Doğa ve Konvansiyon
Bizim büyük açmazımız mit ve gerçekler (bilincin erişimine açık yazılı ve yazılı olmayan nesnellikler) arasındaki tereddüt, ikilemdir. Hayatı kuran normun mitler mi (geçmişin normları), ‘gerçekler’ mi (halihazırda oluşturulmaya çalışılan normlar) olduğu konusunda bir türlü karara varamayan ve bu iki güçlü akıntı arasında gelgitler yaşayan bir toplumun dramıdır yaşanan.
- ABDULKADİR İLGEN
- 25 Kasım 2022

Hiçbir toplum nevzuhur değildir. Adı ve zamanı ne olursa olsun her toplum geçmiş kuşakların bir sonucu, onların bir dolayımıdır. Kimse bu yazgıdan kaçamaz. Geçmişin etkisinden kaçıldığının sanıldığı en iyi durumlarda bile, yapılabilen sadece soydan gelen bu mirasa bir dirençtir.
Hegel sanatın hallerini anlatırken, onu, “sembolik, klasik ve romantik” dönemler olarak üçe ayırmış ve her birini tarihsel kategoride ayrı dönemlere yerleştirmişti. Bana göre insan ve toplumların hayatı ‘kültür, bilgi ve iman’ safhası olarak üçe ayrılır.
İlk safha kültür yapan bir varlık olarak insan ve toplumun ilk hali, onun bilinçsiz eylem durumudur. Bu safhada her şeyi insanın doğuştan gelen güdüleri belirler. İkinci safha bilinçsiz olarak yapılan eylemin belli belirsiz bilincine varma, onun hakkında bulanık da olsa bilgi ve malumat sahibi olma safhasıdır. Üçüncü safhadır ki, yapılan eylemlerin yapıla yapıla ikincil bir doğa, kesin bir inanç, iman haline geldiği nihai safhadır.
Bu son safha olan iman aşamasında davranışlar tekrar güdü ve eğilim haline gelir. Bu safhadaki davranışlara toplumun kurucu kodları olan zihniyet safhası denir. Ve bu safha, sonradan oluşturulmuş olan bu ikinci doğa; bir zaman sonra kişi ve toplumun kendisi haline gelir, onun hakiki doğası olur.
Normun henüz tam olarak pişmemiş malumat seviyesindeki hali ise iman safhasının bir önceki halini temsil eder. Toplumun bu safhada derlediği bilgi ve malumatların hepsini bir anda benimsemesi mümkün değildir. Bu bilgiler de tıpkı ilk imgeler gibi, toplumsal belleğe sonsuz kadar dolayımın imbiğinden geçerek intikal eder.
Bunlardan bir kısmı daha doğmadan birer tortu ve fosil halinde bir kenara çekilir. Bir kısmı bağlamından kopartılarak bambaşka şekillerde hayatın içine katılır ve kültürün kurucu unsuru haline gelir. Bunların her birinin uzun bir tarihi ve bu tarihin de kendi içinde ilişkili olduğu, ondan çok daha karmaşık bir yazgısı daha vardır.
İşte, toplumun doğası haline gelen bu tarafı, her ne kadar normun taze ve oturmuş halini, imanı temsil etse de o da bir kararda durmaz. O da bitevî olarak değişir, harlanır ve söner; sonra tekrar başka başka şekillerde kendini yeniden devam ettirir.
Toplumların kurucu kodu da diyebileceğimiz ve çoğunu bilinçdışının temsil ettiği bu doğa, farkında olalım ya da olmayalım nihayetinde zımnî bir konvansiyondur. Ve oluşturulmuş da olsa kendiliğinden işleyen bu yanımız, asıl varlığımızdır. Vâkıa, bu (doğa) da yaşanmışlıklarla “oluşturulmuş”, sonradan olma (kültürel) bir şeydir. Öyledir ama yaşana yaşana eğrelti bir malumattan, “gevşek bir kuşku halinden kesin bir emin olmaya” evirilmiş bir iman hali; kesin ve kendiliğinden bir eğilim, doğal bir dürtü olarak hükmünü icra eder.
Değişen Makaslar
Aslında henüz bir sanı ve kesinliğinden emin olunmayan, deyim yerindeyse gerçek bir kültür bile değil, sadece kültür hakkında bir bilgi hali olan safha da bir gün kişinin kurucu, sahici doğası haline gelebilir. Nitekim birinci doğa da bir zamanlar tıpkı bu ikincisi gibi önemsiz ve sıradan, tali bir imge, intiba ve izlenimlerden ibaret bir bulamaçtı.
Oysa birincisi sadece sözde kalan bir konvansiyondan da öte sahici bir güdü, bir eylem ve alışkanlık haline gelmiştir ve toplumun kurucu gücüdür. İşte, insan varlığının bu iki yüzünden biri kişinin sahici doğası olarak olguyu, ikinci doğası ise henüz tasarım halindeki kurguyu ifade eder. Olgu ve kurgular gibi oluşturulmuş nesnellikler de nihayet birer konvansiyon, adı konmuş veya konmamış zımnî birer sözleşmedir.
Ne ki insan ürünü her şey gibi bunlar da sürgit devam etmez, diyalektik biçimde değişir. Kesin bir iman halini alan eğilim, eylem ve davranışlar da böyledir. Onlar da zamanla esneklik ve canlılığını kaybederek kaskatı birer taş, hayatiyetini kaybetmiş birer fosil halini alır. Bu, imanın soğuması ve kendinden asla şüphe edilmeyen konvansiyonun çözülmesi, kısaca duygu birliğinin yitirilmesidir. Bu durum en fazla kültürel çözülmelerin olduğu bunalım devirlerinde kendini hissettirir.
Bu devirlerde yeni diye ortaya çıkan duyguların çoğu ‘sahte ve boyalı’ birer tasarım, deneme olarak görülür. Halk bunları öyle algılar. O yüzden de aydınların yeni diye ortaya sürdüğü şeylere çoğu kez bir anda itibar etmez. Çoğunu bir gençlik ve romantizm eseri ortaya çıkan sahte ve sahici olmayan eğilimler olarak istihza ve şüphe ile karşılar.
Bu tür kültürel kırılma ve yarılma devirlerinde sosyal, bilişsel ve hatta ontolojik şizofreni diyebileceğimiz sosyal ve bireysel kişilik bozuklukları toplumun alamet-i farikası olmaya başlar. Dahası, şiddetli bir ideolojik tartışma ve bölünme toplumu iliklerine kadar sarsar. Ve birer şaklabana dönüşen yarı aydınlar her şeyin sahtesini üreten merdiven altı sanat sahipleri gibi her yeri reprodüksiyon halindeki bilgi ve sloganlarla doldurmaya başlar.
Hayatın bir keşmekeş halini aldığı bu devirlerde neyin doğru neyin eğri olduğu bilinmez. Fikir ve sanat itilip kakılır. Bilgi ve yetenek nadiren de olsa ya direnir ya da bir köşeye çekilir veyahut ülkeyi terk ederek kendine başka muhitler arar. Hiçbir geçiş devri sancısız olmaz.
Kesin olan bir şey vardır ki, eski kültüre iman sarsılmış, her şey yeni baştan kurulmaya başlamıştır. En azından görüntü budur. Fakat bu sadece bir görüntüdür.
Gerçeklerle Mitler Arasında
Şunu hiç hatırdan çıkarmamak gerekir ki, gerçek olarak bildiğimiz -buna siz inandığımız da diyebilirsiniz- şeyler ne kadar gerçek (!) ise, mitler de o kadar gerçektir. Çünkü her ikisi de insan yapımı birer konvansiyon, adı üstünde bir mutabakattır. Yazılı ve yazılı olmayan bütün konvansiyonlar gibi oluşturulmuş kültürel yapılar da dolaylı bir inşa, kesinliğinden asla emin olamayacağımız birer mutabakat zeminidir; hepsi bu.
İmdi, eğer bir kültür, sözgelimi Roma gibi kökleri çok eskilerde güçlü bir geçmişe dayanıyorsa, orada direnç de çok güçlü ve süreklidir. Bu tür durumlardadır ki mitlerle gerçekler her zaman iç içe, yan yana yaşar. Ve tarihsel geçmişi güçlü memleketlerde toplum her zaman geçmişin çağrısına açık, onun telkinlerine duyarlı olur.
Bizim gibi tarihi bin yılların çok ötesine, etkisi eski dünyanın hemen her noktasına yayılmış büyük bir milletin eskiye duyarlılığı, onun çağrılarına olan özlemleri de daha dün tarih sahnesine çıkmış uluslarla bir tutulamaz. Bu hem avantaj hem de dezavantajdır.
Avantajdır, toplum ve ulus inşası geleneksel de olsa zaten tamamlanmış, eski de olsa bir duygu birliği sağlanmıştır. Dezavantajdır, çünkü anıtsal bir tarih tahayyülünün gölgesinde hiçbir canlı yaşayamaz, yaşasa da sürekli o habitatın gölgesinde kendisini tekrar eder.
Bu tür toplumlarda her şey mitler ve sembollerin gölgesinde, o ritim içinde erir, kendini orada bulur. Burada bilinçdışı ve semboller her şeydir. Diğer yandan bilincin erişimine açık dille ifade edilen sözlü ve yazılı konvansiyon ve mutabakatların tamamı (anayasa, yasa, tüzük ilh.) içtenlikten yoksun, sahici hiçbir değeri olmayan birer formalite gibi algılanabilir.
Bizim büyük açmazımız budur: Mit ve gerçekler (bilincin erişimine açık yazılı ve yazılı olmayan nesnellikler) arasındaki bu tereddüt, bu ikilem. Hayatı kuran normun mitler mi (geçmişin normları), ‘gerçekler’ mi (halihazırda oluşturulmaya çalışılan normlar) olduğu konusunda bir türlü karara varamayan ve bu iki güçlü akıntı arasında gelgitler yaşayan bir toplumun dramıdır yaşanan.
Doğa ve Söz
Goethe Faust’ta şöyle der:[1]
“‘Başlangıçta söz vardı!’ diye yazmaktadır Kutsal Kitap’ta.
Daha burada takılıp kaldım işte! Kim yardım edecek bana?
Bu kadar değer veremem elbette söze,
Eğer ruh beni hakkıyla aydınlatıverirse
Bunu bir başka türlü tercüme etmeliyim.
‘Başlangıçta fikir vardı!’ demeliyim.
Kalemin hemen öyle acele etmesin!
Şimdi bu ilk satırı iyice düşünmelisin!
Fikir midir her şeye müessir olan ve yaratan?
Şöyle yazılmalıydı: ‘Başlangıçta kuvvet vardı!’
Ancak ben henüz bunu yazarken bile
Bir şey uyarıyor beni değiştireyim diye.
Ruh yardım ediyor! Birdenbire gözüküyor çare
‘Başlangıçta fiil vardı!’ diye yazıyorum iç rahatlığıyla.”
Bu satırlar bize eylem ve söz arasındaki ilişki ve bu ilişkide önceliğin neye ait olduğunun da sırrını verir. Hayatı kuran asıl şeyin aslında birer kurgu ve düzenleme olan sözün değil, insanın kesinliğinden tam olarak emin olamadığı fiillerinin eseri olduğunu, fiillerinin, yani doğasının eseri olduğunu anlatır bu ifadeler.
Gerçek de böyledir. Hayatı eylemler kurar. Eylemleri ise dolayımlar. Bu anlamda bir yazgıdan öte bir şey değildir hayat. O kadar övündüğümüz “özgür irade”, istenç bile adını ve kaynağını tam olarak bilemediğimiz sayısız dolayım ve bağlam havuzunda kaynayıp duran sihirli bir kimyadan başka bir şey değildir.
Kimya sözünü bilerek kullanıyorum. Biyosfer dediğimiz canlı kürenin tarihi ne kadar gizemli ise, buradaki bilinçli yaratık ve onun ürettiği eserlerin tarihi de bir o kadar gizemli ve karmaşıktır. Tarihi, kültürden arınmış kesin yasalar üzerine kurmak isteyen Descartes, bu tasarımıyla sadece kendisini değil, bilgiyi de paranteze alırken ne kadar büyük bir yanılgıya düştüğünün muhtemelen farkında değildi.
Rasyonellik de öyledir. Örgütlü aklın kültürel, sosyolojik ve tarihsel bir bağlamda ürettiği bir deneme, aklın pratiğe aktarılmış bir dökümünden ibarettir. Ve her pratiğe aktarımda olduğu gibi mutlak olanı değil, sınırlı argümanlarla oluşturulmuş parantez içindeki nispî bir hakikati ifade eder.
Oysa hayat her saza gelir türden matematiksel bir nota değildir. O, her perde aralığının sonsuza kadar temadi ettirilebileceği bir dalga boyutu bile değil, kendini her dem yeniden üreten bir süreç ve kevn-ü fesat dinamiği, onun görünümlerinden ibarettir.
Bugün de kökleri çok derinlerde olan bir kırılmalar zincirinin fay hattı üzerinde duruyor, neyin sağlam neyin kaygan olduğunu deneme yanılma yoluyla anlamaya çalışıyoruz.
Sonuç
Bugün bütün bunları kaleme alırken, kısaca söylemeye çalıştığım şey şuydu: Rasyonellik ve bilim diye diye “yaşayan kültürü” ve onun biriktirdiği “derin tesalübü” dikkate almadan toplumla ilişki kurmak isteyen yarı aydınları uyarmak.
Gökalp “Halka Doğru” derken pek tabii ki, bu gerçeğin farkında olarak konuşuyordu. O günden bugüne sosyal bilimler çok mesafe aldı. Artık elimizde çok daha fazla alet ve edevatla varlığı enine boyuna didik didik edebilecek araçlara sahibiz. Ama ortalık hâlâ fal açar gibi yorumlarda bulunan kehanet budalalarından geçilmiyor.
Şimdiye kadar hep söylemden eyleme doğru giderek meselelere çözüm aramayı tercih ettik. Bu sefer de eylemden gramere doğru gitmeyi öneriyor, olguyu önemsemeyi öne çıkartmak istiyoruz.
__
[1] Goethe, J. W. (2022), Faust, Tragedya, (çev.) Senail Özkan, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s. 41.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

ABDULKADİR İLGEN
