Ateşle Oynamak
Yüzünden nuru, gözünden feri, derunundan vicdanı çekilip alınmış niceleri insan suretinde geziyor dünyada. Ağlayabilen, güldüren, dinleyen, kötülükten el çeken yüzleri arıyoruz mahşeri kötülük kalabalığında.
Biraz durup gidecektik.
Oysa, gözümüzü dünyaya açtığımız günden beri görmedik bir dingin, durgun gün.
Savaşların, darbelerin, yokluğun, acının kalbine doğduk. Yok öyle bir deniz kıyısında kasaba. Deniz kıyısındaki kasabalardan bahsettiklerinde aklıma Tahrir Meydanı geliyor. İşte bu kadar acıyla taraflı ruhum. Oysa yeşillikler içinde, mavinin kıyısında, sıcak, suyu serin bir kasaba… gelmiyor işte aklıma. Çünkü bahtımıza Tahrir Meydanı’nda öldürülen insanları gömmek düştü. O gençler öldürülürken Mısır’ın başka bir şehrinde, İskenderiye’de denize giriyordu binlercesi.
Bu ülkede kızına tecavüz eden bir alçaktan dolayı tek cam kırılmadı. Suriyeli bir kadına tecavüz edilip çocuğuyla öldürüldüğünde “Oh olsun!” diyen aşağılıklar oldu. Ama suçu, savaştan korunmak için (ki savaş sadece can olmaz. Irz, namus, mal, onur, her şey meydandadır!) başka bir ülkeye sığınan garibanların evleri, iş yerleri, araçları Kayseri’de yakıldı. 6-7 Eylül olaylarında olduğu gibi. Maraş’ta, Sivas’ta olduğu gibi. Çünkü bu ülkede en kolay satın alınan insandır. Canilik potansiyeli yüksek, gittiğim neredeyse her yerde tatmin olamamış, asık suratlı insanlar görüyorum.
En çok da Tayyip Erdoğan’ı ve Suriyelileri bahane eden insanlar. Sanırsın Halep’te evleri yakıldı. Sanırsınız Gazze’de çocukları katledildi. Sanırsınız. Sanmayın! Sadece doyumsuz ve sıkılgan ve ötekine tahammül edemeyen insanlar. İnsana ve Allah’a inanmaya korkan asık suratlılar. Gülümsemekten, selam vermekten, konuşmaktan korkan insanlar. Hep üsttenci, hep bilen, hep eğitimli olduğunu söyleyen bir tür ile sohbet edemezsiniz. Sadece kınar, eleştirir. Kendinden olanı asla eleştirmez. Benzer suçu kendi gibiler işlediğinde… Bunları biliyorsunuz. Bunları biliyoruz. Bile bile “acaba” diyoruz, “belki” diyoruz. Hatta onlarla sohbet etmek istememiz nazarlarında yaltaklanma olarak görülüyor. Sadece paraya, dünyaya, keyfe itibar edenlerin, hak, hakikat, doğruluk gibi derdi olamayacağını unutuyoruz. Unutmadığımız bir gülümseme. Bir masumun gülümsemesi. Az önce bir güzel yüz, güler yüzle baktı bana. Tüm acıların içine doğmamayı bir gülümseme ile unutanlar kavmindeniz. Nefretle bakan gözlerden bu sebeple korkuyoruz. Masum bakışların hoyrat sözlerle nasıl katledildiğini gördük. Bu bizim belimizi kırıyor. Bu yinelenen hederimiz, en derin kederimiz. Acıyı, katliamı, alçaklığı unutuyor; sefil nazarları, dünyayı karartan kara bakışları unutamıyoruz. Yüzünden nuru, gözünden feri, derunundan vicdanı çekilip alınmış niceleri insan suretinde geziyor dünyada. Ağlayabilen, güldüren, dinleyen, kötülükten el çeken yüzleri arıyoruz mahşeri kötülük kalabalığında.
Bu kabalık atmosferinde.
Sevgiden ve imandan; insanlıktan ve acıdan nasibini almayanların dünyasında. Onlara mı benzeyeceğiz? Onları göre göre. Onların sessiz, abus kötülüğüne maruz kala kala biz de mi onlardan olacağız? Yani umutsuz ve kötücül bir öfkeyle mi bitireceğiz ömrümüzü?
Randa ide Branda adlı iki öğrencim vardı. Kardeştiler. Iraklıydılar. Randa, soğuk tarafı seçti. Branda ise tüm kötülüklere rağmen yüreği sıcak tarafta kaldı.
Direndi ve gülümsedi.
Evet, Branda doğru olanı yaptı. Kötülere teslim olmadı. Kendini korudu. Ama alem öyle bir şey ki kendini korumak yetmiyor. Kendini geri çekmek yetmiyor. Hayır demeyi bilmek gerekiyor. Hayır diyemeyenler inanamazmış. Küreselcilere, İsrail’e, insan kullanma aparatı siyasilere, tüketim deliliğine, faşizme, bize iyilikle saldıranlara, severek öldürenlere hayır demedikçe o kadar da temiz ve kenarda kalmıyoruz.
Kabalık ve insan kullanma başıboş köpekler gibi salındı üzerimize; neyini hoş göreceğiz bu hayasızlığın?