“İncileri Domuzların Önüne Atmak”
Batı’nın Müslüman devletler hakkında geliştirdiği imaj; medya, taraflı akademik ve siyasi propaganda sayesinde toplumun çoğunluğunda da büyük ölçüde mevcuttur. Müslüman devletler (ve genel olarak İslam kültürü) “manevi, entelektüel ve kültürel olarak” otoriter bir din devletinden, yozlaşmış bir demokrasiden ya da askeri bir cuntadan başka bir şey olamaz.
20 yıldan daha uzun bir süre önce, Türk ordusu hakkında bir makale yayınlayan WAZ gazetesinin editörüne bir mektup yazmıştım. Gazetenin yazısında dönemin ordusu, özellikle “İslamcılara” karşı demokrasinin garantörü olarak olumlu bir şekilde tanımlanıyordu. Bu tutumu eleştirdiğim editöre mektubum büyük ölçüde kısaltılarak ve sadece başörtüsü özgürlüğüne ilişkin açıklamam (o da kısaltılarak) yayınlandı. Mektubumun yayınlandığı gün, eşim evdeyken bizleri ölümle tehdit eden bir telefon geldi.
Bu olaydan neden bahsediyorum? Almanya’nın (ve Batı demokrasilerinin) sözde “üçüncü ülkelere” karşı tutumunu çok iyi gösteriyor (ki ‘üçüncü ülke’ tabiri başlı başına sorunludur); bu tutum Müslümanlara ve özellikle de Almanya’daki Türk vatandaşlarına karşı tutumlarına da yansıyor. Almanya ve Batı, kendilerini her zaman demokrasinin gerçek sahipleri olarak görmekte ve demokrasiyi getirmek istediklerini düşündükleri yerlerde (Irak’ta olduğu gibi) arkalarında sadece acı ve kaos bırakmaktadırlar. Ve eğer enkazdan ve binlerce cesetten “gerçek” bir demokrasi çıkmazsa, bu Batı’nın suçu değildir. Eğer Batı dışındaki demokrasi girişimleri başarısız olursa, ki çoğunlukla Batı yüzünden başarısız oluyorlar (!), o zaman bu da “bu ülkeler ve kültürler demokrasiye yatkın değil” demek için bir “argüman”dır. Ya da demokrasi güçlüyse, Batı bu demokrasiyi küçümseyecek bir şeyler uydurmaktan geri durmaz. Örneğin onlar için Türkiye’deki demokrasi, Almanya’nın rüyalarında bile göremeyeceği yüzde 60-70’in üzerindeki katılım oranıyla, bir “diktatör” tarafından yönetilmektedir. Bu ülkelerin bir demokrasi oluşturmadaki “yetersizliği”, nihayetinde bu ülkelerin insanlarına, kültürlerine, dinlerine yansıtılıyor.
Batı’nın Müslüman devletler hakkında geliştirdiği imaj; medya, taraflı akademik ve siyasi propaganda sayesinde toplumun çoğunluğunda da büyük ölçüde mevcuttur. Müslüman devletler (ve genel olarak İslam kültürü) “manevi, entelektüel ve kültürel olarak” otoriter bir din devletinden, yozlaşmış bir demokrasiden ya da askeri bir cuntadan başka bir şey olamaz. Irkçı ve Oryantalist Ernest Renan’ın zamanında ‘Müslümanlar ve bilim’ konusunda söylediği, bugünlerde de geçerliliğini korumaktadır: Onların kültürü budur! Bu, Almanya’da (ve Batı’da) Müslümanlar hakkındaki genel korodur ve “entegrasyon yeteneğine sahip değiller” ya da “Aydınlanma’yı yaşamadılar” gibi ifadelerle yansıtılmaktadır.
Genel olarak yabancılara, sonra Müslümanlara ve Türklere yönelik açık ırkçılık ve dinî olan her şeye karşı yöneltilen gizli “İslamofobi”, aslında entegrasyon hikâyesinin bir başarı hikâyesine dönüşmesinin önündeki en önemli engellerdendir. Siyaset, spor ve dini bir kenara bırakırsak, bariz ırkçıların aksine, toplumun büyük çoğunluğunun ülkedeki “yabancılarla” iyi bir ilişki içinde olduğu ve bunun tersinin de geçerli olduğu söylenebilir. Ancak bir insanın en başta “insan” olmasını mümkün kılan konuları nasıl görmezden gelebiliriz? Siyaset sadece bir partiye üye olmak değil, aynı zamanda felsefi, entelektüel ve çeşitlilik dünyasında neler olup bittiğine dair bir görüştür. Öte yandan sporun sadece spor olması gerekir, ancak -2024 Olimpiyat Oyunlarında bir kez daha gördüğümüz gibi- LGBT’nin otoriter “kabul etmek zorundasın” hareketi gibi ideolojik savaşlar için de bir arenadır.
Ancak her şeyden önce din, seküler toplum için bir baş belasıdır.
Modern, sözde açık fikirli Türkler, Kürtler, Araplar veya ‘seküler’ Müslümanlar, bir dereceye kadar takdir edilmektedir. Dinlerini “seven” ancak Allah tarafından kendilerine bir şeyler emredilmesini istemeyen Müslümanlar. Bunlar aydınlanmış, “iyi Müslümanlar”dır. Türkçe kullanımın aksine, seküler/laik, dinsiz ya da Allahsız bir dünya görüşünü ifade eder. Bunlar ateistler ya da Allah’a inanan ancak Peygamber zamanındaki Mekkeliler gibi onu sadece Kabe’nin Tanrısı gibi gören ve artık kendilerine bir şey ‘dikte’ etmesine izin vermeyen ‘Müslümanlar’ olabilir. Bu Müslümanlar ve Türkler devlet kurumlarında, siyasi partilerde, medyada, destek verilen vakıflarda, üniversitelerde ve diğer akademik kurumlarda hoş karşılanmaktadır. Aydınlanmış entelektüeller, bilim insanları, İslam uzmanları ve gazeteciler olarak kabul edilirler. Söz konusu alanlarda dindar Müslümanlar da çalışabilir ve kariyer yapabilirler, ancak İsrail, FETÖ, LGBT veya Erdoğan gibi “tabu konularda” sessiz kalırlarsa veya muhalif bir görüşe sahip olmazlarsa…
Akıl Nedir?
Farzlar ve özellikle de haramlar artık günümüzün modern, aydınlanmış ve ilerici dünya halkları için geçerli sayılmamaktadır. Modernite için, İslam’ın emir ve yasakları, geçmişte kalan ve aydınlanmış (Batı) dünyanın kendisini onlardan özgürleştirdiği yapılardır, çünkü Kant şöyle demiştir: “Kendi aklınızı kullanma cesaretine sahip olun”, ancak akıl nedir ve kimin aklı doğru kabul edilir? Akıl, içerikle doldurulabilecek bir nesne değildir ve yine de Batı, dünyaya (elbette askeri ve ekonomik güç ile) aklın doğru kullanımının nasıl olması gerektiğini dikte ederek bu mümkünmüş gibi davranmaktadır. Batı, aklın bir nesne olduğunu ve sadece kendisinin onun efendisi olduğunu iddia etmektedir. Böylece sonuç olarak, diğer tüm kültürler ve dinler akılsızdır.
Bu kolektifi takip eden ve aynı şekilde düşünenler, yani kendi (Batı standartlarına göre) “akıllarını” kullanarak Allah’ı ve O’nun emir ve yasaklarını hayatlarından çıkaranlar, (insan hayatı ve doğanın yok edilmesi de dahil olmak üzere ne pahasına olursa olsun) “ilerleme” veya “rekabet” gibi modern değerleri savunanlar aydınlanmış ve medeniyken, diğerleri geri kalmış ve barbardır. Ancak birçok Müslüman, hatta çoğunluk, emir ve yasakları (en azından) dinin bir parçası olarak gördüğü için, Müslümanlar ve genel olarak İslam’ı kabul eden halklar onlar için medeni değildir. Müslümanların “aydınlanmadığı”, Müslümanların demokratik olmadığı, Müslümanların bilime düşman olduğu, (Siyonistlerin sistematik propagandası sayesinde) Müslümanların terörist olduğu şeklindeki bu düşünce medyada her gün yenilenmektedir. Böyle olunca ciddi manada hem Müslümanları hem de genel olarak yabancıları -değişen derecelerde- hoşgörü ile destekleyen insanların sayısı keskin bir şekilde düşmektedir.
Ve eğer “seçilmiş” Müslümanlardan ya da seküler yabancılardan/göçmen kökenli Almanlardan biri çizgiyi aşar ve örneğin İsrail’in soykırımında koşulsuz desteklenmesini eleştirirse, o zaman bu insanlar “incilere” değmez. Matta İncili’nde (Matta 10:11) “Kutsal olanı köpeklere vermeyin, incilerinizi domuzların önüne atmayın ki onları ayakları altında çiğnemesinler ve dönüp sizi parçalamasınlar” ifadesi yer almaktadır. “İncileri domuzların önüne atmak” deyiminin kökeni budur ve bu deyim, kendilerine gösterilen değerin farkına varmayan kişilere büyük bir değer vermemeniz gerektiğini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Komedyen Kaya Yanar, İsrail’i eleştirdiğinde tam da bunu yaşadı. Almanya’da, özellikle Türkler ya da Hintler gibi göçmen kökenli insanları popülist bir şekilde tasvir ettiği için sevilen Yanar, bir anda nefret ve iftira yağmuruna tutuldu ve muhtemelen pek çok kişi kendi kendine “incilere değmezdi” diye düşündü.
Sonuçta Mesut Özil’in dediği gibidir (eklemeler bana ait): “Başarılı olursan [aydın, seküler, LGBT’li, kapitalist, eleştirmeyen, emirlere uyan] Almansın, kaybedersen [dindar, ana ve baba vatana sadık, eleştirel, Siyonizm’e karşı] göçmensin.”