Coğrafya, Lojistik, Strateji… Askerî Tarih Neden Yalnızca ‘Savaş’ Değildir?
Tarihte geçerli olan bütün epistemoloji ve metodoloji askerî tarih içinde de geçerlidir. Ancak askerî tarihin diğer tarih alt disiplinlerinden en önemli farkı, işin içinde coğrafya ve topografyanın olmasıdır. Askerî tarihçi haritadan istifade etmek zorunda. Hatta askerî tarihçinin, bizzat muharebelerin cereyan ettiği yerlere gidip alan incelemesi yapması gerekiyor.
Mülakat: Cihat Arpacık
Askerî tarih, çoğu zaman yalnızca muharebelerin kronolojisinden, komutanların kararlarından ya da orduların sefer güzergâhlarından ibaret sanılır. Oysa bu alan, tarihin en disiplinlerarası uğraşlarından biridir: Coğrafyayı, sosyolojiyi, psikolojiyi, hatta matematiği ve mühendisliği içine alır. II. Dünya Savaşı sonrasında gelişen harekât analizi, nükleer çağın doğurduğu strateji çalışmaları ya da güvenlik kavramının genişlemesi gibi örnekler, askerî tarihin yalnızca geçmişi anlamak için değil, bugünü kavramak ve yarını öngörmek için de vazgeçilmez olduğunu gösteriyor.
Türkiye’de askerî tarihçilik ise uzun süre akademi dışına itilmiş, Genelkurmay’ın dar ve fonksiyonel bakışına bırakılmış bir alan oldu. O yüzden bugün hâlâ pek çok muharebe rakamlarıyla, lojistiğiyle, coğrafi gerçekleriyle test edilmeden anlatılıyor; kimi “meşhur” tarihçiler askerî tarihçi zannediliyor. Oysa gerçek anlamda askerî tarihçi, Malazgirt’te yüz binlerce askerin olamayacağını, sadece coğrafya ve lojistik hesaplarıyla gösterebilir. Bu yönüyle askerî tarih, tarihin diğer dallarına göre daha fazla “ayakları yere basan” bir disiplindir.
Prof. Dr. Mesut Uyar ile yaptığımız bu söyleşide, askerî tarihin klasik anlamdan günümüzdeki çok boyutlu yapısına nasıl evrildiğini, strateji çalışmalarına ve güvenlik araştırmalarına nasıl malzeme sağladığını, Türkiye’de bu alanın neden akademik tarih yazımının dışında kaldığını konuştuk. Röportaj boyunca hem akademik bir çerçeve hem de samimi örnekler eşliğinde askerî tarihin dününü, bugününü ve yarınını tartıştık.
II. DÜNYA SAVAŞI BİTTİKTEN SONRA ASKERÎ TARİH DÖNÜŞÜM GEÇİRDİ
II. Dünya Savaşı sonrasında, “savaş yorgunluğu”nun askerî tarihe olan ilgiyi azalttığına ve odağın tarihin farklı alanlarına kaydırıldığına yönelik bir tespit var. Bu tespit sizce doğru mu?
Bu iddia aslında tamamen yanlış ve esasında tam tersi doğru. Çünkü, II. Dünya Savaşı’nda özellikle Amerika’da binlerce hoca, üniversite mezunu, akademisyen ya da akademik tarzda araştırma yapan kişi askere alındı. Uzmanlar bizzat savaşı gözlemlediler. Kimi elinde tüfekle cephedeydi, kimi cephe gerisinde karargâhlardaydı. Ve II. Dünya Savaşı’yla, milyonlarca kişinin A noktasından B noktasına taşınmasının, bunların lojistik olarak desteklenmesinin, devasa hava bombardımanlarının icrasının eski usullerle yapılamayacağı ortaya çıktı. Bunları bilimsel usullerle, planlı, programlı olarak yapmak, eldeki kapasiteden azami derecede istifade etmek için arayışlar başladı. Mesela “harekât analizi (yöneylem)” disiplini II. Dünya Savaşı’yla ortaya çıktı. Birçok farklı bilim dalından gelen kişiler savaşa kendi bilim dallarının perspektifinden bakmak durumunda kaldılar. Savaş esnasında harekât analizi doğmuştu ama savaştan sonra askerî sosyoloji doğdu, askerî psikoloji daha önce vardı ama ayaklarının üzerine daha da sağlam basmaya başladı. Ve savaşı tarihî açıdan incelemek konusunda da yeni arayışlar başladı.
1. Dünya Savaşı öncesinde askerî tarihe daha klasik bir nazardan bakılıyordu. Asıl amacı silahlı kuvvetlerin eğitimi için tecrübeleri kayda geçirmek, bu tecrübeleri geleceğe taşımaktı. Eskiden harekât analizi yoktu ve bu işi askerî tarih yürütüyordu. Eskiden liderlik konusunda çalışan işletme bilim dalı yoktu; bunu askerî tarih yapıyordu. Eskiden lojistiği de askerî tarih çalışıyordu. İşte II. Dünya Savaşı bittikten sonra askerî tarih de dönüşüm geçirdi. Hem askerî tarihe talep arttı hem de sadece silahlı kuvvetler ve savaşa odaklanan bir askerî tarih değil savaşın etkisi, savaş ve toplum, silahlı kuvvetler ve toplum, savaş ve kültür, savaş ve kadın gibi farklı bakış açılarını da içeren bir yaklaşım ortaya çıktı.
NÜKLEER SİLAH TEKNOLOJİSİ HER ŞEYİ DEĞİŞTİRDİ
Askerî tarih yazımında kırılma noktası neydi peki?
1. Dünya Savaşı’nda birtakım aşırılıklar ortaya çıktı. En büyük aşırılık nükleer bombaların keşfiyle yaşandı ve Japonya’da atom bombasının patlatılması nükleer çağı başlattı ve silahlı kuvvetler için 1945 öncesi askerî tarih artık bir işe yaramaz hale geldi. Biz yepyeni sulara açıldık. Nükleer silah teknolojisi her şeyi değiştirdi. Tabii bu esnada balistik füzeler, kıtalar arası balistik füzeler, stratejik bombardıman uçakları gibi kavramlar da ortaya çıktı. Ve klasik askerî tarihe karşı, klasik askerî stratejiye karşı bir güvensizlik ortamı doğdu. Tam bu ortamda işte strateji çalışmaları denilen yeni bir alt bilim dalı çıktı. Bu, uluslararası ilişkilerin altında bir alt bilim dalı. Bunlar daha çok 1950’lerde strateji çalışmalarına giren, fen bilimlerinden gelen kişilerdi: Matematikçiler, fizikçiler, mühendisler. Ve bu kişiler tamamen askerî tarihi demode, işe yaramaz bir alan olarak algılayıp yepyeni bir şeyler kurmaya çalıştılar. Ama bunun odak noktası nükleer silahlar ve caydırıcılıktı. Nükleer caydırıcılık, ta 1980’lere kadar stratejik çalışmalara büyük ölçüde hükmetti. Nükleer silahlar stratejik çalışmaları yarattı.
Bu anlayışa karşı hangi tarih yaklaşımları gelişti?
Bir tanesi savaş çalışmaları dediğimiz, savaşın ana mekanizmasıyla ilgilenen, bunu yaparken askerî tarihten istifade eden ama uluslararası ilişkiler teorilerini de kullanan bir alt disiplinin ortaya çıkışıydı. Bir başka tepki, güvenlik çalışmaları oldu. Güvenlik çalışmaları dedi ki, sadece klasik tehditler yok, sadece devletler arasında çatışma ve savaş değil, bunun dışında da tehditler var. İnsanın korunması esas olmalı: “Human security” kavramı. İklim bir tehdit olabilir, organize suç bir tehdit olabilir. Ve bir anda tehdit çeşitleri, klasik olmayan çeşitler de devreye girince çok fazla arttı. Yani aslında 1945 sonrasında büyük bir çeşitlilik var. Askerî tarihle uğraşan sayısı çok arttı. Değişiklik şu: Eskiden tek tip, klasik bir askerî tarih anlayışı varken günümüzde klasik tarihin yanında yeni askerî tarih anlayışı var. Savaşı ve askerî tarihi kendi bilimsel disiplinlerinden inceleyen, takip eden, bundan istifade edenler var. Mesela savaş çalışmaları, askerî tarihi bir hazır “database” gibi görüyor ve askerî tarihin bulgularını kendi teorilerini kanıtlamak, var olan teorileri test etmek, yeni teoriler yaratmak için kullanıyor.
ASKERÎ TARİHİN DİĞER TARİH ALT DİSİPLİNLERİNDEN EN ÖNEMLİ FARKI, İŞİN İÇİNDE COĞRAFYA VE TOPOGRAFYANIN OLMASIDIR
Askerî tarih, tarihin diğer alt dallarına göre nasıl farklılıklar taşıyor?
Epistemolojik ya da metodolojik açıdan baktığımızda, tarihin alt dalı dediğimizde tarihte geçerli olan bütün epistemoloji ve metodoloji askerî tarih içinde de geçerlidir. Yani bir ekonomi tarihçisi kendi konusunu incelerken hangi metodolojiyi uyguluyorsa aynı metodoloji askerî tarih içinde geçerlidir. Ancak askerî tarihin diğer tarih alt disiplinlerinden en önemli farkı, işin içinde coğrafya ve topografyanın olmasıdır. Yani askerî tarihçi haritadan istifade etmek zorunda. Hatta askerî tarihçinin, bizzat muharebelerin cereyan ettiği yerlere gidip alan incelemesi yapması gerekiyor. Aslında modern akademik askerî tarihin doğuşu da böyle başladı. Almanya’da Hans Delbrück 1880’lerde akademik askerî tarihin ilk temellerini atarken geçmişte tarih kitaplarında geçen birtakım bilgileri test etti. Örneğin Herodot, “Maraton Muharebesi’nde 1 milyondan fazla Pers’e karşı 500 bin Yunan savaştı” der. Delbrück, Maraton muharebe alanına adam gönderiyor. Bunlar ellerinde şerit metre ile alanın ebatlarını ölçüyorlar ve diyorlar ki: “1,5 milyon kişi burada ancak ayakta durabilir, kımıldayamaz bile. Bu alan bu kadar adamın savaşmasına uygun değil.” Deneysel bir uygulama yapıyorlar. O dönemde hangi silahlar, hangi taktikler uygulanıyordu, muharebenin anlatımı, yapılan manevralar… Bunları test ettiklerinde ulaştıkları sonuç şu: Persler en fazla 30 bin kişi, Yunan ittifakı da 15 bin civarında. Şimdi siz normal bir tarihçiden böyle bir şey yapmasını beklemezsiniz. Normal bir tarihçi incelediği konunun cereyan ettiği yerlere şahsi merakı dışında gidip bakmak zorunda değil. Ama askerî tarihçi bütün yaptıklarında coğrafyayı ve topografyayı mutlaka hesaba katmak ve akıl terazisini kullanırken sayısal verileri hesaplamak zorunda.
Ben bir televizyon programında meşhur bir tarih profesörüyle tartışmıştım. Malazgirt Meydan Muharebesi’nden bahsediliyordu. Yüz binlerce askerden bahsediyordu. Ben de dedim ki: “Hocam, bu mümkün değil. Hem nüfus açısından mümkün değil hem de bu bahsettiğiniz rakamdaki kişiler eğer Malazgirt’e gitmeye kalkarsa gitmeden zaten yolda kendi kendilerini telef ederler.” Şaşkın şaşkın baktı. Çünkü bazı sayısal verileri askerî tarihçi aklında tutar. Mesela bir asker günde 1 kilo yiyecek tüketir. Bir at günde 5 kilo yiyecek tüketir. Eğer siz yüz bin kişi diyorsanız, bu yüz bin kişi için yüz bin çarpı 1 kiloyu hesaba katacaksınız. Bunların atlarını, çarpı 5 kiloyu hesaba katacaksınız. Bunların nasıl taşınacağını, tüketeceği suyunu, üreteceği pisliğini, kanalizasyonunu hesaba katacaksınız. Askerî tarihçi bunları yaparken otomatik olarak hesaplar. Yapmasa bile bu hesapların yapıldığı kaynaklardan istifade eder. Türkiye’deki önemli sıkıntı burada. Askerî tarihe normal tarih gibi yaklaşılıyor. Temel konular akıl terazisinden geçirilmiyor. Almanların 1880’lerde, 1890’larda yaptığı şeyi bugün 2025’te hâlâ yapmıyorlar Türkiye’de. Bu da ortaya komik durumlar çıkartıyor ve bizim tarihçilerimizin ürettiği kitaplar, makalelerin Türkiye hudutları dışında bir değeri olmuyor. Savaş konusunda yazmanız sizi savaş uzmanı yapmaz. Geçmişte cereyan etmiş bir muharebe, bir savaş veya askerî birlikle ilgili bir şeyler yazmanın sizi askerî tarihçi yapmaz. Yani şu an meşhur birtakım tarihçilerimiz zaman zaman askerî tarihçi gibi gösteriliyor. Bu doğru değil. Mesela Halil İnalcık bir askerî tarihçi değildi. Çeşitli muharebelerle ilgili çalışmaları var. Hatta bizzat muharebe meydanına gidip incelemeye de çalışmış ama yazdıkları bir askerî tarihçinin yazacağı şeyler değil. Yani bazı konularda şeyh mürit işine girmememiz lazım.

Prof. Dr. Mesut Uyar – Tarihçi
ASKERÎ ARŞİVLERDEKİ GÜNCEL ARŞİVLER DIŞINDA BÜTÜN ARŞİVLER CUMHURBAŞKANLIĞI’NA TESLİM EDİLDİ
Özellikle askerlerin bu alana sivilleri yaklaştırmamak için bir çaba içinde olduğu, hatta arşivlerden sivillerin faydalanmaması için çalışıldığını söylerler. Sivillerin önünde hâlâ engeller var mı sizce?
Şu anda yok eskiden de yoktu. Eskiden iddialardan biri “askerî arşivlere giremiyorduk”tu. Ama o dönemde sivil arşivlere de çok fazla giremiyordunuz. Askerler sizin yayın yapmamızı mı engelledi? Yani yayınevlerine yasak mı getirdiler?
Türkiye’de modern tarihçiliğin doğuşu biraz sancılı oldu ve tarihin sadece belli bir alanına ilgi doğmasına sebebiyet verdi. İlk meşhur tarihçilerimizi hesaba katacak olursak, ta Fuat Köprülü’den başlayacak olursak, daha çok sosyoekonomik tarihçiliğe bizde eğilim görüldü. Yani siyasi tarihçilik, diplomasi tarihçiliği, askerî tarihçilik akademik tarih çevrelerinde popüler olmadı. Türkiye’de siyasi tarihin kurucusu olarak geçen kişi Yusuf Akçura, aslında tarihçi değil. Daha çok siyasetçi, biraz hukukçu. Ve günümüzde de baktığınızda siyasi tarih, diplomasi tarihi, uluslararası ilişkiler bölümlerinin bünyesinde. Bizim diplomasi tarihçilerimizin, siyasi tarihçilerimizin çoğu uluslararası ilişkiler mezunu. Bunlar tarih altyapı eğitimini almamış, tarihin genel metodolojisini, epistemolojisini, felsefesini çok bilmeyen, yaparak öğrenen kişiler ve bunların yayınları da akademik tarihçiler tarafından pek muteber kabul edilmiyor. Yani bir paralel alan yaratılmış durumda. Ne yazık ki bizim akademik tarihçilerimiz askerî tarihe başlangıçta ilgi göstermedikleri için askerî tarih çok uzun bir süre üniversite müfredatı içinde yer almadı ve tamamen Genelkurmay’a terk edildi. Genelkurmay’ın bakışı ise tamamen fonksiyonel, pratik amaca yönelikti. Yani burada Türk Silahlı Kuvvetleri, zinhar, herkese yasaklıyor, sadece üniforma giyen kişiler, sadece emekli askerler askerî tarihle uğraşabiliyor diye bir şey yok. Askerî arşivlerden istifadede sivil hocalar hangi kurallara tabiyse ben de o kurallara tabiydim. Hatta bazen asker olduğum için daha kötü muamele de gördüğüm oluyordu. İşin içine rütbe de girmeye başlıyordu. Şu anda askerî arşivlerdeki güncel arşivler dışında bütün arşivler Cumhurbaşkanlığı’na teslim edildi. Dolayısıyla eğer hâlâ askerî arşivlerle ilgili şikâyeti olan var ise, güncel arşivler dışındaki şikâyetlerini Cumhurbaşkanlığı’na iletmek durumundalar.
Genelkurmay’ın askerî tarih çalışmaları hangi nitelikteydi?
Kurumlar yaptıkları işten dolayı kendi kurumsal tarihleriyle uğraşmak zorunda. Yani Meteoroloji Kurumu’nun meteoroloji tarihiyle uğraşmasını beklememiz gerekiyor. Çünkü arşivi var, personeli var ve kurumsal bilinç nedeniyle tarihini yazmak, kaydetmek ihtiyacı hissediyor. Bunu akademik eğitim görmüş birilerini işe alıp yapıyorlarsa ortaya doğru düzgün şeyler çıkıyor. Aksi halde, kurum içinden rastgele bir personel bu işe görevlendirildiğinde ortaya çıkan şey belki kendi işlerine yarıyor, fakat kurum dışında bir fayda sağlamıyor. Genelkurmay’ın üretimlerinde de aynı sıkıntı var. Genelkurmay’ın kitap seriler var. Bunları normal bir okuyucuya verdiğinizde o okuyucun bunu okuyup anlamasını beklemek zor; zaten başından sonuna kadar okuması da mümkün değil.
Arşiv tasnifinde hâlâ bazı sıkıntıların olduğu söyleniyor.
Şimdi önemli sorun tasniften ziyade malzemenin ne olduğunu tespitle alakalı. Bizim Harp Tarih Dairesi olan ATASE, 1916’da I. Dünya Savaşı devam ederken kuruldu ve kuruluş amacı harp tarihiydi. ATASE sadece savaşlara yönelik evrakla uğraştı. Dolayısıyla ATASE’de barış dönemi evrakının çoğu yok. Yani kendi kendini kısıtladı. İşin personel ve lojistik kısmını büyük ölçüde dışladı. Yani ATASE, I. Dünya Savaşı’nın, Kurtuluş Savaşı’nın, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın, Kore’nin ve büyük çaplı isyanların evrakını kendinde tuttu. Tuttuğu da harekât ve istihbarat ağırlıklı. Lojistik ve personel evrakı genelde yok. Şimdi burada sorulması gereken şu: Diğer evrak nerede? O evrak Millî Savunma Bakanlığı arşivinde ve bakanlık bu arşivi kullanıcılara hâlâ açmış değil, ancak özel izinle ulaşılabilirse belli şeylerden istifade edebiliyorsunuz. Herkes projektörleri ATASE’ye çevirdi ama şu an ATASE’nin elinde bir şey kalmadı. Hepsi Cumhurbaşkanlığı’na devredildi. Projektörlerin çevrilmesi gereken yer, Millî Savunma Bakanlığı. Bakanlığın arşivini ya kendisi açması lazım ya da ya da elindeki malzemeyi Cumhurbaşkanlığı’na devretmesi gerekiyor. Barış dönemi evrakı açılmadığı için birçok konuda ciddi sıkıntılar yaşıyoruz. Mesela Hamidiye Alayları konusundaki evrakın çoğu Savunma Bakanlığı arşivinde. Dolayısıyla Hamidiye Alayları konusunda çalışmak istiyorsanız çalışamıyorsunuz. Çünkü açık değil.
Bunun da tarih yazımına negatif bir etkisi var tabii…
Elbette… Ayrıca başka sıkıntılar da var. Türkiye’de evrakın arşivlenmesiyle ilgili ciddi dertlerimiz var. Kurum arşivlerine ihtiyacımız var. Sadece tek bir merkezde belli bir konuyla ilgili evrakın toparlanması yeterli değil. Kurumların da kendi arşivlerinde olması ve bunu da kullanıcılara açmaları gerekiyor. Bu, el yordamıyla yapılıyor. Birtakım önemli malzeme merkezi arşivlere gidiyor, bir kısım malzeme de değişik kategorilerde belli bir süre saklanıldıktan sonra imha ediliyor. Ve çok değerli bilgiler tamamen yok oluyor. Şu an özellikle bilgisayar, internet, bulut teknolojileri gibi dijital depolama sisteminin olduğu bir dönemde bu çok çok daha vahim.
İstanbul’da herhangi bir tugayı ziyaret edin. O tugayın tarihi ile ilgili bilgi isteyin, size en fazla bir defter ebadında bir şey gösterebileceklerdir. Birlik komutanlarının tam bir listesini bile çıkartamayacaklardır. Eskiden kaç taburu vardı, şimdi kaç taburu var, kaç bölüm var, kurulduğunda mevcudu kaçtı, 1940’ta kaçtı, şunda kaç, bunları söyleyemeyecekler. Çünkü kendilerinde bir arşiv yok. Oysa çoğu evraktan bir sürü kopya üretiliyor. Bütün bu kopyalar toplanıyor, tek bir merkeze gönderiliyor. O merkezde aynı evraktan bir sürü kopya oluyor. Bunları tasnif edemiyorlar, hangisini imha edeceklerini bilemiyorlar.
GELİŞMİŞ ÜLKELERDE ASKERÎ TARİH AKADEMİK, BİZDEKİ GİBİ EMEKLİ BİR SUBAY OTURUP ASKERÎ TARİH YAZMIYOR
Dünyadaki askerî tarihçilikle Türkiye’de yapılan askerî tarihçilik arasındaki farklar ve benzerlikler üzerine nasıl tespitleriniz var?
Gelişmiş ülkelerde askerî tarih akademik. Her üniversitede olmasa bile bazı üniversitelerde akademik olarak eğitimi veriliyor ve bu işi devlet kurumlarında, kamu kurumlarında, özel kurumlarda yapma durumunda olan kişiler de diplomalı askerî tarihçi. Yani bizdeki gibi emekli bir subay oturup askerî tarih yazmıyor. Diplomalı, doktoralı bir akademik askerî tarihçi bunu yazıyor. Bizdeki gibi, rastgele, eldeki mevcuda göre birileri tarihle ilgili bölümlere atanmıyor. Bizzat askerî tarih eğitimi almış kişiler işe alınıyor. Bu kişilerin ürettiği ürünler gizli bile olsa akademik kurallarla yazılmış çalışmalar. Yani akademik kurallar sadece sivil hayat için geçerli değil, askerî hayat için de geçerli. Tarih yazım metodolojisi, askerî tarih yazımı içinde geçerli.
Şu an Türkiye’de yavaş yavaş askerî tarih akademikleşme eğilimine girdi. Üniversitelerde ya lisans düzeyinde dersler açılmaya başlandı ya da yüksek lisans düzeyinde programlar var. Peki bunları bitiren, mezun olan kişiler nerede istihdam edilecek? Tabii bir kısmı üniversitelerde istihdam edilecek ama geri kalanın istihdamı nerelerde olacak? O konuda ciddi sıkıntılar var. Bugün Millî Savunma Bakanlığı arşivinde, ATASE’de, TSK’nın askerî tarihle ilgili bürolarında kim var? Bunların tarih nosyonu nasıl? Yeni istihdamda ne gibi ölçütler kullanıyorlar? Bunlara yanıtlar bulunması gerekiyor.
Diğer bir konu da askerî tarihin evrensel olması. Yani dünyada geçerli olan kurallar Türkiye’de de geçerli. Türkiye’de nev’i şahsına münhasır, ‘biz farklıyız’, ‘biz başkayız’ anlayışı var. Bu biraz da Osmanlı tarihçiliğinden gelme bir durum. Böyle bir anlayış, sadece kendi ihtiyaçlarınız için üretim yapmanıza ama ürettiklerinizin dünyada bir değerinin olmayacağına işaret eder. Bunun acı sonucu da Türk askerî tarihinin bir türlü dünya askerî tarihinin parçası olamaması. Bu dediklerim Osmanlı tarihinin geneli için de geçerli. Osmanlı tarihçileri aslında ürettiklerini kendileri tüketen kişiler. Bu işle ilgilenen yabancı Osmanlı askerî tarihçileri de bu küçük kulübün üyeleri. Meşhur bir yabancı Osmanlı tarihçisi (isim vermek istemiyorum) bir kitap yazıyor. Kitabın başında “Fatih Sultan Mehmet, 1453’te havan silahını icat etti” diyor. Normal bir askerî tarihçi o sayfayı okuduğunda direkt o kitabı kapatır. Çünkü havan dünyanın en basit silahıdır, tabancadan da basittir. 1240’larda Çinlilerin bambudan ürettikleri ilk ateşli silah aslında bir havandı. Çünkü havan, bir boru, dibinde bir tane iğne ya da fitil yakma sistematiği. Bu kadar basit. Altyapınız yoksa yazdığınız şey facia oluyor. Ben ekonomi tarihçisi değilim; oturup ekonomi tarihi yazmaya kalkarsam fahiş hatalar yapacağımı biliyorum. Aynı ihtimamı lütfen askerî tarihe de gösterin.
STRATEJİ HER YERE YAPIŞTIRILAN SİHİRLİ BİR KELİME HALİNE GELDİ
Askerî tarih ile “strateji” arasındaki bağ ne durumda?
Bugün stratejiyle doğrudan ilgilenen strateji çalışmaları diye bir disiplin var ve bunun dışında dolaylı olarak da olsa stratejiye giren başka akademik disiplinler var. Şu an askerî tarih büyük ölçüde malzeme sağlıyor. Yani askerî tarihçilerin ürettikleri strateji çalışmaları veya başka konularda uzmanlaşmış kişilere bugünkü strateji ve gelecekle ilgili strateji konusunda fikir veriyor, yeni kavramlar geliştiriyorlar. Yalnız bu noktada şunu belirtmek istiyorum. Strateji her yere yapıştırılan sihirli bir kelime haline geldi. Mesela kazandığınız maaşla ay sonuna kadar geçinme stratejisinden bahsediliyor. Arabanızla Beykoz’dan Kadıköy’e en iyi gitme stratejisinden bahsediliyor. Ucuzlaştırıldı strateji kelimesi. Arkadaş televizyonda “Suriye’de stratejik bir tepe ele geçirildi” diyor. Suriye’de stratejik bir tepe olamaz ki. Önemli tepe diyeceği yerde stratejik tepe diyor. Strateji kelimesi çok ucuzlayınca herkes stratejist oldu. Sadece televizyona bakmanıza gerek yok. Sokakta bakkal stratejist, kapıcı stratejist, öğrenciler stratejist, çocuğun stratejist…
MESUT UYAR