Kapalı Toplantı

Meclis Başkanı kapının önünde durdu. Bir an, içeridekilerin sessizce beklediğini hissetti. Oysa henüz açılmamış kapının arkasındaki sessizlik birazdan başlayacak kanun görüşmelerinde çıkacak fırtına öncesi üyelerin mevcut enerjilerini saklama sessizliğiydi. Elini ceketinin düğmesine götürdü, sonra vazgeçti. Bugün ceketinin düğmelerini değil, kelimeleri, ardından cümleleri birbirine ilikleyip beklenen kanunu çıkarmak zorundaydı…

kapalı oturum

Beşinci noktadaki trafik polisi, kırmızı beyaz çizgilerin arkasında bekliyordu. Gün yeni ağarmış, sabahın serinliği kaldırım kenarlarındaki yaprakların arasından süzülüp caddelere sinmişti. Her yerde bir koşuşturma, her yerde bir telaş… Uygun adım değil, koşar adım bir hayat. Trafik polisi kırmızı çizgiye yaklaştı. O çizgi ki sanki yola değil hayatına çekilmiş bir çiziydi. O noktada durmak, hayatta durmaktan farklı değildi. Elinde telsizi, başında şapkası, yüzünde ise yılların biriktirdiği acılarla bezenmiş bir sabır tabakası…

 

Bir an maaşını düşündü; daha doğrusu maaşından eksilen vergileri, borçları ve sürekli değişerek artan etiketleri… ‘Ekmek alırken bile muhasebe yapmak zorunda kaldık’ diye düşünürken, durdurduğu aracın sürücüsü, aracından başını çıkararak “Daha ne kadar bekleyeceğiz memur bey! diye bağırınca sesin geldiği yöne döndü. Aslında beklemenin ne demek olduğunu herkesten çok kendisi biliyordu; soğukta beklemek, sıcakta beklemek, karanlıkta beklemek… Beklemek sabrı öğrenmekti. Sabretmeyi öğrenmezse bu memuriyeti taşıyamazdı.

 

“Ya sabır!” diye mırıldandı. Kendi kendine mi söyledi, yoksa sürücüye mi söyledi? Belli belirsiz kelimeler döküldü ağzından. Allah’tan kimse trafik polisinin niye kavşağı tutuğunu bilmiyordu. Onların bildiği tek şey ‘dur!’ ya da ‘geç!’ komutuydu.

 

Bu sırada yayalardan biri, “Evladım bir geçeyim, zaten yol bizim” derken, polis dönüp yayaya bakarak ‘Yol sizin mi?’ diye düşündü. Niye sahiplenmişti bu kadın bu yolu? Öğretilmiş bu doğrular hayatın gerçekleriyle çatıştığında bir kez daha travma yaşamıştı. Aslında ‘bizim’ denilen şey bize müsaade edildiği yere kadar bizimdi. Ama bunu yayaya anlatmak mümkün değildi. Sadece elini kaldırıp ‘dur’ işareti yaparken yayanın gözlerindeki çaresizliği görmüştü.

 

Başını havaya kaldırdı, gökyüzünün sonsuz genişliğine karşın dünya ne kadar dardı. Her gün aynı yerde beklemek, aynı fotoğraflar içinde sıkışıp kalmak ve aynı şeyleri yaşamak… Tanımadığı bu insanların öfkeli bakışları karşısında, bu daracık dünyada tek evladının geleceğini kurtarmak için bir müddet daha çalışmak ve ardından zaman kalırsa kendi hayatına dönmek…

 

Görevi yolları kapatmaktı. Ama hiç kimse ona kapanan yolun nasıl bir çıkmaz olduğunu merak bile etmezdi.

 

Bir kurşun hızıyla birden bütün noktalardaki polislerin elindeki telsizden aynı kelime yayıldı:

 

Çıkışş…

 

Bu bir tür huruç harekâtı gibiydi. Her görevli bulunduğu yerde pozisyon alarak kendisine çeki düzen verdi. Bütün noktalardan aynı ses yükseldi.

 

Anlaşıldı efendim…

 

Beklemek; zaman, sabır, umut ve birçok bilinmezin iç içe geçtiği karmaşık bir duygu değil mi zaten? Geçmişin yaşanmışlığı ve şimdinin gerçeği arasında bir sarkaç gibi salınır durursun. Her bekleme içinde biraz umut barındırır. Ama beklenen şeyin bilinmezliği ile gerilim artar ve çaresizce zamana teslim olursun.

 

Beşinci noktadaki polis beklerken sadece bir durumu değil aynı zamanda kendi yolculuğunu da yapıyordu her defasında. Evlenmeyi beklemişti, çocuğunu kucağına almayı beklemişti, ay sonunu beklemişti, maaşına zam yapılacağı yıl başlarını beklemişti, çocuklarının mürüvvetlerini görmeyi beklemişti.

 

Şimdi önünden geçen konvoyu selamlamak için elini şapkasının siperliğine götürmüş, hazır ol vaziyette, noktada durdurduğu araçların egzoz dumanlarını yutup, öfkeli yayaların suratlarına bakarak o büyük geçişi bekliyordu.

 

Başkan, her zamanki gibi lacivert takım elbisesine kırmızı renkli kravatını uydurmuş, elinde deri evrak çantası ile kapıda göründüğünde korumalarda hareketlilik başlamıştı. Koruma amiri hızla kapıya koşarak, başkanının elinden çantayı aldı, diğer koruma ise sağ arka kapıyı açarak başkanın araca binişine refakat ediyordu. İlerleyen yaşına, belinin hafifçe bükülmesine rağmen, ilk gençlik yıllarından beri dernekçilik faaliyetleri, asil bir milletin evladı olmanın gurur ve şuuru ile son nefesine kadar vatana hizmet edebilmenin dayanılmaz iştihasını, heyecanını taşıyordu.

 

Koruma kapıyı açtıktan sonra, kapının üst kısmına sağ elini koyarak bir korkuluk oluşturup, başkanı güvenle arka koltuğa oturtmuştu. Önde çakarlı araçlar, sağ ve sol yanlarda motosikletli korumalar, arkada artçılar ve bir ambulans araç konvoy şeklinde harekete başlamıştı. Koruma amiri ön koltuktan arkasına dönerek başkana gül suyu uzattı. Başkan avuçlarıyla yüzünü sıvazlayarak derin bir nefes aldı. Sanki yüzü zemzem suyu ile yıkanmış gibi hissetmişti. İlerideki kavşakta polisler konvoyun güvenli bir şekilde geçişini sağlamak için yolu kesmişti. Şehrin yabancısı olmadığı bu durum itibar ve güvenliğin sembolü olmuştu. Devlet işlerinde itibar ve güvenlikten asla taviz verilmemeliydi. İtibarı, itibarsızlaştırarak itibar kazanmak isteyen gafiller, bunu lüks ve israf olarak değerlendiriyorlardı. Oysa bu kutsal vatan toprağında bayrak gönderden asla inmeyecek ve devlet azametinden taviz verilmeyecekti. Hatta başkanın bir başkanlık divanı toplantısında idare amirinin yazılı olarak sunduğu ‘Yıpranmış bayrakların değiştirilmesi’ konulu talebi uzun tartışmalara neden olmuştu. Başkan devlette tecrübeli olmasının sağladığı avantajla bayrakların yenisi ile değiştirilmesi konusunu sorunsuz bir şekilde halletmişti. Önce tören mangası gece üç buçukta göndere çekili bayrakları indirecek, yenisi ile değiştirecek, eski bayrakları da tutanakla depoda muhafaza altına alacaktı. Böylece uğruna bedel ödenmiş eski bayraklar kutsal bir hazine gibi saklanacaktı.

 

Konvoy meclisin kapısından içeri girip ana binanın kapısına yaklaşmıştı.

 

Başkan vekilleri, başkana ilk ‘Hoş geldiniz efendim!’ diyebilmek için birbirini nizami bir şekilde itiştirirken, aracın kapısı açılmış, genç ve atak olan başkan vekili öne geçmeyi başararak başkanla ilk toka yapmanın bahtiyarlığına erişmişti. Başkan diğerleri ile de tokalaştıktan sonra önde kendisi, arkada vekilleri ile koridorda, bir komutan edası ile yürümeye başladı. Kararlı adımlarla koridorun sonundaki toplantı odasına yaklaşırken, arkasındaki kalabalığın belli belirsiz fısıldaşmaları kulağını tırmalıyordu. Kalabalığın ayak sesleri tarihi binanın tavanında yankılanıyordu. Koridorun sağında ve solundaki tablolar, millete rağmen millete hizmet etmiş tarihi şahsiyetlerin fotoğraflarını ve kahramanlık hikâyelerini taşıyordu. Bir ara fotoğraflara göz ucuyla bakarken ‘Benim aziz ve asil millettim! Ben de aynen benden öncekiler gibi, sana rağmen, senin hayrına olacağına inandığım için sana hizmet etmeye devam edeceğim. Doğrusunu sen bilmezsin, biz biliriz!’ diye içinden geçirdi. Şimdi, bugün mutlaka bitmesi gereken bir yasa çalışmasına odaklamalıydı zihnini.

 

Koridorun sonunda geniş ahşap kaplı, başkanın giriş kapısı görünmüştü. Kapının iki yanında uzun siyah frakları ve beyaz gömleğe takılı papyonu ve rugan ayakkabıları ile iki meclis görevlisi hazır vaziyette bekliyorlardı. Başkan koridor boyunca yürürken, meclis üyelerinin bir kısmı ikili-üçlü gruplar halinde kendi aralarında konuşuyor, bir kısmı da başkanın geçiş güzergâhında bekleyip, ‘Saygılar sayın Başkanım’ diyerek rutin ihtiramlarını gösterecekleri seremoniye hazırlanıyorlardı. Bu abartılı gösteriler sayesinde başkanın içindeki gurur canavarı tahrik oluyor, dudaklarının kenarında hınzır bir gülümsemeye dönüşüyordu. Görevliler başkanın yaklaşması ile birlikte, eller kalçalarına yapışık vaziyette hafifçe eğilip selam verdiler. Bu ritüel, büyük bir devlet geleneğiydi. Bu kapı, yalnızca başkanın ve kâtip üyelerin kullandığı arka toplantı odasına açılıyordu. Kapıya birkaç adım kala, koruma amiri başkanın önüne geçerek, kapının tokmağına dokunup iki eliyle açarak başkanın rahatça geçişini sağladı.

 

Odaya girer girmez içerideki kâtip üyeler ayağa kalktı. Odada hafif kâğıt hışırtıları ve kahve kokusu hâkimdi. Uzun bir masanın çevresinde toplanmış birkaç kişi vardı. Masanın üzerine toplantıya dair belgeler, ajandalar ve notlar özenle yerleştirilmişti.

 

Başkan, her biri ile göz teması kurarak, “Buyurun oturun arkadaşlar” dedi ve odanın başköşesinde kendisine ayrılan yere geçti. Herkes yerleştiğinde, başkan masanın üzerinde duran dosyalardan birini eline aldı ve içeriği hızlıca gözden geçirdi.

 

Bu arada başkanın sabah kahvesi de gelmişti. Kahvesini içmeye başlamadan önce, arka taraftaki lavaboyu kullanmak istedi. Oysa daha evden çıkmadan önce tuvalet ihtiyacını görmüştü, ancak uzun süredir prostat büyümesinden dolayı sık tuvalete gider olmuştu. En zoru da geceleri en az iki kez idrar sıkışıklığı nedeniyle uykusunun bölünmesiydi. Ameliyat çözüm olabilirdi ama doktorun endişe ile sözünü ettiği “erektil disfonksiyon bozukluğu” riski, her defasında onu hastanenin kapısından geri döndürmüştü. Gerçi hanımını kaybedeli yıllar olmuştu ancak yine iktidar duygusunu kaybetmek sanki başka iktidar alanlarını da etkileyecek gibi hissediyordu. Bu rahatsız edici duygudan uzaklaşıp, bugünün gündemine yoğunlaşmak gerekiyordu.

 

Genel kurul saati yaklaşıyordu.

 

Başkan, kahvesinden son yudumu da alıp kahve kokusunun oluşturduğu rayihayı biraz daha hissedebilmek için ağzındaki telveyi diliyle damaklarında dolaştırdı. Tüm gücünü kollarına yükleyip, elleriyle koltuğun kollarına bastırıp dinamik bir kalkış yaptı. Aynı çeviklikle kâtip üyeler de başkanın arkasından odanın kapısını kapatıp genel kurul salonuna giden koridorda yürümeye başladılar.

 

Meclis Başkanı kapının önünde durdu. Bir an, içeridekilerin sessizce beklediğini hissetti. Oysa henüz açılmamış kapının arkasındaki sessizlik birazdan başlayacak kanun görüşmelerinde çıkacak fırtına öncesi üyelerin mevcut enerjilerini saklama sessizliğiydi. Elini ceketinin düğmesine götürdü, sonra vazgeçti. Bugün ceketinin düğmelerini değil, kelimeleri, ardından cümleleri birbirine ilikleyip beklenen kanunu çıkarmak zorundaydı.

 

Kafasında düşünceler halkalar halinde dönüyordu. Birinci halkada kanun teklifinin görüşmelerini bugün tamamlayabilmek, ikinci halkada tartışmaları kavgaya dönüşmeden önlemek, üçüncü halkada muhalefeti mümkün olduğunca az konuşturup konunun dağılmamasını sağlamak, dördüncü halkada genel kurul salonundan çıkarken kapının önünde bekleyen gazetecilere savaş meydanından dönmüş muzaffer bir komutan edasıyla açıklama yapmak… Bütün halkaların merkezinde bulunan ise kasıklarının arasında bir kurşun top gibi büyümüş prostat sancılarının bu görüşmelere ne kadar izin vereceği… Tarihten kopup gelen seslerin armonisi eşliğinde, demokrasi duygumuzu zedelemeyecek kadar idealist, yaşanılan gerçekliği göz ardı etmeyecek kadar realist olmak gerekiyordu.

 

Bir yanda idealizm, bir yanda yaşadığımız gerçekler, bir yanda genel kurul salonunun kale kapısına kadar uzanan kırmızı halı metaforu, diğer yanda bu halıya düşen ayak izlerinin sorumluluğu…

 

Önce yürümek sonra anlamlandırmak gerekiyordu.

 

Kapıyı, sağ eliyle itti. Düşüncelerini omuzlarına alarak, kelimeleri tartacak, yüzlerdeki ifadeleri anlayacak, sesine ayar verip, yavaş yavaş yükselen ama tarihin derinliklerinde akıp gelen bir ses tonuyla denge oluşturacaktı. Kimsenin ne içindeki karmaşadan haberi vardı ne de yaşadığı prostat sancısından.

 

Kapı yavaşça açıldı. Önde Başkan, arkasında iki kâtip üye ağır adımlarla kürsüye yönelip koltuklarına oturdular.

 

Dışarıdan gelecek en küçük ışık huzmesine kapalı bu kubbemsi çatının altında, bazılarının yüzlerinde yılgınlık ifadesi, bazılarında öfke, bazılarında ise tekrarlana tekrarlana kanıksanmış kelimeleri bir an önce sıralama telaşı vardı.

 

Dışarıdan bakıldığında, sakin hatta kayıtsız gibi duran ama içlerinden derin hesaplar yapan grup başkanları, birazdan başlayacak hararetli tartışmaların galip aktörü olabilmek için mücadele edeceklerinden, depoladıkları enerjiyi boş yere tüketmek istemiyorlardı. Grup başkanları için en büyük talihsizlik bu oturumun kapalı olmasıydı. Gazeteciler ve kameralar olmayacaktı. Ama yine de her birinin kendi konuşmalarını cep telefonları ile dışarıya aktaracak sadık üyeleri vardı. Hatta konuşmaların izlenme oranlarını artıracak sahte hesaplardan oluşmuş bir sosyal medya ordusu da hazır kıta bekleyecekti.

 

Genel kurul, herkesin alışık olduğu bir oyun sahnesiydi. Grup başkanları gruplarının ön sırasında yer alırken, arkasında kendi grubunun üyeleri askerî bir disiplinle sıraları doldururdu. Kullandıkları oyların, sözlerin ve hatta suskunlukların bile birer strateji olduğu bu arenada, duruşlar dahi bir mesaj içeriyordu.

 

Genel kurulun tek bağlantısız üyesi, her zamanki gibi en arka sırada yerini almıştı. Bulunduğu noktadan sesini duyurması zor olsa da kendince seçilmiş tek bağlantısız üye sorumluluğu ile her oturumu kesintisiz takip ederdi. Arkasında kendisini destekleyen bir üye grubu olmadığı için, bazen konuşmalarına yalnızlığın duygusallığı yansır ve kelimeler titreyerek ağzından çıkardı.

 

Başkan, herkesin dikkatinin kendisi üzerinde yoğunlaştığını hissetti. Bu kürsüye her çıkışında tarihi sırtında taşıyor gibi hissederdi zaten. Söylenecek her sözün sadece bugüne dair değil yarını da şekillendirecek bir temel taşı olduğunu düşünüyordu. İki elini kürsüye koydu, sonra sağ eliyle tokmağı aldı, gonk sesi çıkaracak kürsünün kenarındaki metal kısma tokmakla vurdu.

 

Derin bir nefes aldı. Yaşadığı prostat sorununun idrarını oturum sonuna kadar tetiklememesi için ‘Ya Rabbim beni mahcup etme!’ diye dua etmişti. Bu biyolojik sorunun iktidar gücünü etkileyecek bir soruna dönüşmesi ise zihnini meşgul eden en büyük kaygısıydı.

 

Bütün gözler projektör gibi kürsüye yönelmişti. Dikkatler ilk kelimenin çıkışını bekliyordu.

 

Muhterem Üyeler…!

 

“Bugün burada yalnızca bir toplantı yapmıyoruz; bilakis, tarih denilen o ulvi defterin yeni bir sahifesini açıyoruz. Unutmayalım ki şu meclis, milletin iradesinin tecessüm ettiği yüce bir makam ve sarf ettiğimiz sözlerimiz ise geleceğimizin inşasında tuğla taşlarıdır.”

 

Bu giriş cümlesi, meclis üyelerinin gururunu yeterince okşamıştı.

 

Şimdi toplantının seyrinin sorunsuz devam edebilmesi için usulüne uygun ikazlar da yapılması gerekiyordu. Ardından ölçülü bir ses tonuyla salona bakarak;

 

“Demokrasi, evvelâ bir meşveret meselesidir. Her birimizin sarf ettiği sözler, bir müzakereden ziyade, milletin istikbâline işlenen bir kitabedir. Ne var ki, en yüce temsilin idrakinde siz değerli üyelerin müzakereyi mücadeleye, fikrî ihtilâfı şahsî tartışmaya çevirmesi, aklıselime uygun değildir. Zira bizler, hürriyetin ve istişarenin geçerli olduğu bu asırda, gereksiz tartışma ile vakit kaybetmenin manasızlığını müdrik olmalıyız.

 

Binaenaleyh, siz değerli üyelerimizin hikmetle ve ferasetle müzakerede bulunmasını temenni eder, Genel Kurulumuzu saygıyla selamlarım” dedi.

 

BİRİNCİ OTURUM

 

Meclis Başkanı, görüşülecek kanun teklifini okuması için sağ yanında duran kâtip üyeye sözü verdi.

 

Kâtip üye, mikrofona doğru eğilerek önce boğazını temizledi. Sonra tok bir sesle:

 

Meclis Başkanlığına…

 

“Ahkâmı içtimaiye karşısında ferdi hareketlerin önlenmesine dair kanun…”

 

Gerekçe:

 

Toplum düzeninin muhafazası her ferdin, ahkâmı ictimaiyeye riayet etmesi ile mümkündür. Bu itibarla cemiyetin selameti ve asayişi adına konulan kanunların hilafına hareket eden ve şahsi meşrep ve karakteri ile umumi intizama muhalif fiiller icra eden kimselerin hal ve ahvali, yalnız kendilerini değil, bilcümle ahaliyi tesir altında bırakır. Bu nedenle ahkâmı ictimaiyeye muhalif hareketlerin yasaklanması ve cemiyet nizamının muhafazası zaruridir.

 

Madde 1

 

Toplumsal nizama muhalif hareket eden kimse evvelemirde ikaz olunur. Tekerrürü halinde zabıta marifeti ile münasip bir yere götürülerek usulü dairesinde caydırıcılık şartı gerçekleşene kadar darp edilir.

 

Madde 2

 

Cemiyetin huzuruna muhalif devam eden fiillerin tekrarı halinde, mütecaviz şahıs hakkında umumi mekânlarda bulunmama tahdidi uygulanır.

 

Madde 3

 

Ahkâmı umumiyeye muhalif fiillerin alışkanlık haline gelmesi durumunda her tür ceza münasiptir.

 

Tekerrür eden fiillerin cemiyet nizamına tehdit oluşturması karşısında, ikametinden alınarak başka bir mahalde zorunlu ikamete tabi tutulur.

 

Yürürlük

 

Bu kanun yayınlandığı tarihte yürürlüğe girer.

 

Salonda kısa bir sessizlikten sonra, en arkadaki bağlantısız üye, birçoğunun aklından geçtiği ama ifade edemediği soruyu sordu; “Sayın Başkan, bu kanun tekfini kimse anlamasın diye mi böyle yazdınız?”

 

Başkan, bu soruya sinirlendiğini, kaşlarını hafif çatarak belli etti ama bugün tartışmayı bu noktadan açmaya niyeti yoktu. Sesini şefkatli bir tona ayarlayarak “Efendim, kanunların bir dili vardır, bir de ruhu. Siz muhterem üyelerimizin müteaddit kez onayından geçen kanunlarımız, hep bu dilde yazıldı.

 

Aslında, sorduğu soruya cevap aramayan bağlantısız üye sadece etrafındaki birkaç kişinin duyabileceği şekilde ‘Ruhu bedenden ayırıp kuru bir ceset yaptınız’ diye mırıldanarak yerine oturdu.

 

Meclis Başkanı geleneksel olarak ilk sözü sayıca en küçük grup başkanına verdi.

 

Dördüncü grup başkanı, meclis kürsüsüne ağır adımlarla ilerlerken hafif öksürüp boğazını temizledi. Çünkü söyleyeceklerinin çok önemli olduğunu düşündüğü için sesi güçlü ve tok çıkmalıydı. Kürsüye birkaç adım kala, ceketinin düğmesini ilikledi. Başkanı selamlayarak kürsünün başına geçti. Meclisin en küçük gurubu olmasına rağmen, milletin asli sahibinin kendileri olduğunu düşünerek oldukça özgüvenli hareket eden bir grubun başkanıydı. Büyük cümleler kurmuştu kafasında, bir kısmını da kürsüye koyduğu kartlara yazmıştı. Büyük cümlelerin, büyük sorunları çözeceği bir dönemde yaşıyorduk. Bu büyük cümlelerin son kelimesine tok bir vurgu yapınca büyük alkış alacağını düşünüyordu.

 

“Değerli Üyeler,

 

Bugün, burada toplumsal düzenimizin selameti için çok önemli bir meseleyi tartışıyoruz. Ferdi çılgınlıkların, toplumun kutsal dengelerini bozmasına katiyetle izin vermemeliyiz.”

 

Vurucu ilk cümleyi söylemişti. Farklılıkları ‘bireysel çılgınlık’ şeklinde kavramsallaştırarak mahkûm ettiğini düşündü.

 

“Bu meclisin duvarlarına sinmiş tarihin sessiz tanıkları da şahit olsun ki; kültürümüzü, ahlaki değerlerimizi ve milli gururumuzu kökünden sarsabilecek, hiçbir eylem ve düşünceye geçit vermeyeceğiz.”

 

Son cümleyi söylerken kendi gurubuna dönmüştü. Beklediği alkış grubun tüm üyelerinin katılımı ile gerçekleşmişti.

 

Biraz vites yükseltmek gerekiyor şimdi.

 

“Şimdi, birileri çıkıp diyor ki: ‘Bırakın insanlar istediği gibi yaşasın!’”

 

İkinci grup sıralarından bir bayan üye “Evet tam da bunu diyoruz” diyerek ilk sataşmasını yapmıştı bile.

 

Grup başkanı; “Hayır efendim, bırakmayız. Ne zaman bıraktıysak başımıza iş açıldı. Önce farklı giyinmeye başladılar, sonra farklı düşünmeye, farklı konuşmaya başladılar. Geriye dönüp baktığımızda millet diye bir şeyin kalmadığını gördük. Böyle olmaz efendim, buna izin veremeyiz.”

 

Alkışlar…

 

“Değerli Üyeler!

 

Biz, tarihin yükünü omuzlarımızda taşıyan bir milletiz. O kadar büyük bir yük ki, bazen bu kürsüde konuşurken bile insanın beli bükülüyor. Ne yapalım? Ceddimizden bize miras kaldı bu duruş. Ama gel gör ki ‘Dik duracağız’ derken bu yük bizi kamburlaştırmış.”

 

İkinci guruptan bazı üyelerin hafifçe gülüşmeleri hatibin dikkatini çekti ve bu tavırdan rahatsız oldu.

 

“Burada milletin davasını konuşuyoruz, siz sorumsuzca bunu kahkaha konusu yapıyorsunuz. Tarih boyunca büyük milletlerin çöküşü, detayları hafife aldıkları anda yaşamıştır. Biz sizin gibi yükü milletin sırtına yükleyip, ağustos böceği misali şarkı söylemiyoruz. Sırtımızdakini siz kambur olarak görürsünüz ama biz onu milletin kutsal yükü olarak taşıyoruz.”

 

Meclis Başkanı, kamburluk metaforundan hoşlanmamıştı. Çünkü durup dururken kendi yaşı da ortaya çıkıyordu.

 

“Değerli üyeler!

 

Bu bir büyük millet meselesidir. Kimdir bu millet, nereye gidiyor diye hiç düşündünüz mü? Biz bunu aklımızdan hiç çıkarmadık. Eğer konuşacağımız konu bütçe tartışması olsaydı, bu kadar önem vermezdik. En fazla birileri zenginleşir, birileri fakirleşir der dururduk. Milletin geleceği, fakirliğimizden ve zenginliğimizden çok daha ehemmiyetlidir.”

 

Cümleleri bitince sağ yumruğunu kürsüye vurarak sözün şiddetini de göstermişti.

 

Alkışlar…

 

“Millet bayraktır, millet türkülerimizdeki sestir, millet kahvehanelerde vatan elden gidiyor kaygısı taşıyan, bayrağı gördüğünde, romatizma ve prostat sancılarına aldırmadan ayağa kalkıp selama duran yaşlı amcalarımızdır.”

 

Prostat kelimesi Meclis Başkanı’nın daldığı noktadan genel kurula dönmesine sebep olmuştu.

 

“Millet bizim bin yıllık tarihimizdir. Millet olmak vatan toprağının bir karışını yabancıya vermemektir. Millet olmak demek, düşüncede tekleşmek, yaşamada tekleşmektir. Yani anlayacağınız tek millet, tek devlet… Tek eşlilik de kanuni bir zorunluluk zaten.”

 

‘Bakıyorum bu kanuni zorunluluktan çok mutlu değilsin’ dedi ikinci grup sıralarından bir kadın üye.

 

Burada üçüncü grubun üyeleri rahatsız olmuştu. Orta sırada bir üye, “Kardeşim millet herkesin bir araya gelmesi ile oluşmaz, onun bir ruhu vardır” dedi.

 

“Tam da bunu diyoruz biz!” diyerek konuşmasına devam etti hatip. “Kanunların içindeki geleneklerimiz, töremiz onun ruhudur.”

 

“Değerli üyeler,

 

İşte bunun için görüşmekte olduğumuz kanun teklifi çok mühim. Kanunun müeyyide içeren maddelerine bakıldığında geleneksel ceza yöntemimiz olan darp etme artık ceza kanunumuzda yer alacaktır.”

 

Bu arada bağlantısız üye; “Yahu kardeşim sizin dövmek ve sövmekten başka bir yönteminiz yok mudur?” diyerek sataştı. Bu, hatibi sinirlendirmişti. Ama tek başına olan bu kişiyi muhatap almak da istemiyordu. Sadece sert bir bakışla tavrını göstermişti. Bu arada kendi grubundan birkaç kişi ayağa kalkıp bağlantısız üyeye yöneldi. Araya ikinci grup üyeleri girdi.

 

Hatip kaşlarını çattı. Bir an kürsüye vurmayı düşündü ama zaten yeterince vurmuştu. Bir kez daha vurmak işin ciddiyetine gölge düşürürdü.

 

“Beyler biz düzen kuruyoruz. Kutsal Ergenekon ırmağından süzüle süzüle bu topraklara gelen fikirler bu toplumu inşa etti. Bu düzeni yıkmak için yapılan dahili ve harici müdahalelere karşı her türlü cezayı uygularız. Geleneksel ceza yöntemimiz de erken sonuç almak içindir.”

 

Meclis Başkanı tedirgin olmuştu. Hatip bağlantısız üyenin genel kuruldan çıkarılmasını istedi. Ortalık gerginleşiyordu. Başkan yanındaki kâtip üyelerle istişare ettikten sonra genel kurulda bir ara karar alacağını söyledi.

 

Ara karar:

 

Meclisin mehabetine yakışmayan tutum ve davranışlarından dolayı bağlantısız üyenin genel kuruldan çıkarılmasına karar verildi. Tefhimle kapalı oturuma devam edildi.

 

Bağlantısız üye, bu kararlara alışkın olduğu için idare amirlerinin ikazına ihtiyaç duymadan kapıya doğru yöneldi.

 

Bu arada ikinci gurup üyelerinden “Ya sev ya terk et!” sloganları yükseldi.

 

Bu sloganalar üçüncü grup üyelerini oldukça rahatsız etmişti. Orta sıralardan, orta yaşlı bir üye, orta şiddette bir tonla “Kimi kimin ülkesinden kovuyorsunuz kardeşim. Siz geldiğinizde biz zaten buradaydık” dedi.

 

Meclis Başkanı tartışmayı büyütmemek için dördüncü grup başkanına sözlerine devam etmesini söyleyip sadece genel kurulu muhatap alması yönünde ikazını da yaptı.

 

“Teşekkür ederim değerli Başkan” diyerek konuşmasına kaldığı yerden devam etti.

 

“Şimdi birileri çıkmış, insan hakları adına herkes kendi yerel kıyafetleri ve tercihleri doğrultusunda giyinip kuşansınlar diyor. Sanki ülkede tekstil sıkıntısı var, her yer çıplaklar kampına döndü. Gökkuşağı renkli bayraklar altında korsan sloganlar atıyorlar. Bizim yerli ve milli kıyafetlerimizin neyi eksik ki böyle bir arayış içine giriyorlar.”

 

Üçüncü gruptan genç bir bayan üye; saçları küt kesilmiş, esmer ötesi siyah tenli, salaş kıyafetleriyle ayağa kalkıp “Sayın hatip, bu cinsiyetçi bakışınızdan dolayı sizi kınıyorum. İnsanları kategorize ediyorsunuz” dedi.

 

“Biz kategorize etmiyoruz, milli kimliğimizi yaralayan tutum ve davranışları cezalandırıyoruz. Bazen yargıda geciken adaleti biz teşkilatlarımızın kısıtlı imkânları ile gideriyoruz.”

 

Küt saçlı kızın yanındaki bıyıkları ağzına dökülmüş, kirli sakallı üye kibar bir dille; “Sayın hatip, benim bir kardeşim dağda devlete savaş açmış, bir kardeşim onu dağdan indirmek için askere yazılmış, bir amcam müteahhit, diğeri mücahit, hatta ve hatta dayımın oğlu travesti.” (Gülüşmeler…) “Bu insanların tercihlerini biz yargılayamayız ki…” dedi.

 

İkinci gruptaki bayan üye; “Siz bireyin özgürlüğüne ket vurmaya çalışıyorsunuz. Düzen dediğiniz şeyin içinde nefesimiz kesiliyor. Şimdi de nefessiz kaldığımız bu ortamda dayağı ceza diye yasalaştırmak istiyorsunuz” dedi.

 

Hatip devamla;

 

“Özgürlük dediğiniz şeyin fazlası baş döndürür, başı dönen insanın nefesi daralır ve ayakta kalamaz, tökezleyen insan düşer. Biz bu milletin düşmesine müsaade etmeyeceğiz.”

 

Meclis Başkanı, yükselen tartışmayı izlerken, bu sözlerin kendi sorununu çözmediğini düşündü. Üyeler, bireysel çılgınlıklarını tartışırken, bedeni ona çok daha önemli bir meseleyi hatırlatıyordu. İnsan hangi önemli makamda ne kadar kudretli olursa olsun mesane kendisine ayrıcalık tanımıyordu.

 

Genel kurulda uğultular yükselmişti. Şimdi Başkan hatibin konuşmasını tamamlamasını istedi.

 

“Teşekkür ederim Sayın Başkan, biz bu yasayı destekliyoruz. Ferdi çılgınlıklara karşı yasalarımızla, teşkilatlarımızın gücü ile sonuna kadar mücadele edeceğiz. Bu konuda engelleri kükremiş sel gibi yıkıp aşacağız. Üyelerimizi saygıyla selamlıyorum.”

 

Alkışlar…

 

Dördüncü grup bir askerî disiplinle ayağa kalkmış, grup başkanının kendilerine doğru gelişini gururla karşıladı.

 

Meclis Başkanı, bu aşamanın kendisi açısından sorunsuz geçtiğini düşündü.

 

Artık birleşime ara verebilirdi.

 

“Sayın üyeler, çay ve ihtiyaç molası için birleşime on beş dakika ara veriyoruz. Çaylar meclis idaremizin ikramıdır. Afiyet olsun.”

 

Meclis Başkanı, mesane baskısının azgın dalgaları arasında, kısmen huzur ve sükûnu temin etmiş, mukaddes vazifenin birinci oturumunu bitirmişti. Yavaş adımlarla genel kurulun arkasındaki lavaboya doğru yönelmişti. Otoritesini korumak adına, koridordan lavaboya doğru yürürken hafifçe kaşlarını çatarak, sanki derin bir devlet meselesi üzerinde düşünüyor hissi yaratmak istiyordu. Ama kimsenin bilmediği, sadece kendisinin bildiği gerçek ise bireysel bir çılgınlık yapacak olan idrarın mesanenin duvarlarını aşındırarak istenmeyen sonuçlara doğru yol almasıydı.

 

Derin bir oh çekti.

 

Yüzünü yıkayıp, odaya döndüğünde, kâtip üyeler çaylarını yudumluyorlardı.

 

Meclis Başkanı koltuğuna yaslandı. Kendisi için masaya konulmuş çayın tahrik edici buharı, zihnini bulanıklaştırdı. Suyundan bir yudum aldı. Tamamını içmeyerek sadece boğazını ıslatmakla yetindi. Yıllarca çayın o efkârı çoğaltan atmosferini yaşamış bir insan olarak, şimdi kontrollü bir çay içme seremonisi canını sıkmıştı.

 

Kâtip üyeler, ikinci çaylarını içerken, cep telefonlarında sosyal medya gezintisi yapmaya başlamışlardı. Başkan, gerçeklikten kopmuş bu gençleri, asli ve ulvi vazife alanına çekmek istiyordu:

 

“Arkadaşlar, ikinci oturumu birazdan başlatacağız. Ancak, biraz hassas davranıp, tartışmaların uzamaması için birlikte çaba sarf edelim. Çünkü bugün bu kanunu oylayıp çıkarmalıyız” dedi.

 

Sonunda Başkan önde, kâtip üyeler arakasında uygun adın genel kurulun kapısına doğru yönelmişlerdi.

 

İKİNCİ OTURUM

 

İlk oturumun ardından, genel kurul salonunda ağır bir atmosfer oluşmuştu. Dışarıdan bakıldığında bu atmosfer, milletin kaderine ilişkin önemli kararlar alınacağı taşınacak yükün ağırlığından zannedilirdi. Oysa alınacak karardan çok, şimdi konuşacak olan üçüncü grup başkanının nasıl bir tartışma yaratacağı ve bu tartışmalar esnasında kimin kendisini nasıl göstereceği kaygısıydı.

 

Kâtip üyeler de yerlerini almıştı. Küt saçlı stenograf salona girmekte geciktiği için, Meclis Başkanı’nın sert bakışları altında yüzünü gizleyerek kürsünün önündeki yerine oturdu.

 

Meclis Başkanı, üçüncü grup başkanını kürsüye davet etti.

 

Grup başkanı, yerinden kalkıp, dudaklarını kapatan bıyıklarını eliyle sıvazlayarak ağır adımlarla kürsüye yöneldi. Yakın gözlüğünü takıp önündeki notlara göz ucuyla baktıktan sonra mikrofonu düzeltti. Şimdi kendisini, yapacağı konuşmayı tarihin bir cilvesi olarak görüyordu. Yıllar önce önderlik tarafından özeleştiriye tabi tutulmuş, sonrasında gösterdiği üstün performans sonucu grup başkanlığına getirilmişti.

 

Gözlerini kısarak salonu süzdü.

 

“Bugün burada bir yasa teklifini değil, tarihsel bir dönüşümü tartışacağız.”

 

Salonun yumuşak koltuklarına gömülmüş üyelerin yüzlerinde, tarihsel dönüşüme odaklanmış bir ifadeden çok, bir türlü genel kurula layık görmedikleri bu adama karşı öfke hâkimdi.

 

“Biz, cinsiyet eşitlikçi, özgürlükçü, ekolojik bir demokrasi paradigmasından söz ediyoruz. Bu paradigma; bireyin özgürlüğü ile toplumsal ortaklaşmayı sentezleyen bir süreçtir.”

 

Bağlantısız üye; “Bu dediğin şeyden sen de bir şey anlamıyorsun ama ezberin kuvvetli” diye sataştı.

 

Birinci gruptan bir üye arka sıralardan “Sayın Başkan tercüman isteyelim mi?” diye sataştı.

 

Meclis Başkanı, hafifçe öksürdü; “Muhterem üyeler hatibi dinleyelim!” diye ikazını yaptı. Belli ki fazla enerji sarf etmek istemiyordu. Çünkü enerji sarf ederek meclisi idare etmek mümkündü, ancak, enerjinin yukarıdan aşağıya doğru baskı yapması sonucu idrarın idaresi büyük bir sorundu.

 

Sataşmalar durunca hatip tekrar kaldığı yerden devam etti:

 

“Bakın arkadaşlar, bir yasa çalışması iradeleşme sorunudur. Bireyin kendini aşarak toplumsal özneleşmeye evrilmesi, kararlaşma süreçlerini radikal demokrasi ile bütünleştirmesi, nihayet pratikleşme alanında gerçek özgürlüğe kavuşmasıdırç”

 

“Siz meydanı boş buldunuz, isyana teşvik ediyorsunuz” dedi, dördüncü grubun orta sıralarından bir üye. Sağ elini havaya kaldırarak, “Unutmayın ki, teşkilatlarımız her an görev başındadır.”

 

“İşte özneleşememiş bir bireyin yuvarlak kafasının meseleye bakışı bu. Tehdit, sövme, varoluşu engelleme” dedi hatip.

 

Yuvarlak kafa metaforu, dördüncü grubu oldukça rahatsız etti. Birkaç üye homurdanarak yerlerinden kalkıp kürsüye yönelmek istedi. Grubun başkanı arkadaşlarını engelleyerek şimdilik kavganın önünü kesmişti.

 

Salonun yaşadığı bu kısa gergin atmosfer; birinci grubun orta yaşlı bir üyesinin söze girmesi ile dağıldı. Lacivert takım elbisesi içine giymiş olduğu kareli gömleğin içinde çok renkli kravatı ile sabah boyanmış saçlarını bademyağı ile parlatmış, gür sesiyle orta sıradan bağırıyordu:

 

“Yahu mıllet ac ac!

 

Söze güçlü bir giriş yaptığını düşündü. Buradan devam etmek istiyordu: “Bizin melmekette herkes kendi derdine düşmüş, siz bu turistleri alıp getiriyor oraya. Mıllette ehlak koymadılar. Bir kere üç E önemlidir. Eğitim, Ekonomi, Ehlak. Bu turistler çiplak çiplak bizim oralarda dolaşıyor, Millettin ehlakını bozuyor. Bi de, bızın orda taşlar vardı, biz onları kırıp getirip dıvarlarımızı yapıyorduk. Son zemanlarda cenderme orayı çevirmiş kimseyi bırakmıyor. Turistler gelip orda çiplak çiplak foturaf çekir.”

 

“Yahu başkan, neden bu adamın kendi dilinde konuşmasına izin vermiyorsunuz ve biz bu komediyi yaşıyoruz” dedi bağlantısız üye.

 

Salondan kopmuş olan başkan, kendisine yönelik bu talebe karşılık:

 

“Muhterem üye, biliyorsunuz o bilinmeyen bir dil.”

 

“Sanki bu konuştuğu çok bilinen bil dil de” diye mırıldandı bağlantısız üye.

 

Küt saçlı stenograf Meclis Başkanı’nın olduğu kürsüye dönerek: “Başkanım ben o bilinmeyen dili biliyorum. Tercüme edebilirim” dedi.

 

Başkan buna çok sinirlendi, kaşlarını çatarak “Sus be kızım bir de seninle uğraşmayalım” dedi . Zaten hem bedeni ile hem de üyelerle yeterince uğraştığını düşünüyordu.

 

Küt saçlı stenograf ilk kez kendi ana dilinde, bir tercüme yapma bahtiyarlığı yaşayacağını zannettiği anda işittiği azar yüzünden yanakları kızarmış, başını önüne eğerek görevine devam etmişti.

 

Birinci grubun üyesi, kendi şahsı etrafında gelişen bu tartışmalardan rahatsız olmuş, bu tartışmayı başlatan bağlantısız üyeye sert bir bakış atarak asıl can alıcı teklifini yapmıştı.

 

“Sayın Başkan, bizın bölge turistlere kapatılsın.”

 

Yan sıralardan kıkırdamalar oldu.

 

Bu absürt teklif birinci grup başkanını çok kızdırmıştı. Yerinden kalkıp, arkaya dönerek kendi üyesine el işareti ile ‘Otur!’ anlamında el hareketi yaptı. Bunun ne anlama geldiğini üye çok iyi biliyordu. Grubun iradesi dışında yapılan bu tür teklifler bir tür disiplinsizlikti ve bunun yaptırımı da bir dahaki dönemi gözden çıkarmaktı. Bunu bildiği için yavaşça yerine oturdu ve koltuğa gömülerek kendi görüntüsünü kaybetmeye çalıştı.

 

Kürsüdeki üçüncü grup başkanının konsantrasyonu bozulmuş, Meclis Başkanı’na dönerek “Sayın Başkan devam etmek istiyorum. Lütfen sükûneti sağlayın” dedi.

 

Meclis Başkanı bu talimat gibi talep hoşuna gitmese de görevinin bu olduğunu düşünerek, elindeki tokmakla kürsüye iki kez vurdu.

 

“Buyurunuz efendim. Lütfen genel kurula hitap ediniz.”

 

“Sayın üye, bahsettiğiniz ahlak kavramı, kültürel ve toplumsal inşaların bir sonucu değil midir? Yani değişime direnmek yerine, bu dönüşümü anlamaya çalışmak gerekmez mi? Siz yasakçı zihniyetsiniz. Değişim sizi ürkütüyor. Bakın getirdiğiniz yasa teklifi dayak öneriyor, sürgün öneriyor. Özgürlük ve demokrasi için mücadele eden her özne, kaçınılmaz olarak bir dönüşüm yaşar. Burada pratikleşme başlar. Bunu anlamayan siz muktedirler tarihin yanlış tarafında duruyorsunuz.”

 

“Siz de gökkuşağı renkleri altında eylemler yaparak insan neslini kuruttunuz. Bu mudur tarihin doğru tarafı?” dedi bağlantısız üye.

 

Ortam yeniden ısınmaya başladı. Meclis Başkanı, başını iki eli arasına alarak içinden ‘ya sabır’ çekti. Hiçbir grubu temsil etmeyen bu üyenin ikide bir konuşmalara karışması, tartışmanın fitilini ateşliyordu. Ama her oturumdan da uzaklaştırmak, onu buraya taşıyan iradeye saygısızlık olurdu. Bunu yapmayarak kendisi de tarihin doğru yerinde durmak istiyordu ama mesane kendisi ile aykırı yerde durmakta ısrar ediyordu.

 

“Tarihin doğru yeri teröristle kol kola olmak mıdır?” dedi, birinci grubun üyelerinden biri.

 

Her zaman bu suçlama ile karşı karşıya kalan grup başkanı sinirli bir şekilde birinci gruba dönerek:

 

“Sizin sorununuz ne biliyor musunuz? Siz teröristi yakalayamayınca, yakaladığınıza terörist diyorsunuz. Bu faşist zihniyetle mücadelemiz devam edecek. Kanun teklifinize sonuna kadar hayır diyoruz.”

 

Genel kurul birden hareketlendi. Birinci ve dördüncü guruptan bazı üyeler kürsüye yöneldi. Diğer üyeler de masalara vurarak protestolarını ortaya koydular. Kesif bir uğultu salonu kaplamıştı. Stenograflar hızlı hızlı bu uğultu arasında yükselen küfürleri kayıt altına alıyordu.

 

Meclis Başkanı’na fırsat doğmuştu. Şimdi, gözlerinde lavabonun kapısı parladı. Hemen tokmağı eline aldı. En sevdiği cümleyi söyledi:

 

“Muhterem üyeler, birleşime on dakika ara veriyorum.

 

Çay ikramını söylemeyerek bu tavrı cezalandırdığını ortaya koymuştu.

 

Meclis Başkanı, aranın verilmesi ile vakur ama hızlı adımlarla kapıya yöneldi. Özgürlükçü paradigmalar, bireyin özneleşmesi, yasa teklifleri, kavgalar, gürültüler… Bunlar bekleyebilirdi ama bekleyemeyen şeyler vardı.

 

Koridordan geçerken, ‘meclis iradesi mi, mesane iradesi mi?’ diye düşündü. Aslında irade denilen şey fizyolojik bir tahammül meselesi olabilir mi? Demokrasi de temelde tahammül rejimi olsa gerek.

 

Tuvalete girdi. Hafif bir rahatlama hissi ile gözlerini kapadı. Ama idrarı kekeme bir insanın kelimeleri zorla çıkarması gibi kesik kesik akıyordu. Demokrasinin özü de belki de buydu; baskı artar, gerilim tırmanır ama sonunda kesik kesik de olsa bir tahliye mekanizması devreye girer.

 

Elini yüzünü yıkadı. Aynada, gözlerinin altındaki morluklara şişlikler eklenmişti. Tüm bu eziyetler, ulvi bir sorumluluk bilinci adına mı yoksa görünür olmaktan uzaklaşmanın getirdiği yalnızlık korkusu adına mı çekiliyordu? Ama her şeyden öte meclis koridorlarında portreleri asılı olan o tarihi kişiliklerin ardına dizilmenin kışkırtıcı cazibesi bütün kaygılarını yok ediyordu.

 

Yüzünü kurulayıp odaya döndü. Oda yorgun bir bürokrasinin derin izlerini taşıyordu. Başkan içeri girdiğinde kâtip üyeler ayağa kalktılar.

 

“Bu oturumda kim konuşacak?” diye sordu. Kâtip üyelerden biri “İkinci grup başkanı” diye cevapladı. Bu oturumun da zorlu geçeceğini biliyordu Başkan. Zira ikinci grup başkanı bayan kaprisli ve öfkeli tavırları ile meclisi gerebilirdi. Kâtip üye; “Siz isterseniz, bunu biraz kısa tutabiliriz” dedi. Başkan, bunun salt kendisini rahatlamaya yönelik bir cümle olarak kurulduğunu biliyordu. Zira müzakere denen şeyi usulüne göre işletmek gerekiyordu.

 

Genel kurulun kapısı, bir kez daha tahammül sınırları içinde çalışmaya devam etmek için açıldı.

 

ÜÇÜNCÜ OTURUM

 

Oturum, pirinç avizeler altında, ilerlemiş zamanı gölgeleyen tarihin puslu sisleriyle açılmıştı. Üyelerin yüzlerini ciddiyete boyayan oturumların ilk dakikaları bir tür tiyatro makyajına dönüşüyordu. Meclis Başkanı, sağındaki ve solundaki kâtip üyelere bakarak ikinci grup başkanını kürsüye davet etti.

 

“Buyurun Sayın Başkan”

 

Genel kurulun tek kadın grup başkanı olan ikinci grup başkanı, kendinden emin bir şekilde masasındaki notları alıp kürsüye doğru yürüdü. Kendince bu yürüyüş, mücadelesini verdiği çağdaş medeniyet tarihini temsil eden kısa ama yorucu maratondan başka bir şey değildi. Çünkü; kendisini sadece ‘aydın’ değil, ‘son aydın’ olarak görüyordu. Üzerindeki lacivert ceket, içindeki beyaz gömlek ve boynuna fiyonk şeklinde bağladığı pembe fular, sarıya boyadığı saçlarına değişik bir hava katmıştı. Omuzlarını dik tutarak, bu ülkenin gerçek sahibi olduğunu göstermek istiyordu. Sol yakasındaki kurucunun rozeti genel kurula vermek istediği en önemli mesajdı.

 

Kendi grup üyeleri başkanlarını dikkatle dinlemeye hazırlanırken; aralarından bazıları ise cep telefonları ile kapalı toplantıyı canlı yayınla açık hale dönüştürme hazırlığı yapıyordu. Diğer grup üyelerinin bir kısmı, bakışlarını telefonlarına gömmüş durumda; son dakika haberlerine bakıyor, cevapsız çağrılarına mazeret mesajı çekiyor, bazıları da elinde kalem çevirirken, ülkenin bütün dengesini o kalemin ucunda görüyordu.

 

Mikrofonun önünde durdu. Elindeki notları masaya bıraktıktan sonra göz ucuyla tüm üyeleri tepeden süzdü.

 

Başkan, telefonla canlı yayın yapmak isteyen bir kısım üyeyi usul çerçevesinde uyarıp, telefonlarını kapatmalarını istedi. Bu durum ikinci grup üyelerinin hoşuna gitmese de bir yaptırımla karşı karşıya kalmak istemediler.

 

Ama grup başkanlarına desteklerini daha konuşma başlamadan ayakta alkışlayarak gösterdiler.

 

“Sayın Başkan, değerli üyeler;

 

Bazılarınızın gözlerinde o meşhur otoriterleşme hevesi parıltıyı görüyorum. Bunu nereden mi biliyorum? Tarih kitaplarından değil, sizin bize yaşattıklarınızdan biliyorum.”

 

Meclis Başkanı’nın kaygıları artmıştı. Böyle bir giriş cümlesi, genel kurul atmosferinin gerginleşeceğinin işaretiydi. Özellikle birinci grup sıralarında homurdanmalar başladı.

 

Devamla:

 

“Bakınız kurucu önderimiz bu memlekette devrimleri gerçekleştirdiyse ‘siz istediğinizi yapasınız’ diye değil, ‘çağdaş uygarlık ailesine katılalım’ diye yaptı. Ama siz çağdaşlaşmanın önüne ‘darp etmek, sürgün etmek, aykırı sesleri susturmak’ gibi yasal düzenlemelerle engel oluyorsunuz. Buna izin vermeyeceğiz!”

 

İkinci grup tekrar ayakta alkışladı.

 

Birinci grupta öfke yükselmişti. ‘Her şey milletimizin huzuru ve refahı için. Siz bunu anlamazsınız. Sizin millet diye bir derdiniz yok. Bu millet size rağmen yoluna devam ediyor’ şeklinde sataşmalar Başkan’ın konsantrasyonunu bozamamıştı.

 

Tempoyu yakalayan grup başkanı, sataşmalara meydan vermemek için kaldığı yerden devam etti.

 

“Şaşarım sizin aklınıza. Soruyorum size, bu kanun çıkarsa en çok kim huzur içinde olacak? Halk mı, yoksa eline sopa verdiğiniz insanlar mı? Yüce önderimizin dediği gibi ‘Özgürlük ve bağımsızlık bu milletin karakteridir’. Bu tarih kitaplarında yazılı kalsın diye mi söylendi? Kusura bakmayın biz bu mirası çiğnetmeyeceğiz.”

 

Birinci grubun bulunduğu sıralarda homurdanmalar yükseldi. Bir üye gözlüğünü çıkarıp, masaya sertçe koydu. Bir diğeri, ‘Bunlar hâlâ aynı berberde tıraş oluyorlar’ şeklinde mırıldanarak, rahatsızlığını ortaya koydu. Dördüncü gruptan bir üye ise önündeki telefonuna eğilerek, öfkesini taşıyacak bir omuz arar gibiydi.

 

Hatip biraz duraksadı. Ama bu duraksama düşüncelerini toparlamak için değil, kendisini anlamayan bu insanlara küçümseyerek bakmak içindi.

 

Küçümseyici bir ifadeyi ele veren bakışla; “Beni susturamazsınız!” dedi.

 

Meclis Başkanı’nın “Lütfen hatibi dinleyelim!” ikazı, ‘Bırakın konuşsun, bir an önce bitirelim’ anlamında bir çabaydı. Doktorunun, ‘Fazla oturmayın, çünkü mesanede baskı artar’ dediği saatler yaklaşıyordu.

 

Hatip, genel kurula gelmeden sabah saatlerinde orman çiftliğinin efsunlu havasını almış, zihnini başucu kitabıyla berraklaştırarak gelmişti. Oradan ezberlediği cümleleri, bu yasa teklifini getiren grup üyelerinin beynine saplamak istiyordu.

 

“Sayın üyeler ve ekranları başında bizi izleyemeyen değerli halkım!”

 

Kendi grup üyelerine adeta bir yolunu bulun da konuşmamı canlı aktarın diyordu. Ama Meclis Başkanı’nın oturum başındaki ikazı, kendisini bu imkândan mahrum etmişti.

 

“Bu yasa teklifi sadece bireylerin yaşam alanlarını kısıtlamıyor, aynı zamanda düşünmeyi, sorgulamayı, hatta nefes almayı bile tehdit ediyor. Buradan ilan ediyorum, yüce önderimizin izinden yürüyen bu halk, yaşam tarzını size teslim etmeyecektir.”

 

İkinci grup dışında, diğer grup üyeleri, bu bildik retoriğe tepki olarak, kimi saati ile oynayıp, kimi telefonlarını karıştırarak, kimi de ikili sohbet ederek tavır gösteriyorlardı.

 

Hatip bu dikkat dağınıklığını görünce ses tonunu birden yükseltti.

 

Aniden ses yükselince küt saçlı stenograf irkilerek bu konuşmayı büyük harflerle mi yazmak gerekir diye içinden geçirdi.

 

“Bakın, sayın üyeler! Yeminleriniz ve antlarınız sizin için bir şey ifade etmiyor olabilir. Ama biz bu ülkenin aydınlık yüzünü temsil ediyoruz. Ant içtik ve yüce önderimizin izinde bu halkla beraber asker olarak yürümeye devam edeceğiz.”

 

Bağlantısız üye, hafifçe koltuğuna yaslanmış, kaşlarını kaldırarak dinliyordu. Bu bayat ve fazla klasik olan ikinci grubun değişmez retoriği canını sıkmıştı. Tam zamanının geldiğini düşünerek; “Siz bu cenazeyi daha ne kadar sırtınızda taşıyacaksınız. Bir türlü gömemediniz gitti.”

 

İkinci gruptan bazı üyeler ani bir hareketle ayağa kalktı. Yanındaki diğer üyeler engellemeye çalıştı. Grup başkanının eli kürsüdeki bardağa uzanırken titriyordu. Gözlerini kısarak kurşun hızında sert bir bakışla bağlantısız üyeye baktı. Sesi kızgınlıktan titrek bir hal almıştı: “Kimden ve neden bahsettiğinizi biliyorum. Ama sizin cehaletiniz onu anlamanın önünde en büyük engel.”

 

Cehaletle itham edilmek, bağlantısız üyeye yeni bir konuşma alanı açmıştı. Zaten bir gruba mensup olmadığı için kürsüde hiç konuşma imkânı bulamamıştı. Ama bu tür imkânlar kendisi için arayıp da bulamadığı bir fırsat alanı açıyordu: “Sayın Başkan gerçeklerle yüzleşmek gerek. Sizin ideolojiniz terakkiye engel. Çünkü siz anakronik yaşıyorsunuz. Kibriniz ve üstenci bakışınız milleti anlamaya engel oluyor. Bu nedenle millet sizi hiç sevmedi.”

 

Bu sözler üzerine, ikinci grubun üyeleri ayağa kalkmıştı. Bir üye sol elini kaldırarak “Sen ne saçmalıyorsun ve yüce önderimiz hakkında böyle konuşuyorsun” diye bağırdı.

 

Birinci grup üyeleri bu tartışmadan uzak durmayı kendilerine kazanç sayıyordu. Sadece birbirlerine bakıp gülümsüyorlardı.

 

Meclis Başkanı; “Muhterem üyeler lütfen sükûneti sağlayalım” diye ikazını yaptı. Hatibe de “Siz de genel kurulu muhatap alınınız efendim” dedi.

 

Bu arada bir grup üye bağlantısız üyenin etrafını çembere almış bağırıyordu.

 

Stenograflar ellerindeki kalemleri bırakıp, olayı izlemeye koyuldular.

 

Önce bir bardak su bağlantısız üyenin yüzünü yıkadı. “Senin ağzını yıkamak lazım” dedi biri. Ardından bir yumruk bağlantısız üyenin suratında patlamıştı. Yere yıkılan üyeye ve kanayan burnuna birinci grup üyelerinin yardımı yetişti.

 

Meclis Başkanı oturduğu kürsüden hafifçe doğruldu, prostatındaki kısmı rahatlık bileğine de güç kazandırmıştı. Tokmağı üç kez vurdu.

 

“Birleşime on dakika ara veriyorum.”

 

Meclis Başkanı odasına doğru ilerlerken, koridordaki floresan lambanın ışıkları kafasının içinde birer sorgu lambası gibi yanıp sönüyordu.

 

Her aradan sonra her zamanki durak yeri olan tuvalete yönelmişti.

 

İnsanlık haliydi.

 

Ama o bir başkandı. İnsanlıktan münezzeh olması beklenirdi.

 

Kapıyı kapattı. Aynaya baktı.

 

Aynadaki yüz, hayallerine ve düşüncelerine ihanet etmişti; zamana kırgındı, mevkiine kırgındı, en çok da mesanesine kırgındı.

 

‘Yani bir insan, sadece birkaç damla su için bu kadar küçük düşer mi?’ diye düşündü.

 

Hayır, mesele idrar değil, zamanın akışına karşı koyamamaktı.

 

Kâtip üyeler içeri girdiler.

 

Biri, yumruk olayından söz ederek: “Efendim, burnu kırılmamış ama… kan fena aktı.”

 

Meclis Başkanı başını salladı:

 

‘Kan… kan her zaman akar. Çünkü, o kan bedenin değil kaderin sızdırdığı bir sırdır’ diye belli belirsiz mırıldandı.

 

Kâtipler sustu.

 

Çünkü kimse, Meclis Başkanı’nın bu yarı mistik, yarı mesaneden boşalmış metaforlarına alışamamıştı.

 

Diğer kâtip üye, çayından hızla son yudumu alıp masaya doğru yaklaştı.

 

Fısıldayarak:

 

“Efendim yeni oturuma sadece birkaç dakika kaldı.”

 

Oturum; zamanın diz çöktüğü bir andır. Her oturum, görünmeyen bir meclisin toplanmasıdır. Düşüncelerin sıraya girdiği belleğin bir sandalyede yerini aldığı, hakikatin kapısının aralanacağı sessiz bir törendir aslında.

 

“Evet başlayalım” dedi Başkan.

 

DÖRDÜNCÜ OTURUM

 

Genel kurul salonunun kendine has sessizliği vardı. Üyeler askerî bir disiplinle gruplara tahsis edilmiş yerlerine oturmuşlardı. Önceki yumruğun tesiri bütün üyelerin yüzlerinde mahcup bir gölge gibi duruyordu. Salona dökülen her damla kan geçmişle gelecek arasına set çeken bir mühür gibiydi.

 

Bağlantısız üye, peçete ile burnunu sarmış bir şekilde arka sırada yerini almıştı. Ama hâlâ kelimelerle savaşma arzusu gözlerinden okunuyordu.

 

İkinci grup üyeleri kendi aralarında konuşuyorlardı. Birinci grup üyeleri ise onlara bakarken ‘Çağdaş medeniyetten söz eden bu insanlar, kendi tabularına yönelik en küçük bir eleştiride, nasıl ilkelleşiyorlar!’ diye düşünüyorlardı.

 

Diğer gruplar tokmak sesini bekliyordu.

 

Çünkü tokmak, bu salonda, kutsal bir çağrının ritmiydi.

 

Tokmak sesi suskunluğa çağrıydı.

 

Meclis Başkanı, aynadaki görüntüsünde kalmıştı: ‘Acaba, zaman nerede duracak, uykuda mı, koltukta mı, tuvalet molasında mı?’

 

Tokmağı indirdi.

 

Keşke bazı fikirler idrar gibi boşaltılabilseydi’ diye içinden geçirdi. Ama biliyordu ki; ‘Bazı fikirler taş gibiydi ve bu salonun duvarları o taşlarla örülüydü.’

 

Bağlantısız üye, hemen ayağa kalkarak söz istedi.

 

“Efendim ben kürsüde konuşmak istiyorum” dedi.

 

Meclis Başkanı tüzük gereği gruba dahil olmayan üyelerin kürsüde konuşma hakkının olmadığını biliyordu. Ama bir önceki oturumda şiddete maruz kalmış bir üyenin kendini ifade etmesini engellemenin de onun arkasındaki mili iradeye haksızlık olacağını düşündü.

 

İki yanında bulunan kâtip üyelerle fısıltı şeklinde konuştu.

 

Ve kararını verdi.

 

Ara karar:

 

“Muhterem üyeler, herhangi bir gruba mensup olmayan üyelerin, tüzük gereği kürsüde konuşma hakkı yoksa da bir önceki oturumda yaşanan elim olaydan dolayı istisna olarak bağlantısız üyeye söz verilmesine karar verildi, tefhimle kapalı toplantıya devam olundu.”

 

“Buyurun efendim.”

 

Bağlantısız üye kürsüye ağır adımlarla yürüdü.

 

Başkan göz ucuyla ona bakarken, bir önceki oturumda gördüğü burun ile şimdi gördüğü burnun farklı şeyler söylediğini düşündü. Nefes alırken içeri gönderdiği oksijen, intikam hırsına bürünüp hızlı hızlı dışarı çıkıyordu.

 

Kürsünün önünde, burnu nefes alırken, beyninde patlayacak bir yanardağın kızgın lavları kaynamaya başlamıştı.

 

“Sayın Başkan, değerli üyeler ve burnuma müdahale etme hakkını kendinde gören milli öfke erbabı…!”

 

Hitap, birinci ve üçüncü grupta gülüşmelere neden olmuştu.

 

“Ben burada kesin inançlarınızla yüzleşmeniz için bir düşünce söyledim. Evet sesim biraz tiz olabilir ama sesin frekansını ayarlamak yerine, hoparlörü yumruklayan bir anlayışla karşılaştım.

 

Beni dövdünüz ama dövemediniz. Çünkü düşüncelerime yumruklarınız isabet etmedi. Yine söylüyorum; eğer sırtınızdaki tabutları ait olduğu yere bırakmazsanız, mezarlıkta yaşamaya devam edersiniz.”

 

Meclis Başkanı içinden; ‘Ya sabır… Yine başladı…’ diye geçirdi.

 

Hatip bu kez birinci grup sıralarına dönerek:

 

“Siz nizam diyorsunuz, ben size vicdan diyorum. Siz vatan diyorsunuz, ben size insan diyorum. Getirdiğiniz kanun dayak öneriyor. Bakın daha kanun çıkmadan ilk uygulamasını bende yaptılar. Bu mudur sizin yönetme şekliniz?”

 

Üçüncü gruptan biri yanındaki üyenin duyabileceği şekilde “Adam konuşmalarına iyi hazırlanıyor” dedi. Bu grubun diğer üyeleri de konuşmaya dikkat kesilmişti.

 

Birinci grup üyeleri ise kendilerini vicdan sorgulamasına götüren bu sözlerden etkilenmemek için beyinlerini çelik duvar korumasına almışlardı.

 

Dördüncü grup üyeleri, teşkilat ve lider disiplininden uzak bu düşüncelerin genel kurul salonunu zehirlediğini düşünüyordu.

 

Hatip, bulunduğu kürsüden herkesin düşüncelerini okumuştu sanki. Konuşmasını kendi siyasi serüvenini anlatarak bitirmek istiyordu.

 

“Ben buraya gelebilmek için uzunca bir süre bütün cenazelerde ölü sahipleriyle birlikte ağladım. Tanımadığım bütün düğünlerde, bazen erkek tarafı, bazen de kız tarafı görünerek halaylar çektim. Sabahın erken saatlerinde hiç alışveriş yapmadığım esnafların kapısını onlarla beraber açtık. Kaldırımlarda yürürken, karşılaştığım her insanla ayrı ayrı tokalaşıp, yakınlık kurmaya çalıştım. Ve gün gelip seçildiğimde baktım ki; tanımadığım çoook sayıda akrabam varmış…”

 

“Biz senin hikâyeni dinlemek zorunda mıyız?” dedi dördüncü gruptan bir üye.

 

“Lütfen toparlayınız…” dedi Meclis Başkanı.

 

Hatip, tahammül sınırlarını zorlamamak için son cümlelerini söylüyordu.

 

“Beni susturmak isteyenler şunu bilsin ki, benim düşüncelerim sizin çelik duvarlarınızı delmese de kulak zarınızı patlatır.”

 

Meclis Başkanı, hızla teşekkür ederek bağlantısız üyeyi yerine göndermek istiyordu. Üye kürsüden ayrılırken, ikinci gruba dönerek; “Sol burun deliğim kapalı olsa da zihnim açık” diyerek sataşmasını da yapmıştı.

 

Vakit daralıyordu.

 

Dışarıda hava kararmıştı. Ama burası geceyi yaşarken bile gündüzmüş gibi hareket etme yeriydi.

 

Zaman sona doğru değil, delilik saatine doğru yaklaşıyordu.

 

Teklif sahibini konuşturup, gecenin geri kalan kısmını aydınlatmayı umuyordu.

 

“Buyurun Efendim!” deyip birinci grup başkanını kürsüye davet etti.

 

Birinci grup başkanı çevik bir hareketle yerinden kalkıp kürsüye doğru yürüdü. Sadece yürümedi, sanki bir milletin tüm yükünü omuzlamış ama hangi millet olduğunu da zaman zaman karıştırmaya meyilli bir adam gibi yürüdü.

 

Derin bakışlarının ardında, pek derin olmayan düşünceleri vardı.

 

Bugün kürsüde tarih yazacağını düşünüyordu. Elbette kendi tarihini.

 

Arkasında grup üyeleri ona bakıyordu. Alkış komutunu başlatacak üye de ön sırada yerini almıştı. Birlik, beraberlik içerisinde, herkes samimiyetini ortaya koymak istiyordu. Hepsi gözlerini kürsüye dikmiş kırpmadan bakıyordu. Çünkü sadakat denilen şey göz kaslarına hâkim olmakla başlar.

 

Grup başkanı mağrur bir şekilde derin bir nefes aldı burnundan. Çünkü iktidar demek burnunun dikine yürümek demekti.

 

Son konuşmacı olmak sonraki bütün zamanların sahibi olmaktı.

 

Çünkü yıllardır süren iktidar artık his değil refleks olmuştu.

 

Meclis Başkanı’nın tek arzusu ise zamanı çoğaltmak yerine, en kısa yoldan bitirmekti.

 

Hatip kısa bir boğaz temizliği ile konuşmasına başladı.

 

“Sayın Başkan, değerli üyeler;

 

Bugün burada, sıradan bir kanunu değil, medeniyet projemizin direncini oluşturan bir hukuki çerçeveyi oyluyoruz. Zira bu kanun; kurallı, akıllı, uslu ve terbiyeli bir toplumu hedeflemektedir.

 

İkinci gruptan genç bir üye; “Medeniyet dediğin vekil dövmek mi?” dedi.

 

Üçüncü gruptan bazı üyeler; “Sürgün ederek mi?” dedi.

 

Hatip, bu sesleri bir vızıltı gibi görüp konsantrasyonunu bozmadan devam etti.

 

“Beyler!”

 

Bayan grup başkanı: “Senin bu yasan sadece erkekleri mi ilgilendiriyor?”

 

Hitabının eksik olduğunu düşünen hatip yeniden:

 

“Sayın Üyeler!

 

Biz bu memlekette köprüler yaptık, yollar yaptık, insanları birbirine kavuşturduk. Ama köprünün üstünden geçecek, yollarda yürüyecek insanların da belli bir nizam dahilinde olması lazım. Öyle, kamuya açık alanlarda düzensiz yürüyenlerle, ‘ben özgürüm’ diyerek çok renkli elbiseler giyenlerle bir medeniyet inşa edemeyiz.”

 

Birinci grubun alkışçı başı tok bir alkış hareketi ile bütün grubu ayağa kaldırmıştı.

 

Diğer grupların cılız sataşmaları alkışlar arasında kayboluyordu.

 

Grubun bu disiplini kürsüdeki hatibi gururlandırmıştı. Buradan sonra sesini biraz daha yükseltmesi gerektiğini düşündü.

 

“Arkadaşlar, bu millet bizi niye seçti ve bundan sonra da niye seçecek biliyor musunuz? Nizam ve intizam için… Haysiyetli bir sokak yürüyüşü için… İçimizdeki delilikleri evlere kapatmak, ortak akılla kamusal alanda olmak için bu millet bizi seçti.”

 

Bağlantısız üye ayağa kalkarak:

 

“En mahrem yerimiz olan evlerimizi tımarhane yapmak için mi bu millet sizi seçti?” dedi.

 

“Senin için zaten her yer tımarhane” dedi birinci gruptan bir üye.

 

Uğultular yükseldi.

 

Meclis Başkanı:

 

“Sayın üyeler, istirham ediyorum, hatibi dinleyelim.”

 

Keşke bir ‘istirham’ ile mesaneyi de hizaya getirebilseydim diye düşündü, kürsüde kıvranarak. Bacakları arasında sıkıştırdığı mesanenin sancıları kalçalarına vuruyordu. Gözlerini kısarak acı çektiğini dışarı yansıtıyordu.

 

Kısa bir sessizlikten sonra hatip konuşmasına kaldığı yerden devam etti.

 

“Değerli üyeler! Biz yıllarca vesayetin gölgesinde, bu milletin geleceği için mücadele ettik. Horlandık, dışlandık. Ama bu millet sonunda kendini yönetme görevini bize verdi. Bu talebi sonuna kadar bırakmaya niyetimiz yok.”

 

“Artık sandık yok diyorsunuz yani” dedi üçüncü gruptan bir üye.

 

Hatip bu sataşmayı duymazdan gelerek:

 

“Milli ve manevi değerlerimizi ayakta tutacak bir düzen ve intizam kuracağız.’’

 

Birinci ve dördüncü grup üyelerinin alkışlarını alan hatip, iki grubun ideolojisini sentezlemeyi başardığını düşündü.

 

“Atalarımız ne demiş; ‘Nush ile uslanmayanın hakkı kötektir’. Biz kanun tekliflerimizi hazırlarken, derin kültür mirasımızdan ve insanımızın irfanından istifade ediyoruz. Bunun için zabıta kuvvetlerimiz görev yapacak. Onların yetersiz kaldığı noktada, ortağımız olan dördüncü grubun teşkilatlarının her zaman görev başında olduğunu bilmenizi istiyorum.”

 

Dördüncü gruptan bıyıkları çenesine kadar sarkan bir üye ayağa kalkarak “Sayın Başkanım, bu ülke için her zaman ve her yerde göreve hazırız” dedi.

 

“Siz toplum değil bir sürü yönettiğinizi sanıyorsunuz” dedi, üçüncü gruptan bir üye.

 

“Bu kanuna geçit vermeyeceğiz” dedi ikinci grup üyeleri.

 

“Bugün bu kanun çıkacak” dedi birinci grup üyeleri.

 

Salondaki sesler, dışarıdan hiçbir sesin ve ışığın geçmediği kubbeye çarpıp geri dönüyordu.

 

Birinci ve dördüncü grup ayağa kalkmıştı.

 

İkinci ve üçüncü grup sıralara vurarak konuşmayı protesto ediyordu.

 

Stenograflar hızlı hareketlerle önündeki kâğıtlara notlar alıyordu.

 

Kâtip üyeler, salondaki kargaşaya bir filmin aksiyon sahnesini izler gibi bakıyorlardı.

 

Hatip kürsüde “Sayın Başkan susturun şunları!” diye bağırıyordu.

 

Gürültüler arasında bu talep de kaybolup gitmişti.

 

Meclis Başkanı salona hâkim olmakta zorlanıyordu artık. Tokmak avucundaydı ama kaldıracak gücü kendisinde bulamıyordu.

 

Akşam saatleri sona ermiş vakit geceye doğru yaklaşmıştı.

 

Geceyi binaya sokmayan keskin ışıklar yüzündeki boncuk boncuk terleri iyice görünür hale getirmişti.

 

Başkan için vakit daralmıştı.

 

Artık salona hâkim olmaktan çok patladı patlayacak olan mesane kapağının nasıl bir mahcubiyete yol açacağı kaygısını taşıyordu.

 

Nihayet bacaklarının arasından bir sıcaklık yayıldı. Ne yazık ki bu sıcaklık milletin sıcaklığı değildi. Saatlerdir hapsettiği idrarın bir yol bulup firar etmesiydi.

 

Meclis Başkanı artık mecalsiz şekilde kâtip üyeye doğru eğilip fısıldayarak;

 

“Şimdi ne yapacağız?” dedi.

 

Kâtip Üye:

 

“Oturumu kapatacağız” dedi.

 

……

 

Beşinci noktadaki trafik polisi konvoyun dönüşünü bekliyordu…

 

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.