Takvim Yapraklarından Geriye Kalanlar

İnsan bir kere olsun başkasının derdiyle, açlığıyla, ötekileştirilmesiyle tanıştı mı, artık hiçbir şeye eskisi gibi bakamıyormuş. Bakamıyoruz. Sararan takvim yapraklarından geriye çoğu zaman koca bir hiçlik ve toplumsal hüzün kalıyor.

“İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik var… 

İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey, 

hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var…” 

Sabahattin Ali 

 

İnsana dair umudun solduğu bir yüzyılda yaşıyoruz. Elbette önceki yüzyıllarda da insanların başka dertleri, başka açmazları, başka çığlıkları, başka (hatta dünya!) savaşları vardı. Ama sorumlusu olduğumuz bu yüzyılda umut günbegün soluyor gözümüzün önünde… 

 

İnsan her şeyi gördüğün zaman, her şeyi görmezden gelmekten daha ağır bir yük sırtlanıyor. 

 

Van Gogh, “İnsan bir kere sanatla tanıştı mı, artık hiçbir şeye eskisi gibi bakamaz” der ya… İnsanlık son dönemde o kadar çok acı, yokluk, yoksunluk ve yıkımla karşılaştı ki artık hiçbir şeye eski masumiyeti, diğerkâmlığı ve ümitvarlığıyla bakamaz oldu. 

 

Karşımda takvim yaprakları uçuşuyor. Şubat ayının günleri arasından Dünya Dinlerarası Uyum Haftası (1-7 Şubat), Dünya İnsan Kardeşliği Günü (4 Şubat), Uluslararası Bilimde Kadın ve Kız Çocukları Günü (11 Şubat) ve Dünya Sosyal Adalet Günü (20 Şubat) göz kırpıyor. 

 

Takvimin her bir yaprağına atanan “önemli günler” silsilesi içerisinde adeta anahtarı kaybedilmiş çelik kapılar açılmaya zorlanıyor. Portekizli meşhur yazar José Saramago’nun dediği gibi, “Sözcükler yaşanmışlıkların bilgeliğini getiriyor”. 

 

Ne kadar çok kelime, ne kadar çok mesaj, ne kadar çok hedef var hüzünlü ve yorgun ülkemin takviminde… 

 

Ülke çapında ne kadar çok şeyin anlaşılması, içselleştirilmesi ve uygulanması gerekiyormuş meğer… 

 

Ama biz ne savaşmayı bitiriyoruz ne itişip kakışmayı ne de kaynakları orantısız paylaşmayı… Yaşanmışlıkların bilgeliğini anlamaya, anlamlandırmaya vakit ve yürek kalmıyor. 

 

Dünya Dinlerarası Uyum Haftası vesilesiyle “Dinlerarası savaşlara hayır”, “Farklı din ve inanç mensupları bir arada uyum içinde yaşıyor” demek, hatta ülkede onlara yönelik üstenci bir “hoşgörü” iklim olduğunu iddia etmek de kolay. Bir yandan da özünde ahlaki bir sorumluluk… Uygulamaya gelince derin bir sessizlik… 

 

Ve mensup olduğu din ve inanç yüzünden uğradığı ayrımcılık sonucu ülkeyi terk eden, beyin göçüne zorlanan, gidemediği durumlarda içine kapanan, kimliğini yitiren, anadilinde şarkı söyleyip de damgalanmaktan ürken bireyler… Pazar günü bir ibadethanede tapınan insanlara açılan ateş sonucu bir kişinin ölmesi karşısında “uyum” kelimesinin de içinin boşaltıldığı günler, haftalar, aylar, yıllar…

 

“Uyum” sağlamak bir yetenek ve güç mü, yoksa bir kayıtsızlık mı? Kendine sorar durursun… 

 

Dünya İnsan Kardeşliği Günü vesilesiyle “İnsanlar kardeştir” demek de kolay. Tıpkı, “Benim de başörtülü komşum var”, “Benim de ailemde Kürt var” dedikten hemen sonra veya önce türlü türlü ayrımcılıklar yapmak gibi… Kardeşliği toplumsal ilişkilere yansıtmaya gelince derin bir boş vermişlik hüküm sürüyor. 

 

Tam tamına bir yıl önce gerçekleşen depremlerde kurtarılmayı, ardından kayıplarının bulunmasını, kayıp 38 bebeğe ulaşılmasını, şimdilerde de temiz su ve ısınma olanakları sağlanmasını bekleyen depremzedelere “İnsan kardeşliği nedir?” diye sorsanız, yanıtlarındaki burukluğu, unutulmuşluğu ve hayal kırıklığını tahmin eder misiniz? 

 

“Kızım ve iki bebek torunum, kuzularımın bir parçasını bulamadım. Diş parçalarına muhtacım. Bir mezarları dahi yok. Vekillere sesleniyorum, 12 ay oldu Meclis’teki önerge kabul edilsin” diyen depremzedeye “insan kardeşliği”nin tanımını sorduğunuzda, kendisinin gözyaşlarına ortak olabilir misiniz?  

 

Kars’ta 13 yaşındaki bir kız çocuğun “namus meselesi” kılıfı altında aile kararıyla öldürülmesi karşısında “insan kardeşliği”nin içini nasıl doldurabiliriz ki? 

 

Peki, diğer taksilerin boş olmalarına rağmen maske taktığı için almadıkları, arabası arızalı olmasına rağmen soğuk havada dışarıda bırakmak istemediği genci aracına alan iki çocuk babası taksi şoförü Oğuz Erge’nin taşıdığı “Yaa bazı insanlara güvenmeyeceksin” diyen yolcu tarafından ateşli silahla vurularak öldürülmesi karşısında “insan kardeşliği”nden söz etmenin derin boşluğu ve anlamsızlığını kalbinizin ta orta yerinde hissettiniz mi şimdi? Oysa yakın zamanda yitirdiğimiz değerli yazar Mario Levi ne güzel demişti: “Onca kötülüğün hakimiyet kurduğu bir dünyada iyi olmayı seçmek bir isyandır, birçok insanın sandığı gibi ahmaklık değil.”

 

Gençlerden ve çocuklardan katil yaratan bu dipsiz karanlığın giderek yayılması, yaygınlaşması, normalleşmesi ve acımasızlaşması karşısında, insanın “insan kardeşliği” sözüne olan inancı sorgulanıyor.  

 

Oysa ne güzel demişti Kurt Vonnegut vaktiyle: “Nazik olun. Dünyanın sizi acımasızlaştırmasına izin vermeyin. Istırabın sizi nefrete sürüklemesine ve acının sizi güzelliklerden alıkoymasına müsaade etmeyin. Birçokları öyle düşünmese de buranın halen güzel bir yer olduğunu düşündüğünüz için kendinizle gurur duyun.”

 

Bir yandan da Uluslararası Bilimde Kadın ve Kız Çocukları Günü vesilesiyle “Kız çocuklar okusun, çalışsın, bilim alanında yükselsin, Nobel ödülleri alsın” demek kolay; ama o kız çocukların 21’inci yüzyıl becerileri kazanmalarını sağlamaktan fersah fersah uzak ve ideolojik kuşatma altındaki eğitim sisteminde kendilerini gerçekleştirmelerinin önündeki yapısal engelleri es geçiyoruz. 

 

O kız çocukların ileride dahil olacakları istihdam piyasalarında kurulan türlü türlü cam tavanlara, eşit yapacakları işe verilmeyecek olan eşit ücrete, hamile kaldıklarında sonlanacak sözleşmelerine, çocuk sahibi olduktan sonra sırtlarına yerleşecek bakım yüküne, ülkede bir türlü parasız ve eşit hale gelmeyen okul öncesi eğitime değinmiyoruz. 

 

Benzer şekilde, 2024 yılının sadece ilk ayında öldürülen 29 kadının durumuna gelince yaygın bir adamsendecilik ağır basıyor. 

 

Aristoteles hakikate ulaşmanın yollarını şöyle sıralar: Sanat, bilim, sağgörü, bilgelik, akıl.  Bilim, sanat, mühendislik, sosyal bilimler fark etmez, her alandaki eğitimin altındaki tuğlalar çekildikçe, bunların hepsini azar azar kaybediyoruz. 

 

Takvim yaprakları Dünya Sosyal Adalet Günü’nü gösterdiğinde, “Dünya daha adaletli bir yer olsun” demek de kolay. 

 

Ama toplumda refahın, fırsatların ve ayrıcalıkların bireyler arasında adil ve dengeli bir şekilde dağıtılmasını savunmaya, okullarda ücretsiz bir öğün yemek ve temiz içme suyu için finansman kaynağı yaratmaya, 49 bin liraya yükselen yoksulluk sınırı karşısında sosyal transfer sistemlerini güçlendirmeye erişmiyor takvim yaprakları… Türkiye, asgari ücrette Avrupa’nın dibinde kalmaya devam ediyor. 

 

En yüksek gelir grubunun toplam gelirden aldığı pay yüzde 50 iken, sadece İstanbul’da yıllık enflasyon yüzde 76’nın üzerine çıkmışken, asgari ücret zamları henüz ceplere ulaşmadan yarı yolda erirken, toplumdaki gelir adaletsizliğine yönelik acil tedbirler bulmaya kadar varmıyor “sosyal adalet” tartışmaları…

 

Bir yandan bazı çocuklar yıllık ücreti yüz binlerce liralık özel okullara giderken diğerlerinin canları pahasına mesleki eğitim merkezlerinde çocuk işçi olarak çalıştırıldığını kabullenmeye ve alternatif olarak daha adil yaşam modelleri önermeye, son 10 yılda en az 671 çocuk işçinin hayatını kaybettiğini anımsatmaya, şeriattan konuşulacağına uyuşturucu batağına batmış çocukları kurtarmaya, en büyük kâğıt parayla ancak yarım kilo kıyma alınabilmesi sonucunda günaşırı et tüketen çocuk sayısının yüzde 10 bandının bile gerisine düşeceğinden konu açmaya, yani “sosyal adaletin abecesini konuşmaya” gelince “aradığınız kişilere şu anda ulaşılamıyor”… 

 

Eğitimden beslenmeye sağlıktan mutluluğa dek birçok hakkımız enkaz altında kalıyor. 

 

Takvim yaprakları hızla değişiyor. Dünya, hassas kalpler için bir cehenneme dönüşüyor. Biz tüm bu kötülükler içinde iyiliğe yer açmaya çalışıyoruz. Ama içim(iz)de kocaman bir çöl, derin bir uğultu ve kaybolan gelecek umutları… 

 

Umudu örgütlemek için sivil toplum düzeyinde yapılan çabalarla zaman zaman bir ferahlık kaplasa da kalpleri, yeni açmazlar, yeni suçlamalar, yeni günah keçileriyle kursakta kalıyor bu da… 

 

Zaten insan bir kere olsun başkasının derdiyle, açlığıyla, ötekileştirilmesiyle tanıştı mı, artık hiçbir şeye eskisi gibi bakamıyormuş. Bakamıyoruz. Sararan takvim yapraklarından geriye çoğu zaman koca bir hiçlik ve toplumsal hüzün kalıyor.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.