Gecikmiş Bir Yazı: İkna ve İktidar
İkna, o kadar da masum bir olgu değil ya da en azından manipülasyona fazlasıyla açık. Kendimiz de dahil başkalarını kandırmaya dönüşebiliyor. Haliyle insan kendini kandırmadan -pardon- inandırmadan başkalarını nasıl inandırabilir ki? İşte tam da o noktada ikna olduğumuz ne varsa inancımızın parçası kılıyoruz.
Uzunca bir süredir bu platformda yazamadım. Aslında bu yazıyı ne zamandır kafamda ne kadardır da klavyede döndürdüğümü bilmiyorum. Bunda, geçirdiğim ufak bir ameliyatın öncesi ve sonrasındaki fiziksel değil ama zihinsel nekahet dönemlerinin etkisi kadar yazı yazmaya kendimi ikna edemeyişimin de oldukça etkisi oldu. Ama bir yerden tekrar başlamak gerekiyor. Niyet ettim, niyet eyledim yazmaya: Vira bismillah.
İkna, adeta imanın, umudun, aşkın, güvenin ve rızanın ilk aşaması. Buna kendi kendimizi ikna etmemiz de dahil. O yüzden kendimi sıklıkla şu kadim duayı ederken buluyorum: “Allah’ım, değiştirebileceklerimizi değiştirme gücü, değiştirmeyeceklerimize sabretme metaneti ve ikisini ayırt etme feraseti ver.”
Yukarıda da belirttiğim gibi bir süredir kafamda hassaten ikna ve rıza kavramlarını ve bu iki olgunun birer süreç olarak nasıl işlediğini döndürüyorum. Herhangi bir soru/n karşısında eğer bireysel müktesebatım cevap bulmaya yetmiyorsa, herkes gibi, başkalarının cevapları beni ikna ettiğinde o cevaplardan ve sahiplerinden razı oluyorum, Allah da onlardan razı olsun. Mesela, Sevan Nişanyan’ın sosyal medyadaki kısa bir videosunda neden Türkiye’de bir halk hareketi olmadığını gayet beliğ bir şekilde, hatta elzem miktarda küfürle süsleyerek anlatışı beni ikna etti. Aslında bu ikna sürecinde benim de aynı cevaba daha öncesinde ulaşmış olmamım etkisi vardır ve bu sadece halk hareketleri karşısında Türk devlet refleksi bağlamında değil daha geniş anlamda devletin tarihsel ortaya çıkışı ve sürdürülebilmesinin ancak cebren mümkün olmasından kaynaklanmaktadır. Zira ikna sürecinde yatkınlık tarafını da atlamamak lazım, çünkü zaten neye teşneysek cevabımızı başkasından duyunca daha bir gönül rahatlığıyla ikna oluyoruz. Öte yandan ikna, anlam bakımından paradoksal bir süreç. Kendi kendinizi ikna ettiğinizde hem fail hem meful olurken, sizi başkası ikna ettiğinde meful olsanız da ikna olduğunuz için fail de oluyorsunuz.
İknayı Seçeneksiz Bir Rızaya İndirgemek
Ne zaman aklıma ikna kavramı gelse gayr-i-ihtiyari o meşum ikna odaları da akabinde ve detayında gelir ama bestesi ve güftesi Sinan Akçıl’a ait Ajda Pekkan’ın pek de güzel söylediği Arada Sırada şarkısındaki gibi “Arada sırada aklıma geliyor/Geldiği gibi de gitmeyi bilmiyor”. Bu vesileyle Lokman Hekim ölüme çare bulamasa da tababet ilminin nerelere geldiğinin ve emeklilik yaşının öyle EYT ile 40’lı yaşlarda değil de en azından 75’e hadi bilemedin 70’e çekilmesinin gerekliliğinin canlı kanıtı Sayın Pekkan’a uzun ömürler diliyorum. Umarım bu önerimi başta enflasyonu düşürmek üzere vergi oranlarını ve çeşitlerini artırmak marifetiyle talebi kısarak, ekonomimizi soğutarak hepimize nefes aldırmak için canla başla çalışan maliye bürokrasimiz de dikkate alır. Bir zahmet bu öneriyi Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e ulaşacak şekilde şöyle elden ele uzatalım. Neyse efendim, binyıl ömür biçilmesine rağmen 10 yıl bile dayanamayan 28 Şubat’ın nişanelerinden ikna odaları, kadınlara kendilerini tanımladıkları kimliklerinden vazgeçmeleri karşılığında yükseköğretimin parçası olma imkânı tanıyıp dışarıdan bakıldığında oldukça demokratik ama biraz yakına gelip bakıldığında Sovyetlerdeki Gulagları aratmayan ceberut bir mekanizmaydı. İnsanları canları, malları veya yükseköğretim haklarıyla tehdit edip “Bak sana da ne güzel seçme hakkı sunduk ve sen de seçimini yaptığına göre sana bu seçimi sunanları suçlayamazsın” demek ne kadar abes ise iknayı seçeneksiz bir rızaya indirgemek de bir o kadar abesle iştigaldir.
Ontolojimizin vücut bulmasıyla başlayan hayatımızda seçeneklerimiz o kadar az ki sadece bu yüzden bile herhangi bir seçim başlı başına değerlidir, hatta bizatihi kendisi değerdir. Çünkü hiçbirimiz var olmayı seçmediğimiz gibi bu varoluşun sonucunda gelişen hiçbir ilgili mekanizma ve süreçleri de seçmedik, seçemedik hatta böyle bir ihtiyaç asla ve kata gündeme bile gelmedi. Bu yüzden kaderimiz olacak genelde coğrafyayı özelde evimizi de hane halkıyla seçmediğimiz gibi biyolojik vatanımız olan vücudumuzu, o vücudu sebep dairesinde husule getiren biyolojik ebeveynlerimizi de seçmedik. Ha belki onlara bu imkân tanınsa, onlar da bizi seçmezlerdi. Dahası, varlığı bir yana boyutlardan bir boyut olup olmadığı bile tartışma konusu olan zamandan hareketle içine doğduğumuz ne yılı ne de milenyumu da biz seçtik. Bu noktada meshur ve musahhar değilsek de mazuruz. Lakin bütün dinler ve ideolojiler bu seçimsizlik üzerinde yükselen varlığımızla değil de sıfır noktasını adeta artık olan oldu ve istesen de istemesen de buna razı olmak zorundasın önermesiyle başlatıyorlar. Hatta bütün dinler ve ideolojiler -kısacası dinî veya ladini bütün öğretiler- medeniyet tasavvurlarıyla, yortularıyla, törenleriyle kısacası bütün pratikleriyle mümkünse mutlak değilse de mutlağa en yakın doğrunun kendilerinde olduğunu muştulayarak sürdürüyorlar bu propagandalarını. İnsan elinden çıkan tüm sanat eserleri veya hizmetler de aynı iddia ile var oluyorlar. Bundan dolayı bütün ahlak anlayışları ve onların üzerinde yükselen hukuk sistemleri cinayeti ve/ya intiharı kötüleyerek başlıyor. Elbette herkes yekdiğerinin ya da kendi canına kıymaya kalkarsa artık varlık olmayacağına göre ontoloji nasıl var olacak? Ontoloji olmadan epistemoloji ve/ya metodoloji nasıl var olacak? O yüzden varlık mühim.
Kaldı ki dünyaya geldiğiniz şartları bırakın değiştirme cesaretini, sabretme metanetini korumak da zor; zira bekara boşanmak (her ne kadar galat-ı-meşhur lügat-i-fasihten evla olsa da atasözünün orijinal halindeki cinsiyetçi ifadeyi kullanmaktan kendimi taammüden menederim) hiç de kolay değil. Örneğin, engelli olarak doğduysanız ve bunu tıbben yok etmenin bir yöntemi varsa bile siz buna manen ve madden güç yetiremiyorsanız geri kalan yaşamınızı bu aksaklıkla idame ettiriyorsunuz. Bunun ilahi bir imtihan veya biyolojik bir aksama olması sonucu değiştirmiyor. İşin özü, doğumumuzla gelen avantajlara veya dezavantajlara göre hizalanıyoruz ve toplumsal rollerimiz de buna göre şekilleniyor büyük ölçüde. Rahatsız olduklarımızı göz rengi değiştiren lens, botoks, protez, topuklu ayakkabı, kına ve/ya çeşitli kimyasallar eşliğinde saç rengi değiştiren boyalar vs. ile değiştiriyoruz; bazen de nefsimizi körlemek için. Bu minvalde Doğan görünümlü Şahin’lerden face-lift uygulanmış otomobillerin yanı sıra seramik makyaj ile kozmetik endüstrisinin ya da estetik cerrahinin geldiği noktalar da hiç yabana atılacak cinsten değil. Biyolojik cinsiyetini değiştirebilenler de en değişmez sandığımızı bile değiştirerek kadim bilgiyi geniş bir tartışmaya açıyorlar.
Hepimiz sadece kendimizi değil yekdiğerimizi de ikna etmenin peşindeyiz. Mesela şu sorularla boğuşmak kimsenin ruh sağlığına pek de iyi gelmiyor: Her gün yataklarından kalktıklarında asgari ücretliler kendilerini çalışmaya nasıl motive edebiliyor? Elbette işsizlerle veya işsiz günleriyle kıyaslayarak diye cevaplamak mümkün, ikna kabilinden. Yer gök üniversite mezunu doluyken ve genç işsizlik oranları yürekleri dağlarken insanlar nasıl da yükseköğrenimlerine devam edebiliyor? Bu da üniversitenin anlamından hareketle tüm dünyada geçerli diploma edinerek diye cevaplanabilir, yine ikna kabilinden. Sanırım bu noktada devreye daha çok umut giriyor. Umutsuzluğa kapı araladığımızda depresyon hazır kıta eşikte bekliyor şeytandan önce ruhumuzu ele geçirmek için ve bizatihi mücadele edebilmek adına umutlu olmaya/kalmaya kendimizi ikna ediyoruz. Umut, bütün hayal kırıklarımızı ucundan aldığımız değil ama sardığımız bir alçı oluyor. Ki bazılarına göre de işkenceyi uzatıyor umut. Artık hangisine ikna olursanız. Zamanın da en büyük ilaç olduğuna inanıyoruz ama yaralarımızın kabuk bağlaması için trombositlerin hakkını yememek lazım, yoksa kan kaybından oracıkta ölürdük. Hayat bize her zaman güzellikler bahşetmese de her şeye rağmen yaşanılır olduğuna kendimizi ikna etmeye o kadar çok ihtiyacımız var ki. En azından hiçbir sebep kalmadıysa Dertli’nin önerdiği gibi “Vîrân olası hânede evlâd-u-ıyâl var”.
İkna ve Kandırma
İkna, o kadar da masum bir olgu değil ya da en azından manipülasyona fazlasıyla açık. Kendimiz de dahil başkalarını kandırmaya dönüşebiliyor. Haliyle insan kendini kandırmadan -pardon- inandırmadan başkalarını nasıl inandırabilir ki? İşte tam da o noktada ikna olduğumuz ne varsa inancımızın parçası kılıyoruz.
Başta ebeveynlerimiz olmak üzere üzerimizdeki bütün muktedirler bizi bugün muhayyel bir gelecek ve uzantılarıyla ikna etmeye çalışırlar. Aramızda anasından babasından “Büyüyünce anlarsın” veya “Çocuk sahibi olunca anlarsın” beylik laflarını duymayan var mı? Varsa bana özelden ulaşsınlar da ifşalayalım içimizdeki İrlandalıları. Herkes ama herkes bizi bir şeylere ikna etmeye çalışıyor, özellikle de çelişkili şeylere. Eğer böyle bir şey yok diyorsanız, herkesi ikna etmeye çalışan sizsiniz. Aslında iki ucu keskin bıçak gibi çalışıyor ikna süreci; ikna ederken bazılarını, ikna da oluyoruz veya tam tersi işte.
Muktedirler dün söylediklerinin de doğru bugün yaptıklarının da doğru olduğuna ikna etmeye çalışıyorlar bizi. Böylece layüsel konumlarını koruyabiliyorlar. Dalkavuklar da fıkradaki gibi patlıcanın değil paşanın dalkavuğu oldukları için tıynetlerinin ve cibilliyetlerinin gereği olarak hamilerinin ani fikir değişikliklerini bile dünyada eşi benzeri görülmemiş ve bundan sonra da görülmeyecek bir tekâmül olarak pazarlamaktan imtina etmiyorlar. Trollerin işi de az zor değil hani, onlar da sahiplerinin veya sahibelerinin fikirlerine göre biteviye yeniden mevzilenmek zorundalar. Az maharet isteyen işler değil bunlar; öyle hacıyatmaz olmak, fırıldak olmak, her devrin devridaimi olmak kolay zanaat değildir. Ekmek parası peşinde olandan fikir namusu beklemek de bir o kadar abes. Ben de bari sizi buna ikna edeyim de hangi cenahın olursa olsun trollerine bu kadar sövüp saymayın, ayıptır.
İşin özü, konvansiyonelinden sosyaline her medya aracından yağan propaganda yağmuru eşliğinde her an bir ikna sürecinin parçası olduğumuzu paylaşmak adına bu sefer Herman ve Chomsky’nin Rızanın İmalatı: Kitle Medyasının Ekonomi Politiği kitabına veya Gramsci’nin “hegemonya” kavramlarına atıf yapmadan Žižekvari bir nihilizmle Ziya Paşa’yı bari bu sefer rahat ettirmek adına deryanın farkındaki mahiler olursak, ikna edilmeye direndiğimiz ölçüde muktedirlerin elindeki sihirli değneği kıramazsak da en azından çatlatmış oluruz.
MURAT ÇEMREK