Hastalık, Savaş ve Psikanaliz
Hastalık olgusu; Birinci Dünya Savaşı ve psikanaliz sadece Zeno’nun Bilinci ile Büyülü Dağ romanlarında yansımalarını bulmuyor. Geçen yüzyılın, dahası modernist edebiyatın en ünlü eserinde de aynı örüntüleri görmemiz mümkün.
- CELİL CİVAN
- 21 Mayıs 2020

Györg Lukacs Roman Kuramı’nda romanı epikle mukayese eder; iki edebî türün dünyaları arasındaki farka odaklanır. Bunlar hem anlatının üretildiği gerçek, hem de anlatının anlattığı kurmaca dünyadır. Epiğin dünyası her türlü tragedyaya rağmen bütüncül, mutlak bir alemi işaret eder, kahramanın trajedisi de onu bu alemle bütünleyecek biçimde işler. Oysa roman artık dağılmış, mutlak olmayan bir alemin edebî türüdür; dolayısıyla birincisindeki kahramanın yolculuğu belirli bir yazgıyı çizer; oysa ikincisinde kahramanın yolcuğu tanrısal bir yazgıdan azadedir. Bildungsroman’ı, yetişkinlik öyküsünü düşündüğümüzdeyse kahramanın kendi yazgısını kendisinin belirlediğini görürüz.
Burjuva ve Modernist Roman Dünyası
Aynı Lukacs, Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı’nda modernist yazarları (Joyce, Kafka gibi) tarihsel-toplumsal gerçekçilikten uzak, handiyse yoz ürünler vermekle suçlar. Ona göre bu devrin en büyük yazarı Thomas Mann’dır. Ama Lukacs yeni dönemin yeni romanını belirlemeye çalışmaz, aksine, Terry Eagleton’ın vurguladığı gibi eleştirel gerçekçi romanı “idealize” eder; üstelik bu roman “sapına kadar da burjuvadır”.
Ancak roman kuramıyla eleştirel denemelerini göz önüne aldığımızda Lukacs tutarlılık arz eder. Zira, burjuva roman dünyası epiğin dünyasına kıyasla belirsiz de olsa kendine has bir çizgiyi takip eder: Kahraman hiç değilse kendi yazgısını elinde tutar, tragedyaya yol açacak tanrısallığın yerini tarih ve toplum gibi başka, belirleyici, görece mutlak kurumlar alır. Nihayetinde eleştirmen kahramanın bireysel, kültürel, toplumsal koordinatlarını belirleyebilir.
Oysa modernist roman, söz konusu kerteriz noktalarını daha da kaybetmiş hâldedir. Ancak bunu “gerçekçi olmamakla” eleştirip yermek yerine, “yeni bir gerçekçiliğin” anlatısı biçiminde yorumlamak gerekmez mi?
Eleştirel gerçekçi burjuva romanı, modernizmin yükseliş döneminin edebi türüydü. Oysa yirminci yüzyılın romanı burjuvazinin de modernizmin de yozlaştığı bir dönemin anlatısı oldu.
Lenin, emperyalizmin kapitalizmin en yüksek aşaması olduğunu söylemişti; emperyalist çağda yazılmış romanlar da modernizmin en yüksek aşamasını yansıtır diyemez miyiz: Rekabetçi serbest ticaretin yerini tekelcilik, rasyonalizmin yerini (üretim başta olmak üzere her şeyde) akıl dışılık, demokrasinin yerini sömürgecilik ve atomlaşmış birey alırken, bunların edebiyattaki karşılıkları da farklı olmaz; aşırı bireycilik, (tarih, toplum gibi) kurumların yok oluşu, absürdün ve biçimsel deneylerin ön plana çıkışı…
Hele de Birinci Dünya Savaşı’nı hesaba kattığımızda bu dönemin edebi metinlerinde eleştirel gerçekçiliğin idealleri yerine başka bir şeyin ortaya çıkması gayet olağan. Öncesi ve sonrasıyla savaş sadece toplumsal, siyasi hayatı etkilemekle kalmadı, kültür ve sanata da tesir etti. Dolayısıyla bu eserlerde, sosyalist gerçekçi eleştiride birçok kez tekrarlandığı gibi “monarşist” Balzac’ın monarşizmi eleştirmesi, yeni doğan burjuvaziyi selamlaması gibi bir beklentiye girmek anlamlı değil.
Büyülü Dağ ve Zeno’nun Bilinci
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yazılmış iki önemli modernist eser bu bağlamda tematik benzerlikleriyle dikkat çeker. 1923 yılında yayımlanan Italo Svevo’nun Zeno’nun Bilinci ile Thomas Mann’ın 1924 tarihli Büyülü Dağ isimli romanı… Thomas Mann’ın eserinde hâlâ bir olgunlaşma hikâyesinin izlerini bulmak mümkün. Oysa savaşın gitgide yaklaşması romanın sonunda Hans Castorp’u Svevo’nun kahramanı Zeno Cosini’ye yaklaştırır.
Svevo’nun kahramanı, hastalıklı (veya hastalık hastası), sürekli doktora, en nihayetinde de bir psikiyatriste giden, psikanaliz seanslarının neticesini roman hâlinde okuduğumuz biri. Zeno’nun hayatı belirsizlikler, başarısızlıklar, kayıtsızlıklar veya düşüncesizce verilmiş kararlarla dolu. Özellikle üç kız kardeşin hepsine -üstelik aynı günde, aynı yerde- sırasıyla evlenme teklif etmesi ve nihayetinde en az beğendiğiyle evlenmesi gibi sahneler evlilik gibi bir kararda bile nasıl düşüncesiz olabildiğini göstermesi açısından önemli.
Diğer yandan iş hayatı da burjuvazinin rasyonel sınırlarından irrasyonel bir düzeye doğru gelişiyor: Kayınpederi başarılı bir iş adamı olduğu için, damadı da olsa onu “kazıklıyor.” Diğer yandan iş ortağı ve bacanağı ise işinin başına geçip aklı başında kararlar vermek, “çalışıp didinmek” yerine borsada oynuyor. Dahası Zeno’nun kendisi de çalışmaya övgüler düzse de işe gitmekten anladığı büroya gidip vakit öldürmekten başka bir şey değil.
Svevo, kapitalizmin rekabetçi dünyasının artık finans-kapitalin borsa spekülasyonlarına dönüştüğünü işaret ederken borsayı açıkça “kumar” olarak nitelendirir. Diğer yandan psikanaliz seansına gitse de psikanalizi de spiritüalizmle, ruh çağırmayla eş değer tutuyor. Üstelik seanslara rağmen iyileşmeyi bir yana bırakalım, herhangi bir kişilik bütünlüğüne de ulaşamayız.
Benzer temalar Büyülü Dağ’da da karşımıza çıkıyor. Mühendis adayı Hans Castorp tüberküloz teşhisiyle Alplerde bir sanatoryuma yatarken, yakınlarının tek hedefi onun bir an evvel iyileşip çalışmaya başladığını görmek. Oysa sanatoryumda kaldıkça Castorp’un “aşağıdaki” dünyaya inip çalışmaya (hayata) başlama isteği gitgide azalıyor. Sanatoryumun yetkililerinin de bu isteksizliği teşvik etmediğini söyleyemeyiz. Nitekim buraya gelen herkes öyle veya böyle hasta olup burada kalıyor. Nitekim Hans’ın kuzeni Joachim de Hans’la tamamen zıt bir kişiliğe sahip olmasına rağmen aynı teşhisle bir hafta sanatoryumda kalınca başka bir insana dönüşüyor. Dolayısıyla tıp gibi bilimsel bir alan dahi doktorların, dahası hastaların bireysel tercihleriyle biçimleniyor. Diğer yandan aynı kurumdaki Dr. Krokowski’nin de bolca psikanaliz seansı yaptığını söylemeli. Üstelik bu seanslar “ruh çağırma” seanslarını aratmıyor.
Her iki roman da Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla sona eriyor. Mann savaşın harala gürelesinde Hans gibi kaybolan insanlardan söz ederken, Svevo insanın yerini artık makinelerin aldığından yakınıyor. Her iki yazar da insanın artık “eskisi” gibi olmadığının bilincine varmış.
Kendini Tanımayan Entelektüel
Mann’ın romanı temaları, karakter kadrosuyla Zeno’nun Bilinci’nden daha geniş; dolayısıyla Zeno’nun belirgin izlekleri Büyülü Dağ’da dağınık bir biçimde yer alıyor. Kitabın söz konusu karakterlerinden en renklisi ise Leo Naphta. Bir Yahudi olmasına rağmen Cizvitlere katılan Naphta, modernist edebiyatın borsayı kumarla, psikanalizi spiritüalizmle (veya maskaralıkla) karşılaştırması gibi Katoliklik ile proleterya diktatörlüğünü, kilise ile komünizmi benzetiyor.
Yahudi’yken sofu bir Cizvit olup komünizmi savunan Leo Naphta’yı Thomas Mann doğrudan bir entelektüelden esinlenerek kaleme aldığını belirtir. Mann’ın mektuplarında “maalesef kendini tanımadı” dediği bu entelektüel Györg Lukacs’dan başkası değil!
Hastalık, Birinci Dünya Savaşı ve psikanaliz sadece Zeno’nun Bilinci ile Büyülü Dağ’da yansımalarını bulmuyor. Geçen yüzyılın, dahası modernist edebiyatın en ünlü eserinde de aynı örüntüleri görmemiz mümkün. Ama Proust’la Kayıp Zamanın İzinde’yi başka yazılara bırakalım.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

CELİL CİVAN
