruplar, yasal her hangi bir sorun yaşamaksızın partilerin elitlerinden politikalarına varıncaya kadar ciddi bir vesayet kurma imkanına kavuşmuşlardır.
Üstelik İsrail Lobisi gibi oldukça örgütlü ideolojik yapıların da devreye girmesiyle Amerikan partilerinin bütün ekseni kaymıştır. Kaldı ki İsrail Lobisi, özellikle 1990’ların sonlarından itibaren ulaştığı güçle, ana gündemini İsrail’den de uzaklaştırmıştır. Zira İsrail gündemi Lobi için en kolay ve rahat bir şekilde yönetebildiği başlığa dönüşmüştür. Başka bir ifade ile İsrail Lobisi, İsrail promosyonunun Amerika gibi küresel gücün kapasitesi karşısında ne kadar sıradan olduğunu fark etmiştir. Bu dönüşüm, Lobi’nin bütün Amerikan gücüne onlarca farklı sektörde ve alanda tahakküm edebileceğini görmesini sağlamıştır. Nihayetinde Lobi, Amerikan ekonomik kapasitesine (dolayısıyla bağlantılı olarak birçok farklı alana) ciddi şekilde tahakküm edecek imkâna kavuşmuştur. Bütün bunlar, onlarca farklı unsurun merkezkaç kuvvete dönüşerek Amerikan siyasal merkezini her türlü vesayete açık hale getirirken, seçmeni de tam bir siyasal yönsüzlüğe ve kaosa sürüklemiştir. Bir yönüyle, Amerikan sosyal muhayyilesi üzerine düşünceleriyle duayen bir isim olan Richard Hofstadter’i haklı çıkarmışa benziyor: “Amerikan siyaseti paranoyaktır.”
Hofstadter’in Amerikan siyasetinde “paranoyak tarz” olarak adlandırdığı kavram, kuşku ve komplo teorilerinin Amerikan siyasi sahnesine tarih boyunca nasıl nüfuz ettiğini ortaya koyuyor. 1964’te Hofstadter tarafından ortaya atılan bu terim, siyasi figürlerin büyük çaplı komploları ulusal değerlere yönelik tehditler olarak gördüğü bir modeli tanımlıyor. Bu tarz, klinik paranoyadan farklı olarak, kişisel sanrılar içermez; bunun yerine ulusu hedef alan geniş çaplı planlar olduğuna dair ideolojik bir duruşu yansıtır. Amerikan paranoyalarının bizleri ilgilendiren yönü ise Amerika’nın geldiği son haldir. Zira artık Amerika için “siyasi olarak istikrarsız” tanımı ne bir abartıya ne eskiden olduğu gibi bir komploya ne de dünyanın geri kalanının baş edemediği bir güce yönelik aşağılık kompleksini tatmin için ürettiği naif abartılı düşüş, parçalanma ve yıkılma beklentilerine denk gelmektedir. Amerikan istikrarsızlığı gerçek bir sorun olarak vardır ve büyümeye devam etmektedir.
Burada asıl sorun, küresel jeopolitik depresyonun derinleştiği, ticaret savaşlarının kızıştığı, global dinamiklerin küresel düzlem bir yana G-20 denkleminden bile uzaklaşarak ABD-Çin arasında G-2 eksenine sıkıştığı ve savaş ihtimalinin arttığı bir dönemde “İstikrarsız Amerika’nın” sebep olacağı büyük sorunlardır. Görünen o ki hem dünya hem de ABD, istikrarsız Amerika’nın nasıl sorunlara ve krizlere yol açacağı konusunda tam bir bilinmezlik içerisindedir. Az büyüyen bir Çin ekonomisi üzerinden bile küresel ekonomi-politiğin yaşayacağı sancılara odaklananların Amerikan krizini görmezden gelerek erteleme girişimleri yarın itibarıyla son bulmak zorunda kalabilir. Zira seçim sonuçları Amerikan krizinin pasifizme mahkûm vizyonsuz bir iktidar ile kendisiyle birlikte dünyayı da kusursuz bir kaosa sürükleme riski olan iki senaryodan birisini üretecek. Her senaryoda Amerikan istikrarsızlığı varlığını koruyacak ve yapısal köklerine bakılırsa büyümeye devam edecek.
Yaşadığımız ve daha ağır tecrübe edebileceğimizin ilk senaryo olduğu bu kriz, modern dönemde gördüğümüz bir vaka değil. Zira siyasi olarak -ister demokrasi ister otokrasi yoluyla olsun- siyasi istikrarı olan ama ekonomik veya askeri istikrarı olmayan büyük veya orta güçleri biliyoruz. Ancak ilk kez, hâlihazırda tam anlamıyla rakipsiz küresel bir ekonomik ve askeri güç olan hegemonun kendi içinde istikrarsızlığa gömüldüğünü görüyoruz. Burada çelişkili olan, neredeyse milenyumdan beri siyasal elit sorunu içerisinde krizi başlamış olan Amerika’nın, siyasal krizine rağmen ekonomik ve askeri gücünün tahkim edilerek güçlenmeye devam etmesidir. Çin’de ekonomik büyümenin demokrasi ünsiyetinin kopması gibi Amerika’nın siyasal istikrarsızlığı da henüz ekonomisine ve askeri gücüne yansımamış durumda. Dünya için büyük tehlike, böylesine büyük bir ekonomik ve askeri gücün, 5 Kasım sonrası böylesine vizyonsuz isimlerin idaresine geçmesi olacaktır. Gazze savaşıyla küçük bir demosunun görüldüğü bu kriz, küresel gündemin önemli bir maddesi haline gelecektir.
Seçimlerde Son Durum
Yukarıdaki bağlamın içerisinde Amerikan seçimlerini okuduğumuzda kimin kazanacağı hâlâ önemli bir mesele olmakla beraber, ciddi anlamda fark yaratacak bir sonuç beklemek gerçekçi olmaz. Seçim günü itibarıyla, Ekim ayında ortaya çıkan son Harris-Trump dengesi korunuyor. Seçimlerdeki dinamiklere biraz daha yakından bakmak, her iki adayın da nasıl bir dar koridora sıkıştığını görmek için yeterli olacaktır. Benzer şekilde kimliklerin ve ideolojik motivasyonların, dünyanın açık ara en bireyselleşmiş toplumu ve ekonomi-politik yapısı içerisinde bile nasıl güçlü bir dinamik olabildiğini görmek için yeterlidir. Zira ne rasyonel tercihler ne de seçmenin homo economicus tabiatı, Amerikan seçimlerinde son dönem seçmen davranışını açıklamaya yetmektedir.
ABD’de borsa yüksek seviyelerde seyrediyor. Sağlık sigortası sahibi olmayan Amerikalılar tüm zamanların en düşük seviyesine yakın. Konut yapımı yarım yüzyıldır bugün olduğu kadar güçlü değildi. Enflasyon düşüyor. Büyüme devam ediyor, istihdam artıyor ve ücret artışları güçlü seyrediyor. ABD artık Irak’ta, Afganistan’da veya en azından resmî olarak başka bir yerde savaşta değil. Ancak İsrail’e verdiği fanatik destek Demokratlara seçimlere mal olacak düzeyde bir fatura da çıkarabilir. Yine de dört yıl öncesine göre durumlarının nasıl olduğu sorulan Amerikalıların ciddi bir kısmı daha iyi olduklarını söylüyor. ABD başkanlarının görev süresini iki dönemle sınırlayan 1951’deki anayasa değişikliğinden bu yana, ABD seçimlerinde durgunluktan hemen sonra gerçekleşen seçimlerde (1976, 1980, 1992 ve 2020’de) görevdeki isim seçimleri kazanamadı. Bugünü andıran, 1960 ve 2008’deki gibi iktidardaki parti veya başkanın aday olmadığı durumda da durgunluk sonrasında seçimleri bir önceki yönetim ve isim kazanamadı. Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) Ekim ayında açıklanan yeni küresel tahminlerine göre ABD ekonomisi beklenen durgunluğa 2024’te girmeyecek görünüyor. Dünya son yıllarda birçok sebeple durgunluğa düşen ekonomiler görürken, ABD benzer bir duruma düşmemiş gözüküyor.
ABD ekonomisinin negatif beklentileri boşa çıkaracağı artık ilk senaryo olarak değerlendiriyor. Bu durum seçimlerde Demokratlara açık bir avantaj sağlayabilirdi. Ancak Demokratlar içine düştükleri derin aday krizi ile kendi avantajlarını nötralize etmiş oldular. Biden’ın aday olmakta yaptığı ısrar ve partinin sürükleyici karizmatik bir aday çıkaramamasından dolayı Harris’le mecburi bir şekilde yol yürümek zorunda kaldılar. Harris, Biden gibi ABD tarihinin en kötü başarı onayına sahip başkan yardımcısı olarak Trump’la yarışa başlamasıyla, Biden’la hemen herkesin satın aldığı Trump zaferi senaryosu ilk anda radikal bir değişime uğradı. Ancak Trump’a suikast sonrasında oluşan yeni havanın da etkisiyle seçim rekabeti iki adayın kıran kırana yarışına dönüştü. Hatta Harris’in aday olduğu ilk ay, Harris’in adaylığından ziyade Biden’ın çekilmesinin oluşturduğu rahatlama ile Demokratlara zaferin mümkün olacağı kısa süreli bir üstünlüğü anketlerde sağladı. Ancak Trump’ın Eylül ayında tekrar toparlaması ve Ekim ayı boyunca görece öne geçmesi, seçim tahminini imkânsız kılan bir foto-finiş kararına hemen herkesi mahkûm etmiş durumda.
Seçime günler kala Pennsylvania, her iki partinin Beyaz Saray’ı kazanma planında kilit taşına dönüştü. Ekim sonu itibarıyla Pennsylvania seçim kampanyasının en masraflı bölgesi haline geldi. Her iki aday da günlerinin çoğunu eyaletin en küçük seçmen gruplarını bile etkilemek için kampanya sürdürüyorlar. Pennsylvania neden her iki kampanya için de bu kadar önemli? Çünkü adaylar geriye kalan eyaletlerde, özellikle de rekabetin olmadığı eyaletlerde ne sonuç alırlarsa alsınlar, 19 Seçiciler Kurulu ile Pennsylvania, seçim sonucunu tek başına belirleme gücüne sahip. Özetle Harris’in başkanlığa giden yollarının büyük bir kısmı Pennsylvania’dan geçerken, Trump’ın alternatifleri daha fazla görünüyor. Başka bir senaryo ile, Trump’ın sadece 2020’de kazandığı eyaletleri kazandığı varsayımından yola çıkarsak, Trump’ın Pennsylvania’yı alması halinde zafer ilan etmesi çok daha kolay. Daha basit bir ifade ile bugüne kadar Pennsylvania’yı kazanan isimlerden sadece yüzde 10’u seçimi kazanamadı. ABD’de ulusal düzeyde Demokrat adayın son yıllardaki eğilimler göz önüne alındığında toplam oylarda fark atması beklenir. Ancak anket ortalamaları Harris’in ancak yüzde 1’lik bir farkla kazanabildiğini gösteriyor. Bu durum 2020 resmî sonuçlarındaki yüzde 4,5’lik farkla mukayese edildiğinde seçimin sıkışmasına dair bir fikir verebilir.
Harris açısından, cari ekonomik pozitif görünümün, anketlere yansımasa da hâlâ seçmen davranışını olumlu etkilemesi beklenmelidir. 2016’da Trump figürünün anketlerde ifade edilmekte zorlanması “utangaç seçmen” fenomeninin görünmesine yol açmıştı. 2024’te de Harris’in senelerdir oldukça düşük seyreden “iş onayından” dolayı seçmen tarafından benzer bir utangaçlıkla değerlendirilmesi ihtimali bulunuyor. Öncelikle seçimlerde kazanan adayın 300 Seçiciler Kurulu sayısına ulaşması yüksek bir ihtimal olarak görülüyor. Harris için başarılı senaryo hayata geçtiğinde, 303 Seçiciler Kurulu sayısına ulaşıp 270 barajını geçerek seçimi kazanması öngörülebilir. Harris’in muhtemel seçim zaferinin üst sınırı 319’a kadar ulaşabilir.
Ancak Ekim’in üçüncü haftası itibarıyla hiçbir aday Kuzey Carolina, Pennsylvania veya Michigan’da anketlere yansıyan anlamlı bir farka ulaşmış değil. İstatistiksel projeksiyon için bir değeri olmayan yüzde 1 farka bile oturmayan yarışta, adaylardan birisinin bu eyaletlerden en az birini kazanmadan seçimleri alması mümkün görünmüyor. Ancak bu anlamsız farkların çoğu kez -hatta Ekim’in ikinci haftasında yarışın olduğu yedi eyaletin yedisinde de- Trump lehine olmasının genel eğilime dair fikir verdiği söylenebilir. Başka bir ifade ile rekabetin olduğu eyaletlerdeki anket ortalamalarından yola çıkarak Trump’ın “kaybetmeye”, Harris’in “kazanmaya” daha uzak olduğu söylenebilir.
Zira Harris’in seçimlerde Demokratlar için blok oy deposu olarak gördüğü eyaletlerde beklenen performansı sergileyememesi, Biden’ın adaylığına devam ettiği dönemdekine yaklaşan bir Trump şansının yeniden konuşulmasının önünü açtı. Daha da vahimi, Demokratların Mavi Duvarı’nı Trump delecekse, bunu büyük ölçüde kendi kabiliyetiyle değil (Amerikan yakın tarihinin en düşük onay oranlarına ulaşan) Biden-Harris yönetiminin oldukça başarısız performansı dolayısıyla başaracak. Bu başarısızlığın birinci dinamiği Biden’ın abartılı düzeyde merkez bir siyasetçi olarak vizyoner kararlar alamayan yapısının bütün yönetime sinmesidir. İkinci dinamik ise Biden’ın İsrail’e bugüne kadar hiçbir Amerikan yönetiminin göstermediği desteği sağlamış olmasıdır.
İsrail’in Gazze Soykırımı Demokratlara Seçim Kaybettirebilir
Amerikan seçimlerini Demokratlar kaybederse İsrail sorununun bunda merkezi bir rolü olacaktır. Biden çekildikten sonra Demokratlar başarılı bir vali olarak görülen ve 2024 seçimlerinin de kaderini belirleme gücüne sahip olan Pennsylvania’yı Cumhuriyetçi yönetimden kazanan Demokrat valiyi başkan yardımcısı olarak aday gösterebilirlerdi. Bu adaylıkla hem Pennsylvania’yı hem de Pas Kuşağı’ndaki diğer eyaletleri daha rahat bir şekilde kazanabilirlerdi. Hatta sadece Pennsylvania’yı kazanmak bile Harris’e seçim zaferi getirebilirdi. Ancak Josh Shapiro’yu Siyonist bir Yahudi olduğu için aday göstermeye cesaret edemediler. Pennsylvania’yı garanti etme ihtimali yüksek olmasına rağmen İsrail ordusunda gönüllü olarak yer almış olan Shapiro’nun adaylığından imtina etmek zorunda kaldılar. Başka bir ifade ile Gazze, Demokratlara seçim zaferi getirebilecek büyük bir adımı engellemiş oldu. Ancak bu gelişmeye rağmen savaş karşıtı ve Müslüman seçmeni ikna edemediler. Özellikle Pennsylvania’nın yanında ABD’nin en yoğun Müslüman nüfusunun olduğu Michigan’ı da kazanamama senaryosu hayata geçtiğinde Demokratların seçimi kazanması oldukça zorlaşacaktır. Biden ve Demokratlar, Gazze’de soykırımı durdurmamanın bedelini seçimle ödeyeceklerdir.
Trump’ın seçimleri kazanma şansı Ekim ayında artarak devam etti. Özellikle ekonomi konusunda Harris’e göre ona daha fazla güven duyulması, performans artışının merkezinde duruyor. Harris seçim kampanyası boyunca bir kez bile bütün kaygan eyaletlerin anket ortalamalarında öne geçemezken, Trump uzunca bir süre yedi eyaletin çoğunda anketlerde önde görünürken, Ekim ayının ortasından itibaren tamamen önde göründüğü hafta(lar) oldu. Trump hem Güneş hem de Pas Kuşağı bölgesinde, 2020’deki performansı üzerine bazı kritik eyaletleri kazanıp 300’ün üzerine çıkarak seçilmek için gerekli 270 barajını rahat bir şekilde aşabilir. Trump’ın seçim zaferinin üst sınırı 312’ye kadar ulaşabilir.
Seçimi Kim Kazanır?
Küresel düzeyde ve Türkiye’de Amerikan seçimlerine yönelik tahminlerde artan bir mesnetsiz özgüven dikkat çekiyor. İnanılmaz karmaşık seçim bölgelerine, seçmen gruplarına, çıkar gruplarına, çok güçlü yerel dinamiklere, toplu karar alma kabiliyetine sahip cemaatlere, dünyada örneği olmayan farklı formlarda oy kullanma imkânlarıyla daha seçim günü gelmeden kullanılan 100 milyona yakın oya, seçim günü ya da ertesi hatta sonraki günlerde bile sonucun çıkmamasına, her eyaletin hatta eyalet içerisinde ilçelerin farklı sandık ve sayım kurallarına, çok güçlü adem-i merkeziyetçi yapının şekillendirdiği binlerce farklı seçmen beklentisine ve hepsinden önemlisi seçim bahis harcamaları da dahil edildiğinde 20 milyar dolara yaklaşan seçim harcamalarına rağmen kimin kazanacağı konusunda oldukça iddialı çıkışlar revaçta.
Derinleşen Amerikan istikrarsızlığının bugün içinde bulunulan küresel jeopolitik depresyonu çok daha sıkıntılı bir düzleme sürükleyeceğini akılda tutarak, seçimleri kimin kazanacağının bu kriz senaryosunu ortadan kaldırmayacağını ama ivmesini değiştirebileceğini söyleyebiliriz. Zira Amerikan siyasi istikrarsızlığı, deglobalizasyonun, ticaret savaşlarının ve güvenlik gerilimlerinin üzerinde durduğu fay hatlarını çok daha derinleştirecek şekilde kırma potansiyeline sahip. Taç giyen başın akıllanması Trump ve Harris için geçerli olur mu bilmiyoruz. Her ikisi de son yedi yıl içerisinde taç giydiler son tahlilde. Ancak iktidar sorumluluğunun bu isimler için ciddiye alınacak bir vizyon üretmediği de ortada. Bugün yüz milyonlarca Amerikalı kendi bulundukları yerlerdeki seçim sonuçlarıyla ilgilenmek yerine, Pennsylvania ya da Michigan’daki belki de bir kaç bin kişinin kime oy verdiğini takip edecek. Öncelikli beklentileri seçimlerin sonuçlanması, mümkünse birkaç gün içerisinde sonuçlanması olacak. Biriken negatif enerjinin her türlü distopik senaryoyu üretmesinin zannedildiği kadar olmadığını hatırlamak gerekiyor. Zira geçmiş tecrübeler Amerika için de yeni seçim güvenliği düzeninin inşa edilmesine yol açtı. Ancak Amerikan seçimlerinin sonuçlarının dünyaya yansıması için henüz aynı güvenlik imkânına sahip olduğumuzu söylemek zor. Dünyanın geriye kalanı için en hesaplı sigorta poliçesi, “Amerikan istikrarsızlığını” kaçınılmaz görerek kışa hazırlık yapmak olabilir.