Küresel Kaosun Fitili: 11 Eylül’ün Mirası
11 Eylül 2001’den önce de terörizm çeşitli biçimlerde varlığını sürdürüyordu. Ancak, Bin Ladin ve müritlerinin gerçekleştirdiği ani ve öngörülmeyen saldırı, o zamana kadar yaşanan her şeyden çok daha sansasyoneldi ve tüm dünyada acil bir tutum değişikliğini de beraberinde getirdi. Bugün ise birçok ülkede yaşanan şiddet ve kaos, 11 Eylül ile gelen dalgaların etkisi ile farklı boyutlara evirilmeye devam ediyor.
11 Eylül 2024, Çarşamba. Bugün, tarihin en ölümcül terörist saldırısının -11 Eylül’ün- 23’üncü yıldönümü…
Televizyonun halkın en önemli haber kaynağı olduğu bir zamanda, yaşı hatırlamaya yeten çoğu kişi için 11 Eylül, yaşamları boyunca tanık oldukları diğer olaylardan daha sarsıcıydı. 11 Eylül sabahı, daha önce ABD’de uçuş eğitimi alan El Kaide’ye bağlı çoğu Suud vatandaşı 19 terörist, dört ticari uçağı kaçırmıştı. Bunlardan ikisi New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin Kuzey ve Güney Kuleleri’ne; üçüncü uçak, Virginia’da bulunan Pentagon’a çarpmıştı. Diğer saldırılardan bir şekilde haberdar olan dördüncü uçaktaki (Uçuş 93) yolcular teröristlere karşı koymuş ve uçak, Washington’a yaklaşık 20 dakika mesafede, Batı Pennsylvania’daki boş bir tarlaya düşmüştü. Kulelerde bulunan 93 farklı ülkeden yaklaşık 3.000 kişi hayatını kaybetmişti. Bu saldırı, 1941’de Japonların Pearl Harbor’a saldırmasından bu yana Amerikan topraklarına yapılan en büyük saldırıydı.
Eylül 2001’den önce de terörizm çeşitli biçimlerde varlığını sürdürüyordu. Ancak, Bin Ladin ve müritlerinin gerçekleştirdiği ani ve öngörülmeyen bu saldırı, o zamana kadar yaşanan her şeyden çok daha sansasyoneldi ve tüm dünyada acil bir tutum değişikliğini de beraberinde getirdi. Bugün ise birçok ülkede yaşanan şiddet ve kaos, 11 Eylül ile gelen dalgaların etkisi ile farklı boyutlara evirilmeye devam ediyor.
Peki, nasıl bir sistem içindeydik?
Aslında; 1990-1991’de Çöl Kalkanı ve Çöl Fırtınası operasyonlarının yankıları nedeniyle ABD’nin her anlamda yenilemez olduğu ifadeleri gündemdeydi. Ancak, İkiz Kuleler’e çarpan her uçakla birlikte o güne kadar kimsenin tahayyül edemeyeceği bir minvalde Amerikan dokunulmazlığı illüzyonu paramparça olmuştu. Peşi sıra gelen öç alma duygusuyla oluşturulan sınır ötesi müdahaleci politikalar ve askeri operasyonlar silsilesi gündemden uzun yıllar boyunca düşmemiş; izlenen politikalar ilk süreci oluşturan etmenlerin tohumlarını farklı coğrafyalara ekmiştir. En kısa ifade ile olayın yarattığı ani şok ve korku zamanla azalsa da çarpan etkisi yaratan ve çoğu zaman gerçeğe dayanmayan devşirme politikalar, yer yer gerçeklik yönetimi için oluşturulmuş bilgi kirliliği (infodemi) ile küresel ölçekte radikalleşme ve aşırıcılığa ivme kazandırmıştır. Bruce Hoffman’ın dediği gibi ABD bir terör örgütünü bitirmiştir ancak binlercesine de sebep olmuştur.
Sovyetlerin işgal ettiği Afganistan’da kendine geniş bir yer edinen “dinî” oluşumların en büyüğü ve en fazla dış desteğe sahip olan El-Kaide’nin üstlendiği saldırılara karşılık; Washington Ulusal Katedrali’nde konuşan Bush, “bu saldırılara yanıt vereceğine ve dünyayı kötülükten kurtaracağına” söz vermişti. Hatta öyle ki İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan ve esasen kendi gücünü, ilkelerini ve tercihlerini yansıtan kural temelli uluslararası düzeni hiçe saymıştı. Propagandanın had safhada kullanıldığı 11 Eylül’ü takip eden günler ve haftalarda, Amerikalılar ve birçok ABD müttefiki saldırılardan sorumlu olanlara karşı askerî harekâtı desteklediler. Özellikle Cumhuriyetçilerin, zamanla Müslümanları ve İslam’ı şiddetle ilişkilendirmesi ve Bush’un CIA’e, “sürekli, ciddi bir tehdit” oluşturduğunu tespit ettiği herkesi yakalaması ve gözaltına alması için açık uçlu yetki vermesi ile birlikte sıradan bir Ortadoğu veya Afrikalı vatandaşın bile El-Kaide damgası yediği bir cadı avı süreci başlamış oldu.
Teröristleri ortadan kaldırma ve daha fazla saldırıyı önleme konusundaki takıntılı arayışında ABD, adil yargılama olmaksızın binlerce kişiyi tutukladı. Bu süreçte CIA, ‘karanlık bölgeleri’ veya resmî olmayan, açıklanmayan gözaltı ve sorgulama merkezlerinden oluşan ve genişleyen küresel bir ağı kullandı. Bu konuşlandırmalar devletlerin dış tehditlere karşı savunma yapmak için kendi güç kullanımlarını meşrulaştırmalarını kolaylaştırdı.
Hemen Sonrası
Bush yönetimi küresel, açık uçlu bir “teröre karşı savaş” olarak tanımladığı şeyin ana hatlarını çizdi. Başlangıçta, askerî güç kullanma yetkisini -ülkenin en uzun süreli askerî harekâtını başlatarak- El Kaide ve onun Taliban sponsorlarının peşine düşmek için kullandı. ‘Kalıcı Özgürlük Operasyonu’ adı verilen bu operasyon, 27 koalisyon ülkesinden birlikler tarafından desteklendi. Bush yönetimi, o süreçte gündemden düşmeyen şarbonun Bağdat’ta geliştiği iddiasını öne sürerken İran, Kuzey Kore ve Irak’ı “şer ekseni” olarak ifade etti ve askerî güç kullanma yetkisinin kapsamını dünya çapında El-Kaide ile ilişkili tüm güçleri kapsayacak şekilde genişletti. Küresel Terörle Mücadele ile birlikte ABD, Afganistan’dan başlayıp dünyanın farklı noktalarında büyük müdahalelerde bulunmuş, diğer ülkelere tehditler savurmuş, işkence ve iç gözetim gibi konularda değerlerinden sapmıştı. Bu yetkiyle birlikte kötü bir şöhreti haiz olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilk maddi adımları atılmaya başlamış oldu. Daha sonra birden fazla istihbarat hatasından kaynaklı olduğunu ifade edecekleri, Saddam hükümetinin El-Kaide ve diğer terörist gruplar için bir güvenli liman olduğu ve kitle imha silahları stokladığı iddiasına müteakiben Irak’a operasyon başladı.
ABD, küresel hâkimiyetini pekiştirmek için Irak’ta bir “rejim değişikliği” istiyordu. Bu konu hakkında onlarca teori olsa da en çok dillendirilenleri, bölgede İsrail’e tehdit olmayacak bir Irak yönetiminin gelmesi; bir diğeri ise ülkenin petrol rezervlerinin kontrolünü ele geçirmek ve böylece Ortadoğu petrolüne büyük ölçüde bağımlı olan Çin ve Avrupa’ya kendi şartlarını dayatmaktı. Ancak Afganistan’da olduğu gibi Irak’ta da insanları özgürleştirmek yerine elde edilen tek şey, 27 milyonluk bir ülkenin tamamen yıkıma uğraması oldu. Özetle, ABD’nin “Baas’tan arındırma” uygulamaları ve güvenlik güçlerini lağvetme kararları sonucunda oluşan güç boşluğu iç savaşa yol açtı ve cihatçı grupların Irak’ta kök salıp yayılmasına olanak tanıyan kaotik koşulları yarattı. Yüz binlerce insan hayatını kaybetti, milyonlarca insan yerinden edildi ve günümüze kadar devam eden toplumsal çatışmalar ve etnik temizlik yaratan mezhepçi bir siyasi sistem kökleştirildi. Irak işgaline ve yeni yönetime karşı cihatçıların uyguladığı yöntemler, dinî argümanlarla birlikte, en etkili yöntem olarak görüldü ve birçok ülkeden katılımcıları saflarına kattı.
Medya Etkisi ve Tehlikeli Anlatılar
11 Eylül sonrası savaşlara yüklenen ideolojik ve siyasi anlamlar, sadece bu çatışmanın teorik olarak sınırsız hale gelmesine yol açmadı, ülkenin büyük bir kesimini Müslümanları, göçmenleri, liberalleri ve diğer grupları düşman olarak görmeye de teşvik etti. Daha geniş bir ifade ile 11 Eylül’ün dünya kamuoyuna en büyük etkisi, oluşan nefret sonucunda, devlet dışı silahlı grupların siyasi amaçlarına ulaşmak için kullandıkları ayrım gözetmeyen şiddete karşı farklı bir hassasiyet geliştirilmesi oldu. Ancak birçok ülkede İslam karşıtı duyarlılık ve ayrımcılığın artması, Müslüman toplulukların dışlanması, Müslümanlara yönelik artan şiddet, radikal grupların yeni üyeler kazanması için elverişli bir zemin oluşturdu.
Radikalleşme
Bu süreçle birlikte en fazla telaffuz edilen iki kelime terörizm ve radikalleşmedir. Her ikisi için de genel geçer bir tanım bulunmamaktadır. ‘Radikalleşme’ terimi, 21’inci yüzyılın bir parçası haline gelmiştir. Peter Neuman’a göre bu terim, 11 Eylül sonrasında kullanılmaya başlanmış ancak popüler söyleme tam anlamıyla girmesi, 2004’te Madrid’de ve 2005’te Londra’da El-Kaide ile bağlantılı terör saldırılarının ardından gerçekleşmiştir.
Radikalleşme tehdidi ilk çağlardan beri her dönemde mevcut olsa da, 11 Eylül saldırılarının ardından oluşan gergin atmosferde, terörizm ve şiddetin temelinde yatan siyasi, ekonomik, sosyal ve psikolojik güçler hakkında bir tartışmanın yeniden mümkün hale gelmesi, radikalleşme kavramı sayesinde olmuştur. Radikalleşme zaman içinde; kendi özel terminolojisi, modelleri ve teorik varsayımlarıyla şekillenen geniş kapsamlı ve güçlü bir küresel söyleme dönmüştür. Akademisyenler, politika yapıcılar, kolluk kuvvetleri ve güvenlik hizmetleri, sivil toplum aktörleri, uygulayıcılar ve medya tarafından giderek genişleyen bir şekilde ve çoğu zaman terörizmle ilgili tartışmalarda birbirinin yerine veya eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. Bir politik fikri, düşünsel sistemi aşırı bir inançla desteklemek şeklinde kabaca ifade edilebilecek olan radikalizm ya da köktencilikte radikalleşen birey ya da grup meşruiyetini dinî söylemlerden almaktadır.
Terörizm fikri, zaman içinde evrim geçirmiş ve bir dereceye kadar radikalleşme fikri ile iç içe geçmiştir. Radikal terimiyle ilgili temel sorun, doğası gereği öznel olmasıdır ve neyin radikal kabul edildiği, büyük ölçüde terimin kullanıldığı siyasi ve tarihi bağlama göre belirlenir. Bir zamanda ya da bir yerde radikal olan, başka bir zamanda ya da başka bir yerde radikal olmayabilir. Örneğin, Süfrajetler kendi zamanlarında tehlikeli radikaller olarak görülüyordu; Soğuk Savaş sırasında Mahatma Gandhi ve Martin Luther King Jr. da öyle.
Radikalleşmede Eğilimler
Konumuza tekrar dönersek, radikalleşme her ne kadar Neuman’a göre 11 Eylül’le ilgili olarak retorik bağlamda çokça kullanılsa da, Soğuk Savaş zamanında süper güçler arasındaki rekabet, Ortadoğu gibi bölgelerde yerel çatışmaları körüklemiş ve radikal grupların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu dönemde şiddetini artıran İsrail ve Filistin meselesi de bölgedeki gerginliği artırmış ve radikal İslamcı grupların destek bulmasına neden olmuştur. Her daim gerçekliği kabul gören son şey ise Ortadoğu ülkelerindeki ekonomik eşitsizlikler, siyasi baskı ve yolsuzluk gibi sorunlar, insanlar arasında hoşnutsuzluk yaratmış ve radikal ideolojilere açık hale getirmiştir; bu süreçlerin hepsinde yer almalarını sağlamıştır. Öyle ki, 1979 Afganistan savaşı sonrasında Çeçenistan için harekete geçen cihatçılar, Irak’ın işgali sonrasında yeniden canlanarak yeni bir dalgayı tetiklemişlerdir. Binlerce Müslüman, özellikle Körfez ve Kuzey Afrika’dan gelenler, Arap dünyasının kalbinde Amerikalılara karşı savaşmak için Irak’a akın etmiştir.
O dönemde henüz gelişmekte olan çevrimiçi platformlar, aşırılık yanlısı propagandaların yayılması ve radikalleşmenin kolaylaştırılması için güçlü araçlar haline geldi. Özellikle sosyal medya, benzer düşünen bireylerin bir araya gelmesini sağlayarak aşırılıkçı mesajların yayılmasında önemli bir rol oynadı. Gelişen teknolojik imkânlarla, fitili ateşleyen 11 Eylül sonrası politikaların sonuçları çarpan etkisi yaparak, radikalleşmenin doğasını da dönüştürdü. 2005-2008 mezhepçi iç savaş sonrasında devlette yeterli paydan mahrum bırakılan Sünni azınlıklar, ardından 2012-2013 yıllarında çoğunluğu Şii güvenlik güçleri, Sünni nüfusun yoğun olduğu şehirlerdeki büyük ölçüde barışçıl protestolara karşı şiddet uygulamıştır. Sonuç, radikallik konusunda zirve yapan nur topu gibi bir örgüt. Şüphe ve korku ikliminde, hem Irak hem de Suriye rejiminin gençlerin onur, daha iyi yönetişim ve iş taleplerine karşılık vermeyi reddetmesinden yararlanarak, Irak ve Suriye’de 10 milyon kişiyi kapsayan bir kontrol genişlemesi sağladı ve iki ülke arasındaki sınırı yok saydı. 1980’lerde Afganistan’a giden çoğunluğu Arap savaşçıların izinden giderek dünyanın dört bir yanından on binlerce yabancı savaşçıyı cezbetti. Radikalleşmenin öncekilerden daha güçlü olan bu dalgasında, IŞİD ve El Kaide bağlantılı gruplar toprak ele geçirmiş, Afrika’da yeni mevziler kazanmış ve hem Müslüman dünyasının büyük bir kısmında hem de Batı’da artan bir tehdit oluşturmuştur.
Diğer yandan, Irak Savaşı, bölgesel güç dengesini İran’ın lehine değiştirdi ve İran ile Suudi Arabistan arasında jeopolitik mücadeleyi derinleştirdi. Daha geniş bölgede, iki güç de mezhebî aşırılara destek vererek, kötü yönetişimle ilgili yerel şikâyetleri mezhebî iç savaşlara dönüştürdü ve yüz binlerce Müslüman’ın ölümüne yol açtı. Bugün, çok aktif bir şekilde bu örgüt mensupları halen Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de, Libya’da faaliyet göstermektedir. Benzer şekilde, El Kaide’nin Mağrip kolu (AQIM), 2012’de Mali’nin kuzeyindeki kasabalardan çıkarılmasına rağmen Sahel bölgesinde faaliyet göstermektedir. Nijerya’nın kuzeyinde yerel bir isyan hareketi olan Boko Haram ve ardılları, 2013-2014 yıllarında kuzeydoğunun büyük bir bölümünü ele geçirmiş ve hâlâ Çad Gölü çevresindeki geniş bir bölgede terör estirmektedir. Eş-Şebab, Somali merkezinin ötesinde, özellikle Kenya’ya yönelik artan bir tehdit oluşturmaktadır.
Peki, bu sürecin neresindeyiz?
Özetle, birkaç on yıllık dönemde savaşların ve devlet çöküşlerinin hızla artması, bu gruplar için muazzam fırsatlar yaratmıştır. 11 Eylül’ün şekillendirdiği hırslı bir gündemle (Fukuyama’nın altını çizdiği uluslararası düzene tehdit oluşturan birçok olgunun ortaya çıkışına zemin hazırlayan) zayıf devletten çökmüş devlete geçişin artçı sarsıntıları, sadece Irak veya Suriye ile sınırlı kalmamış, bölgenin genelini sonu kestirilemeyen bir kısır döngünün içine sokmuştur. Bir başka deyişle, Ortadoğu’daki devletler arasındaki düşmanlık, önceki dalgalarla kıyaslanamayacak bir seviyeye ulaşmış, bu da bölgesel güçlerin aşırılıkçı gruplardan ziyade rakiplerinden endişe duymalarına veya bu grupları vekil olarak kullanmalarına yol açmıştır. Hinnebusch’un da deyimiyle Ortadoğu coğrafyası dış müdahaleler için istisnai bir mıknatıs haline gelmiştir.
Terör tehdidi hâlâ bir meydan okuma olarak varlığını sürdürse de, radikalleşmeye katkıda bulunan faktörleri basite indirgemekten kaçınmak esastır. 11 Eylül’ün mirası, aşırılıkla mücadelenin, hem acil tehditleri hem de insanları radikalleşmeye duyarlı hale getiren temel kırılganlıkları ele alan çok yönlü bir yaklaşım gerektirdiğini hatırlatan bir ders niteliğindedir. Ancak, basit bir gerçek şu an karşımızda: 11 Eylül’den bu yana radikalleşmenin doğası değişti. Dinî aşırılık hâlâ büyük bir tehdit oluştursa da, aşırı sağ ideolojiler ve çevre terörizmi gibi yeni radikalleşme biçimleri ortaya çıktı. Dijital çağ, bireylerin aşırılık yanlısı gruplarla fiziksel temas kurmadan, yalnız başlarına radikalleşmelerini kolaylaştırdı. Günümüzde aşırılıkçı tehditler, teknoloji ve uluslararası düzen değişmiş durumda; bugün köktendinci güçler artık sadece Ortadoğu’yu değil, bir zamanlar onları destekleyen ülkeleri de tehdit etmektedir. Liberal Batı, din boyutlu terörün yükselişinde önemli bir rol oynamıştır. Peki, radikalleşme duracak mı? İsrail meselesi (mültecilerin yaşadığı insanlık dramları, intifadalar, yerleşimciler, egemenlik ihlalleri ve son Gazze işgali), Hristiyan dünyasının Müslümanların yönettiği toprakları işgal etmesi (bölge toplumlarının siyasi pozisyonlarının el değiştirmesi, derin Sünni mağduriyet duygusu), başarısız yönetimler, otoriter baskılar ve meşru, siyasi açıdan uygulanabilir alternatiflerin ortadan kaldırılması, radikalizmi besleyen yeni denklemler üretmeye devam edecektir.