Acı dolu geçmişinden ders almaya çalışan tek Avrupa toplumu, çıkarması gereken asıl dersin ne olduğunu hatırlamakta zorlanıyor. Alman siyasetçiler ve kanaat önderleri İsrailli siyasetçilere koşulsuz dayanışma sunuyor. Ülke içinde otoriter ırkçılık yükselirken, dünyanın geri kalanına karşı sorumluluklarını, bir daha asla ölüm saçan bir etnik milliyetçiliğin suç ortağı olmama sorumluluğunu da yerine getirmeme riskiyle karşı karşıyalar.
1960 Mart’ında Batı Almanya Şansölyesi Konrad Adenauer, İsrailli mevkidaşı David Ben-Gurion ile New York’ta buluştu. Bu buluşmadan sekiz yıl önce Almanya İsrail’e milyonlarca mark tazminat ödemeyi kabul etmiş, ancak iki ülke arasında diplomatik bir ilişki henüz kurulmamıştı. Adenauer’un Ben Gurion ile görüşmesinde kullandığı dil oldukça netti. İsrail’in “Batı’nın kalesi” olduğunu söylemiş, “Size destek olacağımızı, sizi yalnız bırakmayacağımızı şimdiden söyleyebilirim” diye eklemişti. Bundan 60 yıl sonra, Angela Merkel’in 2008’de belirttiği gibi İsrail’in güvenliği Almanya’nın varlık nedeni (Staatsräson) oldu. Bu tabir 7 Ekim’den bu yana Alman liderler tarafından netlikten çok öfkeyle defalarca dile getirildi. Yahudi devletiyle dayanışma, Almanya’nın gurur duyduğu “kolektif kimliğinin temelinde suçlarla dolu geçmişine dair hafızayı canlı tutmaya yer veren tek ülke” imajını parlattı. Ancak Adenaur, 1960’ta Ben-Gurion ile bir araya geldiğinde, ülkesinin 1945’te Batılı işgalcilerin kararı doğrultusunda Nazilerden arındırma sürecinin sistematik bir anlamda tersine çevrilmesine başkanlık ediyor ve Yahudi soykırımının eşi benzeri görülmemiş vahşetinin örtülmesine yardımcı oluyordu. Adenauer’e göre Alman halkı da Hitler’in kurbanlarındandı. Dahası, Nazi yönetimi altındaki Almanların çoğu “Yahudi yurttaşlara ellerinden geldiğince, seve seve yardım etmişlerdi.”
Batı Almanya’nın İsrail’e yönelik cömertliğinin ulusal utanç ya da sorumluluğun ötesinde motivasyonları ya da biyografisini yazan yazarın Cemal Abdülnasır’ın Arap milliyetçiliğinden hoşlanmayan ve 1956’da Mısır’a yapılan İngiliz-Fransız-İsrail saldırısından heyecan duyan bir “19’uncu yüzyıl sonu sömürgecisi” olarak tanımladığı bir şansölyenin önyargıları vardı. Soğuk Savaş şiddetlenince Adenauer ülkesinin daha fazla egemenliğe ve Batı’nın ekonomi ve güvenlik ittifaklarında daha büyük bir role ihtiyacı olduğuna karar verdi; Almanya’nın Batı’ya giden uzun yolu İsrail’den geçiyordu. Batı Almanya 1960’tan sonra hızla yol alarak İsrail’in en önemli askeri tedarikçisi haline geldi ve ekonomik modernleşmesinin ana destekçisi oldu. Adenauer emekli olduktan sonra İsrail’e para ve silah vermenin Almanya’nın “uluslararası itibarını” yeniden tesis etmek için elzem olduğunu açıkladı ve “bugün bile Yahudilerin başta Amerika’daki olmak üzere gücünün hafife alınmaması gerektiğini” ekledi.
Primo Levi’nin deyimiyle “ilkesiz siyasi cambazlık”, soykırıma varan antisemitizminin tüm boyutlarıyla ortaya çıkmasından sadece birkaç yıl sonra Almanya’nın rehabilitasyonunu hızlandırmıştı. Savaş sonrası Almanya’da eski antisemitik klişelerden beslenen, şimdiyse Yahudilerin duygusal imgeleriyle birleşen stratejik bir filosemitizm (Yahudi sevgisi) gelişti. Romancı Manès Sperber bu sevgiyi reddedenlerden biriydi. Bir meslektaşına şöyle yazmıştı: “Filosemitizminiz beni bunaltıyor, absürt bir yanlış anlamaya dayanan bir iltifata maruz kalmışım gibi küçük düşmüş hissettiriyor… Biz Yahudileri tehlikeli bir şekilde gözünüzde büyütüyor ve halkımızın tümünü sevmekte ısrar ediyorsunuz. Ben bunu istemiyorum, bizim – ya da başka herhangi bir halkın – bu şekilde sevilmesini istemiyorum.” Daniel Marwecki, Almanya ve İsrail: Örtbas Etme ve Devlet İnşası’nda (Germany and Israel: Whitewashing and Statebuilding, 2020) İsrail’in Yahudi gücünün yeni bir vücut bulmuş hali olarak tasavvur edilmesinin uyuyan Alman fantezilerini nasıl uyandırdığını anlatır. Batı Alman delegasyonunun 1961’de Kudüs’teki Eichmann duruşmasına gönderdiği bir raporda, “uzun boylu, genellikle sarışın ve mavi gözlü, hareketlerinde özgür ve kararlı, yüz hatları belirgin” ve “Yahudi olarak görülmeye alışkın olunan özelliklerin neredeyse hiçbirini” sergilemeyen “İsrailli gençlerin yeni ve çok olumlu tipine” hayranlık duyuluyordu. İsrail’in 1967 savaşındaki başarılarını yorumlayan Die Welt, Almanların Yahudi halkı hakkındaki ‘rezilliklerinden’, “Milli duygulardan yoksun; asla savaşa hazır olmayan ancak her zaman bir başkasının savaş gayretinden faydalanmaya hevesli” oldukları inancından pişmanlık duyuyordu. Yahudiler aslında “küçük, cesur, kahraman, dahi bir halk”tı. Die Welt’i yayınlayan Axel Springer savaş sonrası emekliye ayrılan Nazilerin başlıca işverenlerindendi.
İsraillileri Aryan savaşçılar olarak resmetmek (Bild’e göre Moshe Dayan Erwin Rommel gibiydi) Alman ekonomik mucizesinden fayda sağlayan bir kesime göre bir çelişki değil, zorunluluktu. Marwecki, Adenauer’un İsrail’e büyük bir kredi verme ve askeri teçhizat tedarikini Adolf Eichmann’ın “İsrail tarafından yargılanmasına bağlı kıldığını” yazar: Ben-Gurion ile görüşmesinden sadece birkaç hafta sonra Mossad’ın Eichmann’ı bulduğunu öğrendiğinde şok olmuştu (Alman Yahudi bir savcının Eichmann’ın nerede olduğunu İsraillilere gizlice bildirdiğini bilmiyordu). Eichmann’ın açığa çıkarabileceklerinden korkuyordu. Oldukça yakın olduğu, sırdaşı Hans Globke’nin mahkemede Nürnberg ırkçılık yasalarının savunucusu olarak gösterilmemesi için olağanüstü bir çaba sarf etti. Birçok kirli ayrıntı Alman Başbakanlığı ve Alman istihbaratının gizli dosyalarında kilitli kaldı. Bettina Stangneth arşivlerde Adenauer’un Life dergisindeki bir makalede Globke’ye yapılan atfın silinmesi konusunda CIA’den yardım istediğini göstermeye yetecek bilgiye ulaşmış ve Eichmann Kudüs’ten Önce (2014) adlı kitabında bunlara yer vermiştir. Adenauer’un talimatıyla hareket eden Rolf Vogel adlı bir gazeteci ve iş bitiricinin, Kudüs’teki King David Oteli’nde Doğu Almanyalı bir avukatın Globke hakkında suçlayıcı olabilecek dosyalarını çaldığı da bilinmektedir.
Yeni İsrailli müttefikleri, Adenauer’u oldukça rahatlatarak Globke’yi korudular ve Marwecki’nin “Alman-İsrail ilişkilerine özgü değiş tokuş yapısı” olarak tanımladığı şeyin kendi paylarına düşen kısmını yerine getirdiler: Nazizm’den yeterince arındırılmamış ve hâlâ son derece antisemitik bir Almanya’nın nakit ve silah karşılığında ahlaki olarak aklanması. Ayrıca İsrail’in Arap düşmanlarını, Nasır (‘Nil’deki Hitler’) da dahil, Nazizm’in vücut bulmuş hali olarak göstermek iki ülkenin de işine geliyordu. Eichmann davası Almanya’daki Nazi desteğinin devamlılığını küçümseyip Arap ülkelerindeki Nazi varlığını abartırken en azından bir gözlemciyi çileden çıkarmıştı: Hannah Arendt, Globke’nin “Yahudilerin Nazilerden çektiklerinin tarihini yazmaya eski Kudüs Müftüsünden daha fazla hakkı olduğunu” yazmıştı. Ayrıca Ben-Gurion’un Almanları “düzgün” diye temize çıkarırken, “düzgün Araplardan hiç bahsetmediğini” belirtmişti.
Esra Özyürek, Suçun Taşeronları: Holokost Hafızası ve Savaş Sonrası Almanya’da Müslüman Aidiyeti’nde (Subcontractors of Guilt: Holocaust Memory and Muslim Belonging in Postwar Germany) aşırı sağın yükselişe geçmesiyle birlikte Alman siyasetçilerin, yetkililerin ve gazetecilerin Müslümanları şeytanlaştırarak Almanya’yı sterilize etmeye yönelik eski mekanizmayı nasıl harekete geçirdiklerini anlatır. Aralık 2022’de Alman polisi, 20 binden fazla üyesiyle aşırılık yanlısı bir grup olan Reichsbürger’in Almanya Federal Meclisi’ne saldırı planlayan bir darbe girişimini önledi. Neo-Nazi bağlantıları olan Almanya için Alternatif Partisi (Alternative für Deutschland), kısmen Olaf Scholz liderliğindeki koalisyonun ekonomiyi kötü yönetmesine tepki olarak ülkenin en popüler ikinci partisi haline geldi. Özyürek’e göre, Bavyera eyaletinin Bakan Yardımcısı Hubert Aiwanger gibi anaakım politikacılar bile antisemitizmlerini gizlemese de “beyaz Hıristiyan kökenli Almanlar” kendilerini “kefaret ve yeniden demokratikleşme hedeflerine ulaşmış” olarak görüyor. “Almanya’nın genelinde var olan toplumsal antisemitizm sorunu” Arap göçmenlerden oluşan bir azınlığa yansıtılmakta ve bu azınlık daha sonra “ek eğitim ve disipline” ihtiyaç duyan “antisemit olmaktan en az pişmanlık duyanlar” olarak damgalanmaktadır.
Yahudi Düşmanlığı ve İslamofobi
Hamas saldırısının, İsrail’in Gazze’ye yönelik yakıp yıkan operasyonunun ve Alman hükümetinin Filistin’e destek gösterilerine yönelik baskılarının ardından Almanya’da hem Yahudi düşmanlığı hem de İslamofobi yükselişe geçti. Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier bir süre önce Almanya’daki “Arap kökenli”lere Yahudilere yönelik nefreti reddetme ve Hamas’ı kınama çağrısında bulundu. Şansölye yardımcısı Robert Habeck da Müslümanlara daha açık bir uyarıda bulundu: Müslümanlar Almanya’da ancak antisemitizmi reddettikleri takdirde hoş görülebilirlerdi. Nazi selamlarına zaafı olan siyasetçi Aiwanger ise, Almanya’daki antisemitizmi “kontrolsüz göç”e bağlayan koroya katıldı. Özyürek’in de belirttiği gibi, Almanya’daki Müslüman azınlığı “antisemitizmin başlıca taşıyıcıları” olarak itham etmek, “antisemit suçların neredeyse yüzde 90’ının sağcı beyaz Almanlar tarafından işlendiği” gerçeğinin üstünü örtmek anlamına geliyor.
Netanyahu da Almanya’nın savaş sonrası aklanma çabalarından kendine bir şeyler çıkardı. 2015 yılında, Kudüs Baş Müftüsü’nün Hitler’i Yahudileri sürmek yerine öldürmeye ikna ettiğini iddia etti. Üç yıl sonra, Polonya’da Hukuk ve Adalet Partisi’nin Polonya’nın işbirliğine atıfta bulunmayı suç haline getirme girişimini eleştirdikten sonra, bu tür atıfların para cezası ile cezalandırılmasını öngören yasayı onayladı. O zamandan bu yana da bu iki ülkenin antisemitizme karşı cesurca mücadele ettiklerini söylemek Litvanya ve Macaristan’da Yahudi Katliamı (Shoah) revizyonizmini meşrulaştırıyor (Eski Nazilerden çoğunun yargılanmasını sağlayan tarihçi Efraim Zuroff bunu “Ku Klux Klan’ı Güney’de ırk ilişkilerini geliştirdiği için övme”ye benzetmişti). Daha yakın bir tarihte Netanyahu antisemitik bir komplo teorisini destekleyen bir tweet atan Elon Musk’a Hamas’ın hedef aldığı kibutzlardan birinde eşlik etmişti. Netanyahu 7 Ekim’den bu yana Eichmann davasının metnine göre hareket ediyormuş gibi görünüyor. Düzenli olarak “Batı uygarlığını” kurtarmak için Gazze’deki “yeni Nazilerle” savaştığını duyururken, Yahudi üstünlükçüleri grubundakiler de destekleyici bir koro oluşturuyor. Gazze halkı “insanlık dışı”, “hayvan”, “Nazi”.
Batı’nın hasarlı kalesinden yükselen bu intikamcı söylem Avrupa ve Amerika’da yankı buluyor. Beyaz milliyetçiler uzun zamandır İsrail’le özdeşleşti: Etnik homojenlik dili, kesintisiz toprak genişletme politikası, yargısız infazları ve yıkımlarıyla uluslararası yasal, diplomatik ve etik protokolleri ihlal eden etnik milliyetçi bir devlet. Alfred Kazin’in 1988’de günlüğünde yazdığı gibi “militan, cüretkâr, her şeyin canı cehenneme diyen İsrail’in” aşırı bir tezahürü, bugün Anglo-Amerikan egemen sınıflarının varoluşsal kaygılarını hafifletme işlevi görüyor. Amy Kaplan, Bizim Amerikan İsrailimiz’de (Our American Israel, 2018) Amerikan elitinin korkularını ve fantezilerini İsrail’e nasıl yansıttığını anlatır. Ancak Almanya’nın İsrail’le ilişkisini şekillendiren devlet zoruyla filosemitizm, başka bir kıvraklıkta ve vahşet mertebesinde.
Askeri İşbirliği
Hamas saldırısından kısa bir süre önce İsrail, Amerika’nın da onayıyla, Almanya ile şimdiye kadarki en büyük silah anlaşmasını imzaladı. Financial Times Kasım ayı başında 7 Ekim’den bu yana Almanya’nın İsrail’e silah satışlarının arttığını bildirdi. 2023 için öngörülen rakam bir önceki yılın 10 katından fazla. İsrail Gazze’deki evleri, mülteci kamplarını, okulları, hastaneleri, camileri ve kiliseleri bombalamaya başladığında ve İsrailli bakanlar etnik temizlik planlarını açıklarken Scholz ulusal ortodoksiyi tekrarlıyordu: “İsrail insan haklarına ve uluslararası hukuka bağlı bir ülkedir ve buna göre hareket eder.” Netanyahu’nun hedef gözetmeksizin yürüttüğü cinayet ve yıkım kampanyası şiddetlendiğinde, Alman Hava Kuvvetleri Komutanı Ingo Gerhartz Tel Aviv’e giderek İsrailli pilotların “isabetliliğini” selamlıyor, üniformasıyla İsrail askerleri için kan bağışında bulunurken fotoğraf çektiriyordu.
Savaş sonrası Almanya-İsrail birlikteliğinin çok daha sinir bozucu bir örneği Almanya Sağlık Bakanı Karl Lauterbach”ın İngiliz aşırı sağının sözcülerinden Douglas Murray’in Nazilerin Hamas’tan iyi olduğunu iddia ettiği bir videoyu onaylayarak retweet etmesiydi. Hıristiyan Demokrat Birlik’in Başkan Yardımcısı ve Schleswig-Holstein Eğitim Bakanı Karin Prien aynı videoyu “İzle ve dinle” diyerek retweet etti. Der Spiegel’in eski yardımcı editörlerinden Jan Fleischhauer “Bu harika” diye yazdı. Alman Ekonomi Uzmanları Konseyi üyesi Veronika Grimm de “Gerçekten harika” diye ekledi. 2021’de Deutsche Welle’deki beş Lübnanlı ve Filistinli gazeteciyi antisemit olarak “ifşa eden” Süddeutsche Zeitung, aynı ölçüde bir dayanağı olmayan kanıtlarla Hint şair ve sanat tarihçisi Ranjit Hoskote’nin Siyonizm’i Hindu milliyetçiliğiyle karşılaştırarak Yahudilere iftira atan biri olduğunu ilan etti. Die Zeit Alman okuyucularını başka bir ahlaki rezalete karşı uyardı: “Greta Thunberg Filistinlilere sempati duyuyor.” Adam Tooze, Samuel Moyn ve diğer akademisyenlerin Jürgen Habermas’ın İsrail’in eylemlerini destekleyen açıklamasını eleştiren açık mektubu üzerine, Frankfurter Allgemeine Zeitung’un editörlerinden biri Yahudilerin üniversitelerde postkolonyal çalışmalar formunda bir ‘düşmanı’ olduğu iddiasında bulundu. Der Spiegel, Scholz’un fotoğrafını “yeniden büyük ölçekte sınır dışı etmemiz gerekiyor” iddiasına da yer vererek kapak yaptı.
New York Times’ın Aralık ayı başında (geç de olsa) bildirdiğine göre, “Alman yetkililer, bazıları 10 yıl öncesine dayanan sosyal medya paylaşımlarını ve açık mektupları tarıyor”. Devlet tarafından finanse edilen kültür kurumları uzun zamandır Filistinlilere en ufak sempati duyan Küresel Güney kökenli sanatçı ve entelektüelleri cezalandırıyor, verilen ödülleri ve davetleri geri çekiyor. Alman yetkililer artık Yahudi yazar, sanatçı ve aktivistleri dahi cezalandırmaya çalışıyor. Candice Breitz, Deborah Feldman ve Masha Gessen, Eyal Weizman’ın ifadesiyle “ailelerimizi katleden şimdi de bizim antisemit olduğumuzu söylemeye cüret edenlerin çocukları ve torunları tarafından ders verilen” son kişilerdir.
Tarihsel Bellek
Şu halde Almanya’nın o oldukça övülen tarihsel bellek kültürüne ne demeli? Almanlardan Öğrenmek (Learning from the Germans, 2020) başlığını taşıyan kitabında Vergangenheitsbewältigung’dan (geçmişin üstesinden gelme mücadelesinden) hayranlıkla bahseden Susan Neiman artık fikrini değiştirdiğini söylüyor. Ekim ayında yazdığı yazıda “Alman tarihi hesaplaşması karmakarışık bir hal aldı” diyordu. “Bu filosemitik öfke … Almanya’daki Yahudilere saldırmak için kullanıldı”. Bir Daha Asla: Holokost Sonrası Almanlar ve Soykırım’da (Never Again: Germans and Genocide after the Holocaust) Almanya’nın Kamboçya, Ruanda ve Balkanlar’daki toplu katliamlar karşısındaki tepkisini inceleyen Andrew Port, “Holokost’la takdire şayan bir şekilde hesaplaşmalarının Almanları farkında olmadan duyarsızlaştırmış olabileceğini” öne sürer. Atalarının fanatik ırkçılığını geçmişte bıraktıkları kanaati paradoksal olarak ırkçılığın farklı biçimlerinin arsızca ifade edilmesine izin veriyor olabilir.
Bu durum, Almanya’da Filistinlilerin akıbetine ilişkin yaygın kayıtsızlığı ve İsrail’e yönelik her türlü eleştirinin bir tür bağnazlık olduğu inancını (Almanya’nın İsrail’in ihlallerine karşı birçok BM kararına verdiği tarihi desteği yadsıyan bir tutum) açıklamaya biraz yardımcı oluyor. Port, Almanya’nın 20’nci yüzyılın ilk soykırımı olan 1904-1908 yılları arasında Güney-Batı Afrika’da Alman sömürgeciler tarafından gerçekleştirilen toplu katliamlar için tazminat ödemek bir yana, bunu tam olarak kabul etmedeki aczini tartışarak argümanını güçlendirebilirdi. Port ayrıca, Alman egemen sınıfının yakın zamana kadar tarihsel yanılsamalarını ifşa etmek için, örneğin imparatorluk dönemi gücü ve kendi kendine yeterlilik hayalleri kuran Brexitçilerden daha az fırsatı olması nedeniyle başarılı bir görünüm sergileyen Alman hafıza kültürüne fazla kredi veriyor.
Almanya’nın geçmişini kınayarak bugünkü imajını güçlendirmeye yönelik resmî girişimler ülke içinde büyük bir dirençle karşılaşmıştır. Der Spiegel’in kurucusu, editörü ve geçmişte Nazilerin hamiliğini yapmış olan Rudolf Augstein 1998’de, Berlin’deki Holokost Anıtı’nın Amerikan “Doğu Yakası” elitlerini tatmin etmek üzere tasarlandığını belirtmişti. Tarihsel hafıza, siyasi ve kültürel kurumlar tarafından sabitlenemeyecek kadar değişken; kolektif bir ahlaki eğitimin nesiller boyu istikrarlı, homojen bir tutum üretebileceği hiçbir zaman imkân dahilinde görünmemiştir. Neyin hatırlanıp neyin unutulacağını belirleyen çok fazla faktör vardır ve Alman ulusal bilinçaltı yüzyıllık gizlilik, suçlar ve örtbasların yükü altındadır. Hem Doğu hem de Batı Almanya’da yaşamış ender Yahudi yazarlardan biri olan Jurek Becker, 1994 yılında Weimar’da yaptığı bir konuşmada, birleşmiş Almanya’da şiddet yanlısı Neo-Nazizm’in yeniden canlanmasından, Soğuk Savaşçılar tarafından şımartılan ve hatta kucaklanan Nazilerin Batı Almanya’da palazlanmaya devam etmesini sorumlu tutmuştu:
Nazi geçmişine dönüşün acımasızca değil, mümkün olduğunca ılımlı bir şekilde gerçekleşmesini sağladılar ve mümkün olan yerlerde bunu önlemeye çalıştılar … Karşılıklı olarak birbirlerini desteklediler ve birbirlerine nüfuz sağladılar. Kendilerini fark edenlerin ilerlemesini engellediler. O günlerde her şeyin kötü olmadığını, kurunun yanında yaşı da yakamayacağımızı söylediler. Bir ara, faşizmin çağımızın gerçek suçu olan Bolşevizm’e bir cevap olduğunu iddia etme fikrine kapıldılar.
İyi konumdaki pek çok kişi, Batı Almanların Üçüncü Reich’taki suç ortaklığı anlayışına taviz vermeye çalıştı. Adenauer’in savunma bakanı ve daha sonra Bavyera başbakanı olan, Doğu Avrupa’nın “kanlı topraklarında” Wehrmacht (Nazi Almanyası’nın Birleşik Silahlı Kuvvetleri) gazisi Franz Josef Strauss, “geçmişi arkamızda bırakma görevinin” en iyi şekilde İsrail ile yapılacak savunma anlaşmalarıyla yerine getirilebileceğini düşünüyordu. “Alman askerinin elindeki Uzi’nin antisemitizme karşı herhangi bir broşürden daha iyi olduğunu” iddia eden Ralf Vogel, şimdi bu geçmişi geride bırakma tarzının erken temsilcilerinden biri gibi görünüyor -Shoah’dan kurtulan ve Almanya’nın ilk kadın siyaset bilimi profesörü olan Eleonore Sterling’in 1965’te “gerçek bir anlayış, tövbe ve gelecekteki uyanıklık eyleminin” yerini alan “işlevsel bir filosemitik tutum” olarak adlandırdığı şey. Frank Stern’in Sarı Rozetin Aklanması (The Whitewashing of the Yellow Badge, 1992) adlı kitabındaki acımasız teşhisi bugün de geçerliliğini koruyor: Stern’e göre Alman filosemitizmi, öncelikle “siyasi bir araç”tır ve yalnızca “dış politikadaki seçenekleri meşrulaştırmak” için değil “iç huzurun antisemitik, anti-demokratik ve aşırı sağcı fenomenler tarafından tehdit edildiği zamanlarda ahlaki bir duruşu çağrıştırmak ve yansıtmak” için de kullanılıyor.
Staatsräson çağrışımları demokratik deformasyonları gizlemek için ilk kez kullanılmıyor. Örneğin 2021 yılında Almanya, İsrail ile savunma anlaşmaları yaparken Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin işgal altındaki topraklarda işlenen savaş suçlarını soruşturma hakkına karşı çıkmıştı. Aralık ortasında, 20 bin Filistinli katledilmiş ve salgın hastalıklar yerinden edilen milyonları tehdit ederken Die Welt hâlâ “Özgür Filistin yeni Heil Hitler’dir” diyordu. Alman liderler Avrupa’nın ortak ateşkes çağrılarını engellemeye devam ediyor. Weizman “Alman milliyetçiliğinin, İsrail milliyetçiliğine Alman desteğinin himayesi altında rehabilite edilmeye ve yeniden canlandırılmaya başladığını” söylerken abartıyormuş gibi görünse de acı dolu geçmişinden ders almaya çalışan tek Avrupa toplumu, çıkarması gereken asıl dersin ne olduğunu hatırlamakta zorlanıyor. Alman siyasetçiler ve kanaat önderleri Netanyahu, Smotrich, Gallant ve Ben Gvir’e koşulsuz dayanışma sunuyor ve İsrail’e karşı ulusal sorumluluklarını yerine getirmemekle kalmıyorlar. Ülke içinde Völkisch-otoriter ırkçılık yükselirken, dünyanın geri kalanına karşı sorumluluklarını, bir daha asla ölüm saçan bir etnik milliyetçiliğin suç ortağı olmama sorumluluğunu da yerine getirmeme riskiyle karşı karşıyalar.
Bu yazı London Review of Books sitesinde yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için buraya tıklayınız.