Kutuplaşmanın demokrasiye tehdit oluşturup oluşturmayacağı, seçmenlerin diğer partilerin meşruiyetini kabul edip etmediklerine bağlıdır. Örneğin, Britanya siyaseti 1980’lerde Margaret Thatcher döneminde oldukça kutuplaşmıştı ancak seçimlerin sonuçları hiçbir zaman bugün Birleşik Devletler’de olduğu gibi sorgulanmadı.

Şimdi Kutuplaşma Zamanı!

Demokratik işlevsizliğe ilişkin güncel tartışmaların pek çoğu kutuplaşma konusuna ağırlık veriyor. Ancak Avrupa’da kamplaşmadan ziyade partilerin yakınlaşması demokratik çöküşe ve popülizmin yükselişine yol açıyor. Avrupa siyasetinin ihtiyacı olansa özellikle ekonomi meselesinde daha fazla kutuplaşma.

 

Son birkaç yılda liberal demokrasinin krizine ilişkin çok şey yazıldı ve söylendi. Bir krizin olduğu konusunda yaygın bir görüş birliği olsa da bu krizin nasıl yorumlanacağı konusunda pek uzlaşıya varılamadı. Konuya ilişkin tartışmaların pek çoğu “popülizm” ve “kutuplaşma”nın demokrasiye bir tehdit olarak yükselişi konusuna ağırlık verdi, ama bu fenomenlerin krizin nedeni olarak mı yoksa farklı ve köklü nedenleri olan bir krizin semptomları olarak mı yorumlanacağı konusunda çok fazla anlaşmazlık vardı. Ancak tüm bunları ele alırken Avrupa’daki demokrasiyi Birleşik Devletler Amerikası deneyimine göre düşünme eğilimindeyiz. Gerçekte Avrupa’daki durum Birleşik Devletler’dekinden oldukça farklı ve kimi yönleriyle tam tersi.

 

Avrupada Popülizm ve Demokratik Bozulma Partilerin Yakınlaşmasından Kaynaklanıyor

 

Kutuplaşma Amerika Birleşik Devletlerinde kesinlikle bir sorun. 1960lardan bu yana, ABD -Amerikalılar tedrici olarak liberaller ve muhafazakârlar olmak üzere iki farklı kampa ayrıldılar. Bu iki kamp, Lilliana Mason’un “üst kimlikler (mega identities)” olarak adlandırmış olduğu şeyin Birleşik Devletler’de iki ana siyasi partiyle temsil edilmesiyle eşleşti: Demokratlar ve Cumhuriyetçiler. Hiper-partizan siyaset, siyasi uzlaşma olanağını ortadan kaldırdı ve Yüksek Mahkeme gibi bağımsız kurumları felç etti.

 

Avrupa’da liberal demokrasi krizini analiz eden pek çok araştırmacı, Avrupa’da da benzer şeyler olduğunu farzediyor. Ama durum öyle değil. Avrupa’daki durum Sheri Berman ile birlikte Journal of Democracy için yazdığımız bir makalede de açıkladığımız gibi gerçekten oldukça farklı. Aslına bakılırsa Avrupa’da demokratik bozulma ve popülizmin yükselmesine yol açan çok fazla kamplaşma ve partizanlık değil, partilerin yakınlaşması ve partizanlığın azalması. Başka bir deyişle buna yol açan Birleşik Devletler’deki durumun tersi.

 

ABD-Amerika siyasetinde kutuplaşmanın artmaya başladığı süreçte Avrupa siyaseti aslında daha az kamplaşmış bir hale geldi. Merkez sol ve sağ partiler ideolojik olarak yakınlaştılar ve birini diğerinden ayırmak giderek zorlaştı. Son yirmi yılda Sosyal Demokratlar’ın ekonomi konusunda sağa, Hristiyan Demokratlar’ınsa kültürel meselelerde sola kaydığı Almanya bu dinamiğe iyi bir örnek. Bu ortayolcu uzlaşma temelinde son dört seçim döneminin üçünde, Şansölye Angela Merkel liderliğindeki büyük bir koalisyonla, ülkeyi birlikte yönettiler.

 

Yakınlaşma Bir Temsil Boşluğunun Ortaya Çıkmasına Yol Açıyor

 

İlk bakışta bu yakınlaşma demokratik anlamda iyi bir şey gibi görünebilir, özellikle de Birleşik Devletlerin işlevsiz hiper-partizan siyaseti baz alınıyorsa. Ancak yakınlaşma demokrasiye tehdit de oluşturabilir: Partiler seçmen tercihlerinden uzaklaşır, bir “temsil boşluğu” ortaya çıkar ve aşırılıkçı partilerin başarı elde edebileceği koşullar oluşur. Avrupa’da olan tam olarak budur. Anaakım partileri bir blok ya da kartel olarak gören bu tür partiler takriben son on yılda hızlı bir çıkış yaptılar. Bu da merkez sol ve sağ partileri saflarını çok daha sıkılaştırmaya zorladı, dolayısıyla durum daha da kötüleşti ve bu özellikle aşırı sağ partilere avantaj sağladı.

 

 

Avrupa’da seçmen davranışı örüntüsündeki değişim, partizanlığın katiyen Birleşik Devletler’deki gibi kemikleşmiş olmadığını örneklemektedir. Parti kimlikleri güçlenmemiş, zayıflamıştır. Özellikle sosyal demokrat partiler, sol kanat ekonomi politikalarından vazgeçmiş ve neoliberalizmi benimsemiş, işçi sınıfı seçmen ise Fransa’da Rassemblement National (eski Ulusal Cephe) ya da Almanya’da Almanya için Alternatif gibi aşırı sağ partilere kaymıştır. Bu Amerika’nın kutuplaşmış siyaseti gibi değildir, çok daha akışkan ve dinamik bir şeydir.

 

Bu nedenlerle, Avrupa’daki gelişmeler dikkatlice ele alınır ve tarihsel bağlamına yerleştirilirse, hikâyenin Birleşik Devletler’de olduğundan oldukça farklı olduğu netleşir. Aslına bakılırsa ABD-Amerika’nın hiper partizan siyaseti bugün Avrupa’dakine, kimi zaman Avrupa’da demokrasinin altın çağı olarak görülen 1960lara kadar süren ”çevre partiler” dönemindekinden çok daha az benzer. Ancak konuyu biraz daha karmaşık bir hale getirirsek, önemli farklılıklar da vardır. Özellikle de söz konusu zamanda kutuplaşma çok daha ağırlıklı olarak ekonomik sorunlarda (kültürel sorunlar da bir o kadar önemli görülse de) yoğunlaşmıştı.

 

Avrupa’nın Ekonomi Politikalarında Daha Fazla Kutuplaşmaya İhtiyacı Var

 

Bu durum, çok daha uçlarda kutuplaşmanın dahi demokrasiye tehdit oluşturmasının zorunlu olmadığını gösterir. Aslında bu, kutuplaşmanın kültürel meseleler ya da ekonomi konuları etrafında olmasına bağlı olarak değişir. Claus Offe’un açıklamış olduğu gibi, ekonomi konularında kutuplaşma daha az tehdit edicidir çünkü bu konulardan ödün vererek uzlaşı sağlamak ya da bu konuları müzakere etmek kültürel meselelerde olduğundan daha kolaydır. Kutuplaşmanın demokrasiye tehdit oluşturup oluşturmayacağı, seçmenlerin diğer partilerin meşruiyetini kabul edip etmediklerine de bağlıdır. Örneğin, Britanya siyaseti 1980’lerde Margaret Thatcher döneminde oldukça kutuplaşmıştı ancak seçimlerin sonuçları hiçbir zaman bugün Birleşik Devletler’de olduğu gibi sorgulanmadı.

 

Avrupa’da demokrasiyi, Birleşik Devletler prizmasından ziyade kendi koşullarına göre yorumlayan böyle bir analiz iki sonucu beraberinde getirir. İlki kutuplaşmaya ilişkindir. Merkeziyetçiler kutuplaşmayı daha da azaltmak istiyor ancak kutuplaşmanın daha da azalması liberal demokrasi krizini daha da kötüleştirecektir. Merkez sol partiler, özellikle de ekonomi politikaları konusunda sola çekilirse daha iyi olur ve merkez sağ partilerin de sağa çekilmeleri gerekir ki bu daha fazla kamplaşma anlamına geliyor. Bu, Avrupa’da siyasetin merkezinde bir kez daha gerçek alternatifler yaratacaktır. İşin aslı, ekonomi politikasında gerçek alternatiflerin olması göze çarpan kültürel sorunları azaltacaktır.

 

Merkeziyetçilik de Popülizm Kadar Krizin Bir Parçasıdır

 

İkinci sonuç merkeziyetçiliğin de “popülizm” kadar Avrupa’daki liberal demokrasi krizinin bir parçası olduğudur. Demokrasiye neredeyse aksi yönde tehdit oluşturan bir başka şeyin daha farkında olmak gerekir: O da teknokrasi ya da “post-demokrasi” ki bunlara tepki daha fazla popülizmdir. Teknokrasi Avrupa’ya özgü bir sorundur çünkü Avrupa Birliği teknokratik yönetimin nihai biçimidir ve Avrupa şüpheciliği popülizmine yol açar. Avrupa’da popülizm oldukça heterojen olmasına rağmen, Philip Manow’un ortaya koyduğu gibi, neredeyse tüm popülistler, farklı biçimlerde de olsa, Avrupa Birliği’ne muhaliftir.

Bültenimize Üye Olabilirsiniz

Başka bir ifadeyle, Avrupa Birliği’ne değinmeden Avrupa’da liberal demokrasi krizinden bahsetmek mümkün değildir. Pek çok merkeziyetçi Avrupa Birliği’ni hayli basite indirgeyerek, özellikle de tehdit altında olan ve dolayısıyla korunması gereken bir “demokrasiler topluluğu” olarak görür. Bu yaklaşım AB’nin bir kurallar sistemi aracılığıyla her zaman demokrasiyi kısıtlamakla ilgili olduğu gerçeğini gözden kaçırır. Bu bakımdan AB (üyesi olan devletlerin aksine) demokratik olmaktan çok liberaldir. Avrupa’da sadece popülizme karşı mücadeleyi kazanma gayretinde olanların aksine, demokrasinin niteliği hakkında ciddi olan merkeziyetçilerin bu çetrefilli sorunlarla meşgul olmaları gerekiyor.

 

Bu yazı Robert Bosch Academy sitesinde yayınlanmış olup Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız.

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.