Gazze İşgali/Soykırımı ve Yeni Küresel Düzen İhtiyacı
Gazze’ye yönelik soykırımın/işgalin bize gösterdiği en önemli sonuç, siyasal veya dinî ayrımların bir anlam taşımadığı ve vicdan merkezli yeni bir eksenin kurulmasının gerekliliği. Yüzlerce yıla dayalı hurafeci din anlayışından kurtulup, vicdan ekseni altında bir araya gelmenin zor olduğu açık. Ama küresel güvenlik ve insanlığın geleceği açısından böylesi bir tutum kıymetli ve insanlığa bir çıkış yolu sunabilir.
Gazze’de işgal ve soykırım devam ediyor. Dünya halkları ve ülkeler bu konuda somut bir şey yapamıyor. İsrail’e koşulsuz destek verenler ise ortaya çıkan işgale, soykırıma ve İsrail’in bölgesel bir savaş arzusuna rağmen pozisyonlarından memnun görünüyorlar. Ortaya çıkan derin hukuksuzluğun, BM kararlarının yok sayılmasının ve uluslararası kurumların anlamsız hale dönüşmelerinin bize bir şeyler söylemesi gerekiyor. Ancak ülkelerin ve yöneticilerin tutumlarına ilişkin bir farkındalık görünmüyor. 40-50 yıl önce oluşmuş tutumları sürdürme yaklaşımı devam ediyor. Bu olumsuzluğun içindeki tek olumlu şey, halkların bir kısmının devletlerden daha diri ve arayış içinde olması. Halklar nezdinde ortaya çıkan bu tutum, devletlerin baskılaması, engellemesi ve kimi halkların kendilerini devletleriyle özdeşleştirmesi nedeniyle olsa gerek, anlamlı bir değişime dönüşmüyor.
Uzun bir süre, “Halkları köleleştiren, birbirine düşman eden, irade sergilemelerinin önüne geçen siyasal yaklaşımlara ve anlamsızlaşan uluslararası kurumlara karşı bir şey yapmak mümkün mü?” sorusunun peşine takılmamız gerekiyor. Gazze işgali/soykırımı nedeniyle halkların gündeminde olan bu konunun, önümüzdeki süreçte devletlerin de gündemine gelmesi ve tartışılması için bir çaba gerekiyor. Halkların, Gazze işgali/soykırımı konusunda izlenen politikaların, yapılan çalışmaların ve İsrail’e verilen desteklerin gündeme alınması, tartışılması için çaba göstermeleri önemli. Bu, bireysel bir arzu değil, dünyanın geleceği için zorunlu.
Devletlerin Tutumları
Öncelikle halkların ve devletlerin oldukça farklı tutumlar sergilediğini söyleyelim. Devletlerin tutumlarını kabaca altı grup altında toplamak mümkün. İlk grup; İsrail’e koşulsuz, şartsız destek veren ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Kanada gibi ülkeler. Geleceğe ilişkin tartışmayı sağlıklı bir biçimde yapmak için bu ülkelerin pozisyonlarını netleştirmek gerekir. Bahsettiğimiz ülkeler sadece soykırımcı/işgalci İsrail’i desteklemedi, siyasal pozisyonlarıyla, ekonomik kaynaklarıyla, askerî güçleriyle, sınırsız savaş mühimmatı aktarımıyla işgalin/soykırımın sorumlusu oldular. Daha ileri gidip, pozisyonlarını meşru göstermek için inanç ve dinî ‘argümanlara’ sarıldılar. İşgali/soykırımı meşrulaştırmak için verdikleri desteğin, inanç zemini üzerinden ifade edilmesi, dünyanın geleceği ve küresel güvenlik açısından büyük bir risk.
İkinci grup ise ilk gruba giren ülkelerle aynı hizaya giren ama kapasite ve irade sorunları nedeniyle bahsettiğimiz ülkelerin arkasına sığınarak pozisyon alan devletlerdir. Bu tür ülkelere söylenebilecek çok fazla bir şey yok. İlk grubun içindeki ana ülkelerin pozisyonlarına ilişkin her değerlendirme bunlar için de geçerlidir. Burada önemli olan, bahsettiğimiz kapasite ve irade sorunu yaşayan ülkelerin halklarıyla kurulacak ilişkidir. Sağlıklı bir ilişki, halklarda oluşacak değişim ve halkların sergileyeceği irade, bu devletlerin tutumlarında değişikliğe yol açabilir.
Üçüncü grup, dünyanın yaşadığı siyasal gelişmeleri sağlıklı okuyamayan, bu nedenle alacakları tüm kararları/tutumları Soğuk Savaş dönemi anlayışı üzerinden geliştiren ülkeler. Rusya ve Çin bu gruba giren ülkelerin başında geliyor. Gazze’nin işgaline ve yürütülen soykırıma karşı olduklarını ifade ediyorlar. Ama BM’de sağlıklı bir karar alınması konusunda güçlü bir irade sergilemekten kaçınıyorlar. “Batı İsrail’in yanında, biz açıkça o denklemin parçası olmayalım ama Yahudileri de karşımıza almayalım” tutumu, çıkarcı ve kirli bir anlayışın ürünü olmanın yanı sıra mevcut tablonun dünyanın geleceği için oluşturduğu riski görmemektir. Batı ile var olan çekişme üzerinden pozisyon alan, fakat fiili bir tutumdan kaçınan ülkelerin temel sorunu, küresel sistemin geleceğine ilişkin öngörüden ve perspektiften yoksun olmalarıdır.
Dördüncü grubu, halkı Müslüman olan ülkeler oluşturuyor. Bu ülkeleri; temenniden öteye geçemeyenler, göstermelik diplomatik çabalara odaklananlar, yürütülen toplu faaliyetlerin içine karışarak anlamsızlaşanlar, çözüme değil hamasete sarılanlar, işlevsizleşmiş BM’den medet umanlar ve varlıklarını unutturmaya çalışanlar şeklinde sınıflandırmak mümkün. Bunlardaki temel sorun, başka bir yazımızda dile getirdiğimiz “kaynak, kapasite, vizyon ve irade yoksunluğu” meselesidir. Bu ülkelere ilişkin mevcut tablonun, İsrail’in arkasında hizalanan ülkelerle devam eden ilişkileri ve “kaynak, kapasite, vizyon ve irade yoksunluğu” nedeniyle yakın zamanda değişmesi de mümkün görünmüyor. O zaman bahsettiğimiz ülkelere ilişkin gösterilebilecek en kıymetli çaba, halkların küresel sistemin geleceğine ilişkin motivasyonlarını ve ilgilerini artırmak olmalı. Bir yanda bu denli pasif durmayı içselleştirmiş halkı Müslüman olan ülkeler, öte yanda dinî gerekçeler üreterek soykırımcıya ekonomik, siyasi, askerî destek sağlayan ve arkasında duran ülkeler.
Beşinci grup ise kendileriyle ilgili olmadığı sürece, katliamlara, soykırımlara, işgallere, terör saldırılarına karşı ilgisiz kalan ülkeler. Küresel etkileri de sınırlı olan bu ülkeler için söylenecek bir şey yok. Mümkün olabildiği kadarıyla halklarla kurulacak ilişkiler üzerinden sağlıklı bir dönüşüm için çabalamak olumlu sonuçlar verebilir. Altıncı grup ise en kıymetli. ABD ve ABD arkasında hizaya girmiş ülkelerin tüm baskılarına direnerek İsrail’in yargılanması için başvuran Güney Afrika ve Güney Afrika ile birlikte pozisyon alanlar.
Vicdan Ekseni
Gazze’ye yönelik soykırımın/işgalin bize gösterdiği en önemli sonuç, siyasal veya dinî ayrımların bir anlam taşımadığı ve vicdan merkezli yeni bir eksenin kurulmasının gerekliliği. Yüzlerce yıla dayalı hurafeci din anlayışından kurtulup, vicdan ekseni altında bir araya gelmenin zor olduğu açık. Ama küresel güvenlik ve insanlığın geleceği açısından böylesi bir tutum kıymetli ve insanlığa bir çıkış yolu sunabilir.
Şöyle düşünelim; bir yanda ABD yönetiminin, siyasi elitin tüm imkânlarla destek olduğu ve arkasında durduğu işgal ve soykırım, öte yanda işgale ve soykırıma karşı çıkan, itiraz eden, sesini yükselten ABD vatandaşları. Bir yanda İngiltere’nin İsrail’e verdiği koşulsuz ve sınırsız destek, öte yanda İsrail’e itiraz eden, karşı çıkan İrlandalı siyasetçiler. Bir yanda Birleşik Krallık şemsiyesi altında yer alan İngiltere’nin tutumu, öte yanda aynı şemsiye altında yer alan İskoçyalıların, İrlandalıların, İngiliz halklarının tutumu. Bir yanda Yahudileri katletmiş Almanya’nın soykırıma/işgale verdiği sınırsız destek ve halkın gösteri hakkını baskılaması, yasaklaması, öte yanda kirli ilişkilere itiraz eden ve Filistin’in bağımsızlığını kabul eden İspanya ve İspanyolların sergilediği vicdani tutum.
Benzer değerlendirmeyi halkı Müslüman olan ülkeler için de yapabiliriz. Bir yanda “Bu iş nereden çıktı şimdi” diye içten içe sızlanan yönetici elit, öte yanda bu yönetici elitin baskıları altında sesini dahi çıkaramayan halklar. Bir yanda yürütülen diplomatik çabalar arasına katılarak kendini unutturan ülkeler, öte yanda halkın gösteri hakkını “Ne olur ne olmaz” diyerek kontrol edenler. Bir yanda olan biteni insanlığa karşı işlenmiş suç kategorisinde değerlendirip itiraz edenler, seslerini yükseltenler, öte yanda olan biteni din eksenli değerlendirip, ABD siyasi elitiyle aynı eksene düşeneler. Buradan çıkaracağımız somut çıktı, insanlığın huzuru ve küresel güvenlik için vicdan eksenli birliktelik.
Halkı Müslüman Olan Ülkeler
Gündemi değiştirmeden, kısa bir ayrıntı vermekte yarar var. “İslam devleti” kavramını bilerek kullanmıyorum. Çünkü hiçbir devletin bu tür bir özelliğe sahip olmadığı açık. Onun yerine, “halkı Müslüman olan ülkeler” kavramı daha doğru bir tanımlama. Gazze’ye ilişkin soykırım/işgal ve son günlerde Lübnan’a karşı yürütülen terörist faaliyetlere karşı bu ülkelerin ne yaptığı merak konusu. Gazze’de soykırım engellenemiyor, işgal durdurulamıyor, halkının kaynaklarının talan edilmesinin önüne geçilemiyor, insanların yaşam alanları ortadan kaldırılıyor. On binlerce masum sivil katledildi. Eğitim ve sağlık kurumları, Siyonist rejim tarafından, bilinçli olarak bombalandı. Lübnan’a yönelik terörist faaliyetler ise ülkeyi çıkmaza sokacak boyutta. Ama olan bitene karşı koyabilecek ortak bir irade gelişmedi.
Filistinlilerle inanç ve etnisite benzerliği olan ülkelerin üyesi olduğu İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Devletleri Ligi somut herhangi bir adım atmadı, çözüm geliştiremedi. Uluslararası hukuku ve BM kararlarını yok sayan, çiğneyen İsrail ve destekçilerine, hukuku ve BM kararlarını hatırlatmak, anlamsız ‘çabanın’ içinde kaybolmak gibi. Öyle ki BM’ye ilişkin var olan anlamsızlık dahi, doğru bir zeminde kamuoyu ile paylaşılamıyor. Yürüttükleri ‘yoğun’ uluslararası ‘görüşme’ trafiğinin ne tür bir sonuç ürettiğini bilen yok. Anlamsızlaşan BM’de dahi, hep birlikte, BM’nin anlamsızlaştığına ilişkin ortak bir sorgulama yapılamadı.
Ortak Tutumu Almayı Etkileyen Faktörler
Özelde halkı Müslüman olan ülkelerin, genelde ise soykırıma/işgale itiraz eden ülkelerin ortak bir tutum geliştirememesinin arkasındaki nedenlere bakmak önemli. Öncelikle, Batı’nın parçası olan kimi ülkelerin sergilediği tutumlar ve Batılı halkların sergilediği tutumlar da çok kıymetli. Çünkü soykırım/işgal karşısında insanlığın vicdanını temsil etmenin kolay olmadığı günlerden geçiyoruz. Bu anlamıyla, takdir edilecek tutum sergileyenler, onurlu kesimler olarak insanlık tarihine yazılacak. Bu onurlu tutuma dahil olan kimi ülke yöneticileri, saygıyla anılmayı hak ediyor. ABD’nin dünya üzerindeki hegemonyasına ve Siyonist anlayışın tüm baskılarına rağmen bu liderlerin doğru pozisyon almaları kıymetli. Tarih, ABD ve İsrail’in arkasında sıraya giren, hizalanan ülkelerin liderliklerini ve devlet aklını ise kara bir leke olarak hatırlayacak.
Halkı Müslüman olan ülkelerin tutarlı ve kapsayıcı bir pozisyon almamalarının nedenlerini üç başlıkta toplamak mümkün. İlki, bu kapsama giren ülkelerin ABD ile kurmuş olduğu ilişkinin içeriği ve tek yönlü bağımlılığı. Kapasite, vizyon ve irade sorunu yaşayan ülkeler, ABD ile problem yaşamamaya çok büyük anlam atfediyorlar. Tek taraflı ilişkinin, içinde oldukları yetersizlikleri derinleştirdiğinin farkında dahi değiller. İkincisi, kimi ülkelerin ‘ABD güvenlik poliçesini’ kutsamaları ve bunu kendileri için varlık-yokluk olarak değerlendirmeleri. Üçüncüsü, BM ve kurumlarına karşı yükselen güvensizliğin kendi krallıkları için sorun üretebileceğine ilişkin değerlendirmeleri. Dördüncüsü, kimi ülke yöneticilerinin Filistinlilerin varlığını kendileri için ‘sorun’ ve ‘yük’ görmeleri. Ülkeler, bu tür faktörlerden etkilenebilir ve kendi tutumlarını farklı oluşturabilirler. Burada sorun olan, bunları net ifade etmemeleri ve hiçbir şey yokmuş gibi davranmalarıdır.
Ne Yapmalı?
İletişimin bu denli yaygınlaştığı, işgalin/soykırımın insanlık tarafından izlendiği, ABD ve ABD’nin arkasına hizalanan ülkelerin bir yandan işgal/soykırım suçu işleyene her türlü desteği verdiği, öte yandan da ‘barış’ görüşmeleri için turlar attığı bir dönemde üzerinde durulması gereken temel soru, “ne yapılabileceği” olmalı. Bu noktada, yapılacaklara ilişkin farklı değerlendirmeler olabilir. Yapılması gereken en temel faaliyet, Soğuk Savaş koşullarının ürünü olan BM ve kurumların işleyişini somut veriler üzerinden tartışmaya açmak ve önerileri de gündeme getirmek. Aslında, vicdan eksenine oturan halkların ve ülkelerin atacağı birçok adım var. Öncelikle BM’nin mevcut işleyişine itiraz eden ülkeler arasında ortak bir irade geliştirmek şart. Bu tür ortak bir irade üzerinden dile getirilecek itirazlar ve öneriler sonuç verebilir. Bu kapsamda gündeme getirilebilecek konular:
İlk olarak, BM’ye ve kurumlara ilişkin gündeme getirilen eleştirilerin dikkate alınmaması ve gerekli adımlar atılmaması halinde, BM faaliyetlerine katılmamanın gündeme alınacağı ve değerlendirileceği yüksek sesle vurgulanmalı.
İkinci olarak, temsili genişletmek ve tüm kararları Genel Kurul denetimine açmayı gündeme getirmek. Bu bağlamda birkaç noktadan bahsetmek doğru olur. Güvenlik Konseyi daimî üye sayısının bölgesel aktörleri, temsil edilmeyen veya yeterince temsil edilmeyen bölgeleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi için çalışmak. Daha adil bir oylama sistemi geliştirmek ve önermek. Karar alma süreçlerini kolaylaştırmak. Vetonun kaldırılması, kararların oy birliği yerine oy çokluğuyla alınması gibi yöntemler önermek. Güvenlik Konseyi kararlarının Genel Kurul denetimine açılmasını, kararların sorgulanmasını gündeme getirmek. Şeffaflığın sağlanması için raporlama süreçlerinin ve kararların erişilebilir olmasını talep etmek gibi konulara ilişkin detaylı bir çalışma yapılmalı ve gündemleştirilmeli.
Üçüncü olarak, BM’yi ‘esir’ almış ülkeler karşı, bölgesel güvenliği sağlayacak, işbirliğini geliştirecek ve ortak çıkara hitap edecek birlikler oluşturmak kıymetli. Özellikle Güvenlik Konseyi kararları üzerine çökmüş olan ABD ve Rusya hegemonyasını tartışmaya açmak ve bu ‘esareti’ kırmak için bu bir işbirlikleri etkili sonuçlar verebilir. Ayrıca BM’ye ilişkin eleştirilerden rahatsız olan ana güçlerin olası müdahalelerini engellemek için de bu tür bölgesel işbirlikleri değerli.
Kısacası; halkların eşit haklara sahip olduğu, adil, özgür, çoğulcu bir dünya mümkün. Bunun için ise ortak vizyon ve ortak iradeye ihtiyaç var.
ADNAN BOYNUKARA