Şehirlerden Medeniyetlere Yolculuk
Kentsel Dönüşüm adı altında eski binaların yerine dikilen beton yığını kafesler adeta kanser tümörü gibi… Hem insan bünyesine hem de şehir ruhuna aykırı olan bu külçeler, geçmişten devraldığımız gelenek-görenekleri ve kültürel değerlerimizi bir değirmen gibi öğütüyor.

Şehirde Dönüşüm
Canlı bir organizma gibi olan şehir, kendini sürekli yeniler. Tıpkı hücreler gibi… Ama özünü kaybetmeden ve tarihten aldığı genetik mirası koruyarak… Şayet şehrin özüne ve sosyal dokusuna müdahale ederseniz, hastalıklı bir bünye oluşur ve bu da beraberinde başka sıkıntılara yol açabilir. Bir defa şehir bünyesi hastalanmaya görsün, gerisi kanser hücreleri gibi dağılır ve tekrar iyileşmesi zor sosyal yaralara yol açar.
Oysa son zamanlarda yapılan şehir müdahalelerinin çoğu bu sıkıntılı durumu yeniden hatırlatıyor bize. Kentsel Dönüşüm adı altında eski binaların yerine dikilen beton yığını kafesler adeta kanser tümörü gibi… Hem insan bünyesine hem de şehir ruhuna aykırı olan bu beton külçeler, geçmişten devraldığımız gelenek-görenekleri ve kültürel değerlerimizi bir değirmen gibi öğütüyor. Kentin ruhunu yaralayan bu çok yönlü dönüşüm aslında farkında olmadan kentsel bir çöküşü de beraberinde getiriyor. Yeni yapılan binalar ve inşa edilen şehirler için de durum bundan pek farklı değil.
En önemlisi ise 6 Şubat depremiyle yerle bir olan şehirlerimizde, yerinde dönüşümle birlikte yeni şehirlerin inşa edilmesi. Şehir adına çok hassas bir süreç… Bir bakıma fırsat da… Geçmiş hatalarımızı telafi etme ve şehre yeni bir sayfa açma adına önemli bir adım atılıyor. Ancak şehir planlamasının ve inşa sürecinin sadece teknik boyutuyla değil, sosyo-kültürel boyutuyla da kurgulanması gerekiyor. Coğrafyaya, sosyal ve kültürel yapıya, iklimsel koşullara ve en önemlisi insani değerlere uygun olmalı. Çünkü kuracağınız yeni şehrin teknik boyutunun telafisi mümkün olabilir ancak şehrin ruhu zedelendi mi bir defa, onu tekrar onarmanız çok zor.
Rahmetli bilge mimar Turgut Cansever, yazılarında sıklıkla “insanın dünyayı güzelleştirme görevi”nden bahseder. Daha doğrusu özellikle mimarların böyle bir misyonlarının olduğunun vurgusunu yapar. Dünyayı güzelleştirmek ise; insana, yapılara, dolayısıyla tabiata saygıyı gerektirir. Geçmişten devraldığımız mirasla sosyal dokuyu korumayı, muhafaza etmeyi salık verir. Yani içinde bulunduğumuz dünya atmosferine ve de ambiyansına uygun yerleşim yerleri, mekânlar, yaşam alanları yapmayı, insan odaklı yaşamayı hatırlatır. Bu durum da geçmişten devraldığımız değerlerimizi bir medeniyet dairesi içerisinde yaşamayı, yaşatmayı kaçınılmaz kılar.
Bu çerçevede konuyu irdelediğimizde, şehirler ve medeniyetler arasında doğrudan bir ilişki olduğunu görürüz. Çünkü mekân ve medeniyet ve dahi şehir birbiriyle bütünleşen ayrılmaz kavramlardır. Sadece kavram mı? Değil, aynı zamanda birbirlerinin temel dinamikleridir de. Medeniyetlerin mi şehirleri inşa ettiği, yoksa şehirlerin mi medeniyetleri doğurduğu sorunsalı karmaşık olduğu kadar yalındır da. Doğrusu; her ikisinin de birbiriyle etkileşim halinde olduğudur. Şehirleri doğuran medeniyetlerin varlığı kadar, medeniyetleri oluşturan şehirlerin varlığından da söz etmek mümkündür. Biri olmadan diğerinin varlığından söz etmek mümkün gözükmüyor. Şehir ve medeniyetlerin tarihsel serüveni bize bu konuda doğru bir bakış kazandırmaktadır.
Bu güncel konuya hem bilgi birikimi hem de tecrübesiyle Ahmet Davutoğlu, tam ortasından neşter vuruyor Medeniyetler ve Şehirler isimli çalışmasında;
“Medeniyet mi önce doğmuştur, yoksa şehir mi? Şehir mi medeniyeti şekillendirmiştir, medeniyet mi şehirleri ortaya çıkarmıştır? Bu ve benzeri sorular hâlâ medeniyet tarihinin en ilgi çekici alanlarını oluşturmaktadır. Bu soruya medeniyeti önceleyerek cevap verenlerin, yani ‘önce medeniyet, sonra şehir oluşur’ tezini savunanların dayanak noktaları ilk dönem Mısır medeniyeti ve Maya medeniyetidir.”
“…medeniyeti şehrin doğurduğunu iddia edenler de özellikle Sümer ve Hint medeniyeti örneklerinden hareketle iddialarını temellendirmeye çalışmışlardır.” (1)
Bir de ‘eksen şehir’lerden bahseder Davutoğlu. Yani “Kilit Şehirler”… Şehirlerin medeniyet tarihinde oynadığı farklı farklı rollerden bahsetmek mümkün. Bu şehirlerden kimi “öncü/kurucu” (Atina, Roma, Medine…), kimi “hayalet şehirler” (Kurtuba, Gırnata, Selanik, Bahçesaray…), kimi de “buluşturan/dönüşen/dönüştüren şehirler” (Kudüs, Kahire, İstanbul…) olarak kabul edilir. Bu kadim şehirler üzerinden medeniyetleri okumak mümkün.
Böylece şehir ve mekân, medeniyetle birlikte bir dönüşüm halini yaşar sürekli. Ama özünü kaybetmeden, kendi kalarak, kendini yaşayarak…
Dikey Mimari Değil, Yatay Mimari
Anlaşılan o ki; düşünce ve bakış açılarımızın zamanla müşahhas olanla bütünleşmesi, yürüdüğümüz yolun istikametini belirlemede önemli yer tutar. Yani soyut olanla somutun örtüşmesi durumunda amaç hâsıl olur. Bu yönüyle medeniyet tasavvuru ile mekân olgusunun aynı potada değerlendirilmesi elzem bir hal alıyor. Bir anlamda mekân, medeniyetin de zihni altyapısını oluşturuyor. Aynı şekilde mekânı da şekillendiren medeniyet tasavvuru. Şehir ise; ikisini de bütünleyip bağlayan bir yol gibi görünüyor.
Kentsel dönüşümün hızla yaygınlaştığı, binaların göğü delercesine hoyratça yükseldiği bir zamanda ülke yöneticilerine bu yönüyle daha büyük bir sorumluluk düşüyor.
Rahmetli bilge mimar Turgut Cansever de; “şakuli yoğun yerleşme” yerine “ufki yoğun yerleşmeyi” salık verir sürekli ve;
“Gösterişçiliğin, böbürlenmenin, haksız kazanç hırsının ürünü çok katlı apartman bloklarının tabiatı ezen irilikte ve manevi değeri olan yapıları (bir camiyi) veya tabiatı hor gören veya bilfiil kendi içyapısındaki değerlere (varlığın icaplarına) ters düşen yanılgıları ile oluşan çevre çirkinliği insan hayatının her farklı anında idrak edilerek yaşanacak mimariyi yok ederek kültürel kirlenmeyi oluşturur”(2)
Her ne kadar insanlar çok katlı veya az katlı bu şehirlerden zamanla bir bir göçmüş olsalar da mekânın ruhu insanı yalnız bırakmıyor. Fısıltıları, aşkları, isyanları, çığlıkları… mekândan okumak mümkün. Her şey burada gizli… Çünkü mekân, bütün yaşananlara şahit… Adeta bir kayıt cihazı gibi… Sadece bir kayıt cihazı mı? Değil… İçine ruhunu da üfleyen bir canlı gibi… Kimileyin ağlayıp serzenişte bulunur, kimileyin de yüksek sesle sitayişte… Şehir asla unutmuyor bütün bu yaşananları.
Henüz şehrin bu kadar beton bloklarla tahrip edilmediği 1990’lı yıllarda “ev ve şehir” için böylesi bir ufuk ortaya koyan rahmetli Cansever, şayet İstanbul’un bu halini görseydi ne düşünürdü, ne derdi acaba? Hele o görkemli yapısına rağmen Ataşehir’de dev rezidansların gölgesinde kalan Mimar Sinan Camii’ni görseydi!… Esenyurt’ta yapılan ucube binaları, Zeytinburnu sahiline saplanan hançerimsi yapıları… Şehrin dört bir yanında burnunun dikine yükselen beton silolarını… Ya da her gün tahrip edilen ormanların içine dikilen yeni binalara, sözüm ona yaşam alanlarına şahit olsaydı!…
İnsan herhalde hiç bu kadar böbürlenmemiştir. Ya da hiç bu kadar ezilmemiştir, aşağılanmamıştır insan!…
Hangi İnsan İçin Şehir Kuracağız? (3)
Cennetteki yasak meyveden tadınca dünyaya cezalandırılmak üzere gönderilen insan -ki bu Hristiyan dünya görüşünün insanıdır- için mi? Yoksa yeryüzüne halife olarak gönderilen ve dünyayı güzelleştirme misyonu olan insan -ki bu da İslam dünya görüşünün insanıdır- için mi?
Kalkış noktamız; şehri kurma felsefemizin de altyapısı olacaktır. İnsan eşref-i mahlûkattır. Dünyaya cezalanmak için değil, imtihan için gönderilmiştir. Dolayısıyla dünyaya karşı sorumludur, onu tahrip etme yetkisi yoktur. Bilakis; yukarıda da ifade ettiğimiz gibi dünyayı mamurlaştırma, güzelleştirme, tezyin vazifesi vardır.
Bu nedenledir ki İslam şehirleri hep mütevazı olmuştur. Kadim bir geleneği içinde barındırırlar. Geçmişin derin hafızasıdırlar onlar.
Her şehrin kendine ait karakteristik özellikleri vardır. Buna rağmen şehir sadelikten ödün vermez. Çünkü şehir, insan için geçici bir duraktır. Mahdut ömrü ile bir süreliğine burada konaklar insan. Kısa bir süreliğine nefeslenir. Asıl menzile doğru uzanan kısa bir duraklamadır dünya.
O nedenledir ki insan, bir halife olarak dünyayı güzelleştirme görevinin bilincindedir. Çevreye duyarlıdır, tabiata duyarlıdır, insana duyarlıdır. Kısacası; evrenin ahenkli bir parçası olan canlı-cansız her şeye duyarlıdır. Bu duyarlılık bilinci ise insanın yaşam biçimini belirler. Şehirlerin restorasyon ve inşasının gündeme geldiği bu yeni dönem, aslında İslam uygarlığının yeniden ihya ve inşası için bir fırsattır.
Doğrudur, deprem şehirlerimizi yıkmıştır, lakin bu şehirleri inşa etme vazifemiz vardır. Bu vazifeyi layık-ı veçhiyle yerine getirmemiz lazım. Kurucu iradenin Osmanlı şehir modelleri üzerinden bu toplumun sosyal dokusuna uygun yeni bir atılım gerçekleştirmesi elzemdir. İnsani olanı yeniden gün yüzüne çıkarmamız lazım. Toplum bu kadar yaralar almışken, üstüne tuz-biber olacak çakma yapılardan kaçınmak gerekir. İnsan odaklı sağlam şehirler kurmadan medeniyet inşa etmek mümkün olmayacaktır.
Tabii yeni şehirlerle birlikte kendi şehirlerimizi de kurtarmamız gerekecektir. İnsanın insanı yağmaladığı değil, insanın insanca yaşadığı ve birbirine değer kattığı şehirlerdir arayışımız. Batı, yüzyıllardır şehirler üzerinden insanı insana karşı düşmanlaştırdı ve de savaştırdı. Hâlâ şehirlere sızarak kan akıtmaya devam ediyor. Taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmıyor. Hem de çocuk, kadın yaşlı demeden. En güvenli mabetleri, kampları, okulları ve dahi hastaneleri bombalamaktan kaçınmıyor. İşte Gazze!… İşte Şam!… İşte Bağdat!… İşte Ukrayna!….
Kendi topraklarıyla yetinmeyip İslam dünyasında kan akıtmasının bilinçaltında, kendinden olmayan şehirleri yenerek sömürmek vardır hiç şüphesiz. Batı bir vampir gibi emiyor insanlığın kanını. Kendi varlıklarının devamı için kendinden olmayanların kanını emiyor. Çünkü onun insanı, yeryüzünde cezalıdır. Oysa biz insanın kurtuluşu için mücadele ederiz. İnsanın ihyası, huzuru, mutluluğu için…
İnsan suçlu değildir, bilakis o değerli bir varlıktır. Kuracağımız şehirler de bu değerli mahluka yaraşır olmalıdır.
Kaynaklar:
Medeniyetler ve Şehirler, Ahmet Davutoğlu, Küre Yay., s:76-77
Ev ve Şehir, Turgut Cansever, İnsan Yay., s: 234.
Şehre Dair, Yusuf Tosun, Çıra Yay., s:11

YUSUF TOSUN
