Kültürel Hegemonya Tartışmaları

21’inci yüzyıl Türkiye’sinde en son ihtiyaç duyduğumuz şey, şu veya bu yönde bir kültürel hegemonya yaratılmasıdır. Tam aksine, özlediğimiz, farklı düşünce ve hayat tarzlarının, birbirlerini düşman olarak görmeden barış içinde birlikte yaşamalarıdır. 

Kültürel Hegemonya

Son günlerde kültürel hegemonya tartışmaları ön plana çıkmış görünmektedir. Aslında bu tartışmanın başlangıcını, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Sayın Fahrettin Altun’un 5 Temmuz 2018 tarihli beyanına kadar götürmek mümkündür. Kendisi bu beyanında, lâik çevrelere hitaben “Siyasi hegemonyanız bitti, kültürel hegemonyanız da bitecek…” demişti. Sayın Cumhurbaşkanı da çeşitli konuşmalarında kültürel gelişmenin hayatî önemini vurgulamış; Türkiye’nin Türk-İslam âlemindeki olumlu örneklerden yararlanarak kendi kültürel modelini inşa etmesi gerektiğini ifade etmiştir.

 

Gerçekten son yıllar, kültürel alanda yoğun bir kutuplaşmaya sahne olmuştur. İktidar sözcülerinin lâik düşünce ve lâik hayat tarzına karşı kullandıkları hakaret ve husumet dolu ifadelerin tam bir listesini vermek, bu makalenin sınırlarını çok aşar. Birkaç örnek vermek gerekirse: “İki ayyaş”; “Yunanlar kazansaydı daha iyi olurdu” ve bu ifadenin sahibi olan ruh hastasına yüksek devlet yöneticilerince gösterilen saygı ve itibar; AKP’li TBMM eski başkanının lâikliğin Anayasa’dan çıkarılmasını istemesi ve daha yeni zamanlarda şehirlerimizin düşman işgalinden kurtuluşunun kutlanmaması gerektiği yollu sözleri; lâik hayat tarzını savunan akademisyenlere, gazetecilere, sanatkârlara (en yeni örnekleri Sayın Sedef Kabaş ve Sayın Gülşen) karşı saçma gerekçelerle yürütülen yargısal kovuşturmalar ve tutuklamalar, “beynine sıkarız”, “dilini keseriz” türü tehditler; sözde din adamlarının, namaz kılmayanların öldürülebileceği yolundaki ifadeleri; kadınların çağdaş kıyafetlerinin sokakları “kasap dükkânı”na çevirdiği iddiası; Abdülhamid hayranlığının zirveye çıkması; Atatürk adının telaffuz edilmesinden mümkün mertebe kaçınılması; uzun yıllardır hiçbir soruna yol açmaksızın yapılan gençlik festivallerinin, dinî derneklerin talebi üzerine yasaklanması; bu derneklerin itirazının temelinde, bu festivallerde kadın ve erkeklerin yan yana oturmaları ve (sözüm meclisten dışarı) alkollü içki içmeleri; muhaliflerin “çapulcu” olarak nitelendirilmesi… Örnekler alabildiğine çoğaltılabilir.

 

Bu aşırı kutuplaştırmanın, çok büyük ölçüde bugünkü iktidar blokunun eseri olduğundan kuşku duyulamaz. Türkiye’de seküler eğilimler ile dinî-muhafazakâr eğilimler arasındaki bölünmenin kökleri Tanzimat dönemine kadar gitmekle birlikte, bu bölünme hiçbir zaman bugün olduğu kadar derinleşmemiştir. Buna rağmen iktidar bloku sözcülerinin, sözde “lâik hegemonya”yı mücadele edilmesi gereken bir rakip olarak göstermeleri, kutuplaştırma çabalarının önümüzdeki aylarda da yoğunlaşarak devam edeceği izlenimini yaratmaktadır. Durumu daha da endişe verici kılan, yargının hemen tümüyle iktidarın kontrolü altına geçmiş olmasıdır. Nitekim iktidar mensuplarının, açıkça Türk Ceza Kanunu’nun 216’ncı maddesinde düzenlenen nefret suçunu oluşturan beyanları hiçbir takibata uğramamakta, buna karşılık lâik düşünce sahiplerinin ifade hürriyeti sınırları içindeki beyanları derhal bir nefret suçu olarak nitelenerek takibata uğramaktadır. Son günlerde bazı muhalefet sözcülerinin isabetle belirttikleri gibi, ceza hukukumuzun “düşman ceza hukuku” ve “yandaş ceza hukuku” olarak ikiye bölünmesi gibi, fevkalâde vahim bir durum yaşamaktayız.

 

Kutuplaştırıcı Söylem Başarıya Ulaşır mı?

 

Geçmişte AKP iktidarının, lâik-dinî muhafazakâr bölünmesini derinleştirici, lâik muhalefeti din düşmanı olarak nitelendirici ve muhalefet iktidara geldiği takdirde muhafazakârların kazanımlarını kaybedecekleri yolunda bir söylem kullandığı ve bundan belli ölçüde bir siyasal avantaj sağladığı bilinmektedir. Bu kutuplaştırıcı söylemin önümüzdeki aylarda da belki daha yoğunlaştırılarak devam ettirileceği tahmin edilebilir. Ancak bu stratejinin bu sefer aynı başarıyı sağlayamayacağını düşündürecek sebepler vardır. Her şeyden önce, birçok gözlemci, vatandaşların çoğunun bu kavga ve çatışma atmosferinden bıktığını ve daha barışçı bir toplum özlediğini ifade etmektedir. İkincisi, yakıcı ekonomik sorunlardan bunalan büyük seçmen çoğunluğu (buna AKP ve MHP seçmelerinin çoğunluğu da dâhildir) oy tercihlerini çok büyük ihtimalle bu sorunlar ışığında yapacaklardır. Bu kütlenin, bir imamın çocukların çıplak omuzlarının pedofiliyi teşvik edeceği gibi saçma ifadelerinin etkisiyle oy kullanacağı elbette beklenemez. Üçüncüsü, altılı muhalefet bloku seçimleri kazandığı takdirde muhafazakârların kazanımlarını kaybedecekleri iddiası, inandırıcılıktan çok uzaktır. Altı muhalefet partisinin beşi, zaten merkez-sağ kökenli, dolayısıyla dinî ve muhafazakâr değerlere saygılı partilerdir. Sol seküler düşüncenin temsilcisi sayılabilecek CHP de Sayın Kılıçdaroğlu’nun liderliğinde önemli bir değişim geçirmiş ve geçmişteki bazı hataları nedeniyle bir “helalleşme” sürecine girmiştir. Dolayısıyla Altılı Masa’nın, seçimleri kazanması halinde, dayatmacı lâiklik temelinde bir kültürel hegemonya inşa etmesi mümkün değildir.

 

Kişisel görüşüme göre 21’inci yüzyıl Türkiye’sinde en son ihtiyaç duyduğumuz şey, şu veya bu yönde bir kültürel hegemonya yaratılmasıdır. Tam aksine, özlediğimiz, farklı düşünce ve hayat tarzlarının, birbirlerini düşman olarak görmeden barış içinde birlikte yaşamalarıdır.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.