Ekrandaki Aşiret
İktidarın büyük ölçüde hem finanse ettiği hem de belli bir hedefe doğru yönlendirdiği basın-yayın kuruluşlarındaki profesyoneller bir tarafa, muhalif basındaki yazarların da karşı taraftaki profesyonellerden çok da farklı olmadığı görülüyor. Onlar da demokrasiden çok yukarıda bir şekilde işaret edilen “dogmatik kurgu” üzerinden bir söylem geliştiriyorlar.
Gökalp, Cumhuriyet gazetesinde yazdığı geç dönem yazılarından birine “Yirminci Asrın En Mühim Müessesesi Gazetedir” başlığını atar ve Fransız filozof Alfred Fouillée’ye (1838-1912) atıfla gazetesiz bir dokuzuncu asır düşünülemeyeceğini belirtir. Şu satırlar ona ait:
“On dokuzuncu asrı karakterize eden ne teyyaredir ne tahtelbahirlerdir ne de otomobiller, tanklar ve drinavtlardır. Bunlar olmasaydı yine asrımız, on dokuzuncu asır olabilirdi. Medeniyet müesseselerinin diğerlerini de birer birer kaldırabiliriz. Asrımızın on dokuzuncu asır olmasına yine de bir halel gelmez. Fakat maazallah bir gazetenin ortadan kalkmasını tasavvur edelim. Bütün diğer medeniyet müesseseleri yerinde dururken yalnız gazetenin yok olması bizi on dokuzuncu asırdan uzaklaştırarak kuru-u vustaya doğru atar”.
Gökalp bunu söylerken abartı değil, çok mühim bir hususa dikkatleri çeker. Söylediği kısaca şudur: “Gazeteden doğan yeni içtima tarzı ‘amme-publique’ adını alır. Âmme, şifahi değil, tahriri bir cemiyettir.” Böylece Gökalp modern kamusallığı sözlü kültürden yazılı kültüre geçişin de bir eşiği, kriteri olarak merkeze almış olur.
Gazete vasıtasıyladır ki bir mahalde, bir meydanda, bir kafe veya toplantı salonunda bir araya gelmeye gerek duymadan bir “içtimaın”, manevi bir cemiyetin içinde olabilir; muhayyel bir cemaat oluşturabilirsiniz. Kamusallık burada, kamusallığın ete kemiğe bürünmüş şekli olan ulus ve ulusun ortak özlem ve kaygıları burada şekillenir.
Hazret sözü daha sonra Gabriel de Tarde’a (1843-1904) getirerek “Bu asır ammeler asrıdır” diye bağlar. Bu aslında bu asır milliyetler çağıdır ve milliyetçilik çağı demenin başka bir adıdır. Gerçekten de öyledir. Bu asır geleneksel dönemin “şifahî cemiyeti” olan kapalı cemaatler yerine açık alanda teşekkül eden milliyetler çağıdır.
Tarihin Bekleme Odaları
Burada ulus olmayı sosyolojik bir aşama, ileri bir merhale anlamında kullanıyorum. Yoksa günümüzde farklı şekillerde tezahür eden ve çoğu da tarihin arkaik, fosil veya yarı fosil halini almış yarım varlıklarını milliyetçilik diye önümüze koyan hastalıklı eğilimlerin zarfı olarak kullanılan bir kavramdan bahsetmiyorum.
İyi de tarih denen süreç bazı Marksistlerin ve İlerlemeci ideolojiye sıkı sıkıya bağlı kalanların söylediği gibi sürekli olarak eskiyi yeniyle ikame eden bir süreç midir ki, her şey bu minvalde ve öngörülerek ilerlesin! Böyle midir gerçekten ve her şey sürekli olarak daha iyiye, kemale doğru mu ilerlemektedir? Yoksa işler çok daha farklı bir şekilde mi ilerlemektedir?
Sanırım bu tarz fikirlerin kuramı “gerçekliği değil dogmatik bir istemle ortaya çıkan bir ilerleme kavramını” merkeze aldıkları için yanılgıya düştü. Yukarıdaki başlık da tam olarak bu yüzden ideolojik bir önyargıyı çağrıştırıyor. Tarihin bekleme odaları demek, aslında tarih eskiyi geri dönülmez şekilde bertaraf ettikten sonra tam gaz yoluna devam eden bir süreç demekten başka bir şey değildir.
Hâlbuki “ilerleme” denilen şey bir “olgu” değil, doğrudan doğruya muhayyel bir tasarım, bir kurguydu. Ve her kurgu gibi temellerine inilerek tartışılması, eleştirilmesi gereken bir varsayımdı. Bugün bizim de içinde bulunduğumuz bütün sosyal bilimcilerin ve bilhassa ideolojik körlük içindeki bazı sosyal demokratların temel açmazı budur. Kurguyu gerçek zannederek asıl meseleden yüz çeviren davranışları ve boş yere içine düştükleri hayıflanma ile halkı suçlayan yakınmalar.
Olması gereken, sağlıklı bir kamusallık yaratabilmek ve eski kulübelerimizin dışındaki hayatla uyum sağlayabilmekti. II. Mahmut’tan beri isteyip de bir türlü başaramadığımız şey budur. Eski kodlarla oluşturulan amme yerine yeni kodlarla oluşturulan bir amme inşa edememek.
Bu şu demektir; aslında burada Avrupa’dakilerden farklı olarak oluşmuş bir amme, kamusallık vardı ama bu kamusallığın yeniden modifiye edilmesinde bazı zorluklarla karşı karşıya kalınıyordu. Cemiyet içinde bir cemiyet gibi bir durumdu bizdeki cemaat yapıları. Ne tam olarak cemiyet ne de tam olarak cemaat olmayan yapılardan oluşan bir topluluk ve bunun tarihî süreç içinde kendi yapısına uygun olarak oluşturduğu kurumlar ve alışkanlıklar vardı.
Tarihin Bekleme Odaları adı verilen ve günümüzde kendilerini “yerel, etnik, dinî ve politik cemaatler” şeklinde gösteren bu yapılar, kim ne derse desin aslında tam olarak ne cemaat ne de cemiyet kalıplarına uymayan son derece gözenekli, geçişli yapılar olarak duruyor önümüzde. İşin daha da tuhafı, bu tarz cemaat yapılarından gerçekten de rahatsız olanların da dâhil olduğu büyük bir ekseriyetin bu tarz alışkanlıklarla malul olması.
Ekranın Paradoksu
Toplumun kendisi böyle olunca toplumun aynası olan ekranın bunun dışında olması mümkün mü? Orası da yaralı, orası da gerçeklerden ziyade hem günlük politikanın gelgitleri hem de sözü edilen yaralı bellek ve sosyalleşme süreçlerinin izlerini taşıyor üzerinde.
İktidarın büyük ölçüde hem finanse ettiği hem de belli bir hedefe doğru yönlendirdiği basın-yayın kuruluşlarındaki profesyoneller bir tarafa, muhalif basındaki yazarların da karşı taraftaki profesyonellerden çok da farklı olmadığı görülüyor. Onlar da demokrasiden çok yukarıda bir şekilde işaret edilen “dogmatik kurgu” üzerinden bir söylem geliştiriyorlar.
Bunun en tipik örneğini son seçim sürecinde yaşadık. Ve bu süreçte görüldü ki burada da ekranı ele geçiren dar bir hizip, sözde muhalif ve demokrat bir görünüm altında ileri sürdükleri kurgusal retoriklerle sadece kendi muhaliflerini değil, halkı ve onun yürüdüğü çizgiyi bilinç yetersizliği ve ahlaksızlıkla açıklamaya çalıştı.
Fakat bunu yaparken bir kere olsun kendi kurgularını eleştirmek gibi bir yola girmedi, dogmatik olmakla suçladıkları rakiplerinden farksız olarak dönüp dönüp aynı yere, aynı dogmatik kurguya sarıldılar.
Çoğulculuk diyorlar ama eski bir jakoben alışkanlığı olan halka rağmen halkçı tutkularıyla gerçekte iktidardan biraz da olsa pay kapma arzusu ve onun kamuflajı olan ütopik vatan kurtarma refleksinden bir türlü kurtulamıyorlar. Bunu söylerken iktidara katılma isteğini kınıyor veya yadsıyor değilim. Bu çok haklı bir taleptir ve herkes bunu isteyebilir. Demokrasi zaten biraz da budur; iktidara katılma iradesi.
Onların de hedefi tıpkı iktidardakiler gibi aykırılığın her türünü iktidarsız bırakmak. Oysa doğal habitat gıdasını aykırılıktan alır. Gen havuzu onunla beslenir. Irklar ve uluslar bununla güzelleşir. Medeniyet bununla yeni çiçekler açar. Biyosfer bununla, aykırılığın çok sesli senfonisiyle her bahar bir başka renge bürünür. Demokrasi de öyledir. O da gıdasını aykırılıkları benimsemeden alır. Onunla güçlenir.
Ekrandaki Aşiret
İmdi, asıl kıyamet muhalefetin kaybetmesiyle koptu. Ben burada bunun ayrıntılarına girecek değilim. O ayrı bir bahis. Benim burada asıl üzerinde durmak istediğim şey bir zihniyet yapısı ve bunun genetik kodları. Genetik diyorum, zira bu kültürel bir durum olmaktan çıkarak çoktan biyolojik bir tavır, eğilim haline gelmiş bulunuyor.
Aşiret şimdi de gerçekte acı olan yenilgiyi ve nedenlerini anlamak yerine, bu yenilgiyi başından beri durdukları yerin doğrulanması şeklinde anlayarak fikr-i sabitlerini daha da derinleştiriyor. Dahası, iş burada da bırakılmıyor ve muhalif çizginin lider ismi çizgiden sapmak ve yetersizlikle suçlanarak yenilgi daha da pekiştirilmiş oluyor.
Muhalefetin süreci doğru olarak okuyup anlamak bir yana, doğru biçimde yönetemediği falan hepsi doğru olabilir. Zaten sonuçlar ortada. İktidar son derece usta işi bir organizasyonla ipi göğüsledi. Bunlar tamam ama bu, muhalefetin ve bilhassa CHP’nin girdiği yolun yanlış olduğunu değil, yetersiz olduğunu gösterir.
Girilen bu süreci eleştirenlerin asıl çıkmazı da burada başlıyor. Kurguya teslim olma ve toplumsal gerçekliği okuma konusundaki yetersizliği başkalarını suçlayarak kamufle etmeye çalışan bir ikiyüzlülüktür karşı karşıya kalınan.
Meselenin bir diğer boyutu ise bu konuda gösterilen ahlakî zaaf ve fırsatçılık. Eskiler “Sevdim Ali’yi, kâr zarar” derler. Bir yola çıkılınca iyi kötü her ne ise başa gelen çekilir. İşler iyi olunca hep beraber, işler kötüye gidince sen sana ben bana anlayışı hiçbir kültürün benimseyebileceği bir tavır değil.
Kaldı ki burada daha da kötüsü yapılmakta ve çizgi en başa, CHP’nin bir türlü üzerinden atmak isteyip de atamadığı, iktidarın da hep orada görmek istediği bir noktaya çekilmek isteniyor ki, bu da haklı olarak bu hanımlar ve beylerden bazılarının operasyonun bir parçası olup olmadıkları konusunda haklı şüphelere neden oluyor.
Netice
Benim durduğum yer, bu ve benzeri tüm alışkanlıkların -alışkanlık tabirini bilerek kullanıyorum, çünkü bu tür davranışların çoğunun tam olarak bir tercih değil, bir tür maruz kalma olduğunu düşünüyorum- çok uzun bir gelenek tarafından belirlendiği şeklindeki bir analizdir.
Modern devirlerde içine girdiğimiz olma-oluşma şeklindeki uluslaşma sürecinin bir türlü eski bagajlarından kurtulamayıp, kulaklarını hâlâ eskinin çağrılarına açık tuttuğu bir toplumda demokrasi de ancak bu kadar olabiliyor. Hâlâ her birimiz belli cemaat kalıpları içinde davranıyor, içinde bulunduğumuz kültürel aşiretin kodlarına göre çıkar ve kaygı ilişkilerimizi biçimlendiriyoruz.
Türkiye’nin demokratikleşme süreci aslında sağlıklı bir uluslaşma sürecinden geçiyor. Evet, hep birlikte Türk Milletiyiz ama buradaki “millet”, öyle kitapta yazdığı gibi yekpare bir cemiyet değil, ayrı ayrı katmanlardan gelen ve henüz tam olarak birbiriyle entegre olamamış kültürel adalardan oluşan bir zemin üzerinde oturuyor.
İçine girdiğimiz modernleşme sürecinde bir tür yozlaşma ve başkalaşma olarak anlaşılan reformlara duyulan tepkinin Türk Toplumunun kolektif vicdanında yaptığı tahribat bütün ilişkileri zehirliyor.
Ekrandaki aşiret de bunun tipik örneklerinden biri.
O da bilerek veya bilmeyerek verili bir tarihin verili bir ürünü olarak kamplaşma ve önyargıyı daha da derinleştirerek tahkim ediyor.