Vefatının 100’üncü Yılında Ziya Gökalp ve Millî Terbiye/Eğitim

Türkiye, modern eğitimin kurumsal yapısıyla Tanzimat sonrasında karşılaşmış olsa da, ilk defa Gökalp ile ideolojik, felsefî ve kavramsal tanımlar ve tasnifler yapılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla modern Türkiye’nin eğitim felsefesine -her ne kadar inişli çıkışlı bir seyri olsa da- Gökalp’in katkısının sanıldığından daha fazla olduğu söylenebilir.

ziya gökalp

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir asrı geçen hayatında kültür-kimlik, vatandaşlık gibi hayatî konuların tanım ve kapsamlarında bazı kronik sorunların devam ettiği herkesin malumudur. Üstelik bu sorunlar bazı dönemlerde devletin bekası için kritik noktalara savrulabilmektedir. Son 20 yılda bu mesele, AB’ye giriş süreci, asker-sivil ilişkileri, iktidar elitlerinin/çevrelerinin işbirliği ve/ya değişimi ve Anayasa gibi konularda ciddi şekilde gündeme gelmektedir. Bütün bunlar, 100 sene önce vefat eden ve bazılarına göre “yüzyıla damgasını vuran düşünür” addedilen Ziya Gökalp’in ideolojisi, fikirleri ve bu yazı için daha da önemlisi, eğitim görüşleri ve önerdiği kavramsal çerçeve ile yakında ilgilidir. Türkiye, modern eğitimin kurumsal yapısıyla Tanzimat sonrasında karşılaşmış olsa da, ilk defa Gökalp ile ideolojik, felsefî ve kavramsal tanımlar ve tasnifler yapılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla modern Türkiye’nin eğitim felsefesine -her ne kadar inişli çıkışlı bir seyri olsa da- Gökalp’in katkısının sanıldığından daha fazla olduğu söylenebilir.

 

Gökalp’in eğitim felsefesi ve önerilerine geçmeden önce, kısa süren hayatındaki düşünme biçiminden ve sistematiğinden kısaca bahsetmek gerekir. Karl Manheim’in “kuşaklar teorisi/ sosyolojisi”nin de izah ettiği üzere Gökalp, Jön Türk kuşağının, İttihat ve Terakki’nin, sonra da erken Cumhuriyet’in aydın tipolojisini rahatlıkla yansıtır. Her yönüyle büyük bir buhran dönemi yaşayan bu kuşağın hâkim ve mümeyyiz vasıflarından biri, modern hayatın, düşüncenin ve pozitivist felsefenin üzerinde derin etkisinin olması ve bundan mülhem ataerkil ve otokratik zihniyetin imkânlarıyla yeni bir toplum yaratma hevesidir. Bu sebeple devlet ve toplum hayatının hemen her alanına yönelik radikal dönüşüm programları ileri sürmek, çoğunda karakteristik bir niteliktir. Kriz döneminin risklerini ve tehlikelerini fırsata çevirebilmek için var güçleriyle zihnen ve fiilen çalışarak yeni dönemin liderleri ya da en azından hazırlayıcıları arasında yer almanın gayreti içinde olmuşlardır. Gökalp, bu kuşağın zirve, lider isimlerinden biridir. Samet Ağaoğlu’nun tasviriyle, “modern bir derviş” ve tek başına bir üniversite olan Gökalp, bir milletin ve devletin dağılıp yok olmakla yüz yüze geldiği bir hengâmede yeniden inşanın manevî-ideolojik mimarı olma yarışında mütevazı ama rakipsiz bir konumdadır. Gökalp her ne kadar kendi kuşağının özgün bir düşünür ideoloğu olsa da kahir ekseriyetinden farklılaşan vasıfları vardır. 

 

Her şeyden önce Ziya Gökalp, özellikle 1909 sonrasındaki düşünme/telif döneminde kendi kavram setlerini ve tasniflerini büyük ölçüde kendisi üreten bir ustadır. Kendi düşünme araçlarını kendisi üreten ustanın, sabit bir sistemi olmadığı için kısa zaman aralıklarında bile kavramlarının mahiyetinde değişiklikler yaptığı görülebilmektedir. Bu da onu anlamanın önünde büyük bir bariyerdir. Gustave Le Bon, Alfred Fouilleé, Gabriel Tarde ve Emile Durkheim başta olmak üzere zamanın Avrupalı operasyonel ve vülger sosyal bilimcilerini yakından izleyen ve bugünün ölçülerinde “plagiarizm” sınırlarını hayli aşan bir etkilenme çerçevesinde eklektik aktarımlar ve tasnifler yapan Gökalp’in, sosyoloji, antropoloji, folklor, maarif ve iktisat sahalarında orijinal kavramlar üreten bir düşünür olduğunun altı çizilmelidir. Onun Türk siyaset ve sosyal bilim camiasına katkılarının ve etkilerinin ne düzeyde olduğu henüz bütün kuşatıcılığıyla araştırılmış bir mevzu değildir. Ancak, sadece maarif/eğitim sahası için denilebilir ki modernleşme dönemi Türk eğitim sisteminde en özgün sınıflamalar ve kavramlar Gökalp ile başlamıştır ve bu keşifler bugüne kadar fonksiyonelliğini devam ettirmektedir.

 

Talim, Terbiye ve Eğitim Felsefesi

 

Başta “talim ve terbiye” ile tedris, “müteʻazzi ve münteşir” terbiye ayrımları olmak üzere “hars, tezhip, medeniyet, millet ve millîlik, mefkûre, şuur, örf ve asrîlik” Gökalp’in eğitim düşüncesini işlediği kavramsal cihazlardır. O hayatta iken bugün yaygın bir kullanıma erişen “eğitim” kelimesi yoktu. Her ne kadar Gökalp, “maarif meselesi”, “maarif ıslahı” gibi kullanımlarda “eğitim” karşılığı olarak “maarif”i tercih ediyor gibi olsa da onun için “maarif” elbette çok daha farklı bir kavramdır. Bugün eğitim kavramıyla anlaşılan şey, en azından 1910 sonrasında “talim” ve “terbiye”nin toplamı olmakla birlikte bundan daha muhtevalı ve karmaşık bir olgudur ancak “maarif”in tamamı bunlar değildir. 

 

Gökalp, modern devletin kritik kurumsal yapılarından olan “modern eğitim” olgusunun mahiyetini bütün ciddiyet, derinlik ve krizleriyle erken vakitte fark etmiş bir aydındır. Cemiyet hayatının nihai hâli olarak tanımladığı “muasır/modern devlet” ve “millet”in teşekkülü için “millî terbiye”nin elzem olduğunu baştan fark etmiştir. Buradan bakıldığında aslında onun için “millî terbiye” muasır devlet ve millet hayatını oluşturacak yapıcı/yaratıcı bir araçtır.

 

“İslam Terbiyesinin Mahiyeti” başlıklı yazısında (1914) ilk defa “üç tarz-ı terbiye” tasnifini yapmıştır. Eğitime dair bu ilk kapsamlı yazısında Gökalp, İslam’ın terbiye mefkûresinden bahsederek bunun üç temel gayesinin olduğunu ifade etmiştir. Öncelikle millî lisan ve edebiyat, temel dinî bilgiler ve riyaziyât-tabiiyât gibi ilimlerin öğretildiği İslam terbiyesinin takip ettiği gayenin Türklük, İslamlık ve Muasırlık olduğunu belirtir. Bu tasnif kısa süre sonra Gökalp’in meşhur “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” tezinin temellerinden biri olacaktır. Gökalp bu yazıda, Tanzimatçıların dinî terbiyeyi zayıflatarak beynelmilel terbiyeye ehemmiyet verdiklerini ancak bunun da millî gayelere hizmet etmediğini vurguladıktan sonra Türk milletinin arayış içinde olduğuna dikkati çekmiştir. “İslamî, millî ve asrî” terbiyecilerin yeni terbiye temelleri arayışı içinde olduğunu belirterek, özü itibarıyla bu üç cereyanın birbirinin “muhasım ve muarızı değil, muavin (yardımcısı) ve mükemmili (tamamlayıcısı)” olması gerektiğinin altını çizmiştir. Düşünüre göre bu üç farklı terbiye, birbirinin hudutlarına tecavüz etmeyecek, kendi dairesinde kalarak diğerleriyle bir dayanışma içinde olacaktır. Gökalp burada, millî ve dinî terbiyenin hudutlarını belirlemenin hayli güç olduğunu söyler. Ancak ilerleyen senelerde millî terbiyenin mahiyetini ve sınırlarını daha net bir şekilde çizecektir. Özellikle 1923 sonrasında, dinî terbiyeden neredeyse bahsetmez hâle gelecektir.

 

Gökalp, 1916’dan sonra terbiye meselesine daha derinden eğilmeye başlamış, bu senenin Temmuz ayını müteakiben Muallim Mecmuası’nda “Millî Terbiye” başlığı altında seri hâldeki makalelerinde terbiyeye dair alet kutusunu hem zenginleştirmiş hem de olası ulus-devletin ihtiyaçlarını dikkate alır bir arayış içine girmiştir. Artık onun için eğitimde millîlik önemli kavramlardan biridir. Bu noktada “talim ve terbiye” mefhumlarını belirgin halde birbirinden ayırmış ve bunların mahiyetine dair normatif umdeler oluşturmuştur. Ona göre, bir cemiyette önceden gelenlerin bilgi, tecrübe ve maharetlerini yeni nesillere aktarma sürecinde iki farklı husus vardır: Birincisi, bir kavmin vicdanında yaşayan ve sadece kendine mahsus hars adı verilen kıymet/değer hükümleri vardır. Bu harsın, cemiyetin yeni fertlerine aktarılması ve onlarda ruhî melekeler hâline getirilmesine terbiye denir. Bu, şahısları toplumun ferdi/üyesi hâline getirme işidir. Gökalp’e göre bir cemiyet, fertlerine lisanını, ahlâkını, bediiyatını (sanat), ilmini, mantığını, teknik ve teknolojik süreçlerini açıklamazsa yaşayamaz. İşte terbiye, bu aktarım ve açıklama görevini üstlenir. Cemiyetin terbiye yoluyla fertleri üzerinde tatbik ettiği bu eylem içtimaileştirmedir (sosyalleştirme).

 

Gökalp, terbiye ile bitişik “talim” kavramını da şöyle tanımlar: Bir kavmin zihninde yaşayan şen’iyet/gerçeklik/realite hükümleri vardır ki bunlara o kavmin fenniyâtı/teknolojisi denir. Bu hükümlerin kavmin fertlerinde ruhî itiyatlar hâline getirilmesi işine de talim denir. Gökalp’in âdeta üzerinde titrediği husus, bir millete has olan, dış müdahalelerle değişmeyen, cemiyetin vicdanında yaşayan hars adını verdiği kıymet hükümleridir. Bu hükümler sadece bir millete aittir, dolayısıyla da millîdir. Bu millî unsuru yeni nesillere aktarma işi olan terbiyenin de mutlak manada millî olması gerekir. Sosyolog düşünüre göre, gerçeklik hükümleri (şen’iyet) millî değildir, lâ-millîdir. Bunun millî olması gerekmediği gibi çoğu kere de farklı milletlerden temin edilir, edilebilir. İlerleyen zamanda Gökalp başka milletlerin (Avrupa’nın) teknik ve teknolojisinin alınması zaruriliğinden bahsetmiştir.

 

Öncü düşünür, terbiyenin temel mahiyetinin “hars/kültür aktarımı” olduğunun altını çizmekte ısrarlıdır. Ona göre hars, “bir milletin dinî, ahlakî, hukukî, iktisadi, bediî, lisanî müesseselerinin toplamıdır”. Her ne kadar hars, ilerleyen senelerde kültür kelimesiyle karşılanmaya başlamış olsa da Gökalp’e göre hars, kültür demek değildir. Fransızcadaki kültür kelimesi olsa olsa bizdeki “irfan” kelimesine karşılık gelebilir. Dolayısıyla aslında o, hars derken kültürden daha evsaflı, daha derin bir içtimâî varlık ve değer dünyasına işaret etmiştir. Gökalp’in hars tanımı ile bugün geniş çevrelerin kültür tanımı arasında bir fark görünmemektedir. Bir toplumun varlık ve yaşama sebebi olan “ruh-ı amme” ya da “örf” olarak da adlandırdığı değer dünyası ona göre harsı oluşturur. Bir kavmin ve cemiyetin, asrî zamanda millet hâlinde yaşayabilmesi için kültürünü öğrenmesi ve fertlerine aktarması zaruridir. Bu noktada da millî ve asrî/çağdaş terbiyeye mutlak ihtiyaçtır. Gökalp’in eğitim yazılarında terbiyenin millî, asrî ve dinî tartışması geniş yer tutmuştur. Özellikle 1923’e kadar terbiyenin asrî ve millî vasfında dinî unsurların ‘özü’ teşkil ettiğini görmek mümkündür. Ancak bu tarihten sonra terbiyede asrîlik ve millîlik, dinîliği dışta tutan bir çerçeve haline gelmiştir.

 

Müte’azzi (Örgün) ve Münteşir (Yaygın) Terbiye/Eğitim

 

Gökalp’e göre buhran devirleri, bir cemiyetin yenilenmesi için lüzumlu, hatta terbiyenin membaı olması gereken ama asla uzun sürmemesi istenen riskli dönemeçlerdir. Ona göre, bir “buhran devri” olan Tanzimat sonrasında değerler dünyası değişmeye başlamıştır. Söz konusu sürecin muharrik gücü “millî hars”, “mefkûre” ve daha ileride de “ruh-ı âmme/örf” kavramları olarak kavramsallaştırılmıştır. Ona göre böylesi zamanlarda, bütün kıymet hükümlerinin temeli olan ve cemiyete can veren mefkûre (ruh-ı âmme), kendiliğinden canlı (nâtık) hâle gelir ve değişim aşamasına girilir. Toplumu bir arada tutan değer dünyası, mefkûreye bağlı olduğundan, onun değişmesiyle kıymet hükümleri de değişir. Bu değişim sürecinin maarif, hars ve terbiye ile yakın bir bağı vardır. Yukarıda değinildiği üzere ona göre toplumun kültür ünitelerini, fertleri üzerinde ruhî melekeler hâline getirme vazifesi terbiyenindir. Ona göre bu vazifenin icrasında iki yol vardır: 

 

1. Yetişmiş neslin farkında olmadan yeni nesillere tesir etmesi, bilgi ve davranış aktarmasıdır. Gökalp bu usulü, “münteşir terbiye (yaygın)” olarak tanımlar. 2. Yetişmiş neslin, veli, muallim, vasi vb. mürebbi tayiniyle usul ve irade tahtında muayyen fikir ve hisleri telkindir. Bu da müte’azzi terbiye (örgün) olarak ifade edilmiştir. 

 

Münteşir terbiyenin kaynağı, yetişmiş neslin birikmiş fikir ve hisleri değildir. Toplum her an yenilenme hâlindedir. Çocuklar toplumdaki en yeni fikir ve hisleri alırlar. Bu en yeni fikir ve hisler; en yeni olay, buhran ve cereyanların neticeleridir. Şu hâlde münteşir terbiye, önceki neslin değil mevcut toplumun vicdanını nakleder. Müte’azzi terbiye ise çocuklara genellikle toplumun mevcut vicdanını değil geçmişten toplanmış zihnî birikimini aktarır. Gökalp’e göre içtimâî vicdan, müte’azzi terbiyenin değil münteşir terbiyenin verdiği canlı müesseselerdir. Düşünür bu analojiden hareketle hars tanımı yeniler; bir millette, münteşir terbiye yoluyla cemiyetten ferde geçen ruhiyetlerin/müesseselerin toplamına hars denir. Mesela anadil, türküler, canlı ve vecdli biçimde yaşanan din, ahlak, bediî/sanatsal duygular, münteşir terbiyenin unsurlarıdır. Bir fert, milletin hukukî, iktisadî, örfî, felsefî, ilmî temayüllerini bu suretle alır. Toplumda yaşayan din, ahlak, hukuk, sanat iktisat olduğu gibi bir de bunların yazılı versiyonu vardır. Örgün eğitim yazılı, belgeli kısımları öğretir. Mektepte öğretilenler, insanı “vaniteue” (gösterişçi) hatta “ikiyüzlü” yapar. Gökalp’e göre, Tanzimat’tan beri memleketimizde gösterişçiliğin umumi bir hastalık haline gelmesinin sebebi budur. Ona göre münteşir terbiye (yaygın eğitim) ise gerçek, hakiki millî terbiyedir. Örgün eğitim yaygın eğitime uyum gösterdiği ölçüde faydalı ve anlamlı olabilir. Aksi hâlde eğitim sistemiyle toplum arasında bitmeyen bir kriz doğar. Gökalp’e göre bu krizin kaynağı eğitimin millî olamamasıyla doğrudan ilgilidir ve toplumun bekası için büyük risktir. 

 

Ziya Gökalp Günümüz Eğitimine Ne Söyler? 

 

Ziya Gökalp’i eğitim/maarif/terbiye noktainazarından anlamaya çalışmak ya da tartışmak, öncelikle bugünkü eğitim sisteminin yapısına dair bir hüküm vermekle başlayabilir. Eğitimde millîlik ne demektir? Eğitim sistemi millî midir? Millî olması gerekli midir? Eğitim sisteminde öğretilenler, Türk milletinin tarihî-kültürel dokusuna uygun mudur? Bu sorulara verilecek cevaplar olumlu ise Gökalp’in teklifleri ve öngörüleri amacına ulaşmış demektir. Sorunun cevabı menfi ise Gökalp’in fikirlerinin realiteye tevafuku tartışmaya açılabilir. Ardından da Gökalp sonrasında onun önerdiği bir eğitim sisteminin niçin teessüs edemediği sorgulanabilir.

 

Gökalp’in devlet ve millet analojisine göre Türk toplumu tarihin en eski dönemlerinden beri milletşahî bir yapıdadır (millet niteliğine özünde sahip). Bu sebeple Gökalp, Oğuzların terbiyesini “millî bir terbiye” olarak niteler. İdeolog düşünüre göre Türk cemiyeti arasında asrî bir hars, şuursuz bir şekilde daima var olmuştur. Modern dönemde terbiyenin gayesi bu şuursuz hâlde (tahte’ş-şuʻur) duran harsı canlı hâle getirmek olmuştur. Böylece cemiyetin tekâmülü tamamlanacak ve millî harsın devamı sağlanacaktır. Ancak bunun için asrî bir terbiyenin tecelli etmesi zaruridir. Asrî olmayan bir cemiyette, asrî bir terbiyenin verilmeye çalışılması eğitim sistemi ile toplum arasında mesafenin açılmasına sebep olur. Bu durum eğitim/okul ile toplum/aile arasında bir değer uyuşmazlığı doğurur.

 

Gökalp, Tanzimat’tan beri Türk toplumu ile Türkiye’nin eğitim sistemi arasında bir mesafe, soğukluk ve değer uyuşmazlığı olduğundan bahseder. Okulda öğretilen “yabancı” fikirler ile toplumun millî kültürü arasında bir fark/mesafe vardır. Bu krizin kaynağı ve sebebi nedir? Türk cemiyetinin gerçekten millet vasfına sahip bir bünyeye sahip olmamasından mı kaynaklanmaktadır? Gökalp’in yorumuna göre eğitim ve toplum arasında bir mesafe varsa bunun temeli asrî harsın olmamasıdır. Asrî harsı olmayan toplum millet vasfında değildir! Böylesi bir topluma asrî terbiye/eğitim verilse bile yine asrî bir eğitim sistemi teşekkül etmez. Şu hâlde Türk toplumu, “millet” esasına dayalı bir siyasal-sosyolojik tekâmüle ulaşmış mıdır? Yoksa hâlâ bir cemaatler konsorsiyumu olarak mı hayatına devam etmekte ve millet (toplum) olamamanın sancısını mı çekmektedir? Gökalp’in vefatından 100 sene geçmiş olmasına karşın Türk siyaset tecrübesinin ve özellikle bürokrasinin çalışma mekaniği ve pratiği göz önüne alındığında, millet ve toplum olma vasfından ne düzeyde bahsedilebilir? 100 yıldır, eğitim sisteminin millîliği sürekli sorgulanıyor ve eğitimde millîlik arayışları hız kesmiyorsa, Gökalp’in “asrî harsa malikiyet” ve “tabiaten millet olmak” vasıflarını sorgulamaktan başka çare yoktur.

 

Gökalp, asrî harsa sahip olmayan toplumların, millet vasfında bir sosyolojik ve siyasal tekâmüle ulaşamadıklarını, dolayısıyla asrî bir cemiyet olmadıklarını söyler. Buna örnek olarak da İran’ı gösterir. Ona göre bu yapıdaki bir cemiyette, asrî eğitimin verilmesi marazi, çift irfanlı, çift vicdanlı, şahsiyetsiz ve seciyesiz insanların yetişmesine sebep olur. Osmanlı son dönemindeki buhran sürecinde Türk cemiyeti, Türkçülük cereyanı ile vicdanında yaşayan harsı canlandırmaya ve bunu okulla, yaygın eğitim (münteşir) hâline getirmeye çalışmıştır. Anlaşıldığı kadarıyla Gökalp’in bu planı Cumhuriyet sonrasında tutmamıştır. Okul, gayri millî bilgi ve değerleri öğretmeye çalışmış, bu ise Türk milletine bir türlü makul gelmediği için eğitim sistemi ve özgün Türk harsı/kültürü arasındaki mesafe kapanmadan varlığını sürdürmüştür. Dahası Gökalp, kendi döneminde “topluma en zararlı insanların mektep ve medrese görmüş insanlar arasından çıktığını, çünkü bunların özgün halk terbiyesi ile eğitilmediğini, kendilerine farklı bir cemiyetin mefkûresinin verilmeye çalışıldığını, dolayısıyla da bu adamlardan memleketin sürekli zarar gördüğünü” söylemiştir. İran için söylediklerinin bir benzeri burada meydana gelmiş durumdadır. Aslında bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca eğitim sisteminin manzarası bundan farklı değildir. Elbette, terbiyesini sadece mektebe borçlu olmayan; aile, toplum ve diğer cemiyet unsurlarından beslenerek yetişen istisna şahsiyetler de vardır. Şu hâlde aslında Gökalp’in şikâyet ettiği Tanzimat maarifinin zihniyeti, Cumhuriyet döneminde görünmeden kökleşmiş, âdeta kurumsal hâle gelerek devam etmiştir. 

 

Acaba Gökalp’in Türkçülük cereyanından umduğu, Türk milletinin öz töresine, örfüne ve harsına bağlı bir maarif sisteminin teşekkül edememesinin sebepleri nelerdir? Bunun üzerine düşünmek gerekir. Gökalp’in analojisine göre Türk milleti yaşadıkça millî bir terbiye sisteminin teşekkül etmesi potansiyel halde daima mevcuttur. Türk milleti bu asırda yaşadığına göre asrî bir millettir, asrî bir millet olduğuna göre de asrî bir harsı vardır. O hâlde yapılması gereken, terbiye sistemini buna göre yapılandırmaktır. Ama her nedense bu terbiye/eğitim sistemi bir türlü millî vasıfta yapılandırılamamaktadır. Şimdi düşünülmesi gereken husus budur. Neden? Buna kimler, nasıl engel olmaktadır?

 

Cemiyetleri tekâmüle getiren evrim sürecinde buhran devirlerinin risk ve fırsatlarına sıklıkla işaret eden Gökalp, tam da böylesi bir zamanda yaşadığının farkındadır. Buhran devri, mefkûrenin değiştiği zamanlar olduğu için yeni mefkûreyi ve ruh-ı âmmeyi temsil edenlerin “dâhiler ve kahramanlar” olduğunu söyler ve onlara millet adına hayatî bir vazife yükler (Aslında Gökalp, hiç bir yerde açık şekilde ifade etmese de kendini “modern bir müçtehit” ve müceddit olarak konumlandırır). Asrî müceddit ya da sadece müçtehit de dediği yeni ve gerçek toplum önderlerinin kendi kanaatlerini değil, örfü ilâ ederek (yücelterek) şuurlu bir şekilde millî harsı canlandırmalarını, temsil etmelerini ve yaşatmaları gerektiğini; aksi hâlde irticaî hareketlerin yükseleceğini ve sanki onların gerçekmiş gibi algılanmasına sebep olacaklarını ihbar ve ihtar eder. Daha da ileri giderek ruh-ı amme yerine, efkâr-ı âmmenin örf mahiyetinde cemiyete dayatılmaya çalışılacağından bahseder. Aslında Gökalp burada, gerçek toplum önderlerine çok önemli bir uyarıda bulunmaktadır. Millî terbiye ile beslenmeyen, başka milletlerin kültürüyle yetişen kamusal önderler tarafından, örf olmayan ama örfmüş gibi Türk toplumuna dayatılan konjonktürel, moda fikir, düşünce, davranış, duyuş, düşünüş ve yaşam tarzları var mıdır ve bunların süreklilik kazanması söz konusu mudur? Bu dayatmanın en etkin ve kestirme yolunun eğitim sistemi olduğu düşünülebilir mi? Eğitim sisteminin yeniden yapılandırma süreçlerinde ve kritik karar alma mekanizmalarında kimler, hangi misyonları, nasıl üstlenmektedir?

 

Gökalp’in terbiye meselesine yönelik düşünme pratiğinde “asrîlik, hars ve millîlik” anahtar kavramlardır. Bu mefhumlar, asrî milleti ve Türk devletini yaratacak ve hayatta tutacak unsurlardır. Her milletin kendine özgü bir kültürü vardır ancak bu apaçık ve görülebilir realite değildir. Cemiyetin vicdanında şuursuz hâlde yaşayan millî marifetleri, (kültürü) ilmî metotlarla keşfetmek ve bu marifetlerin mevcudiyetini meydana çıkarmak akademinin bir görevidir. Gökalp’e göre bunu ancak, içtimâiyât (sosyoloji) bilimi, usulüne göre şuurlu bir şekilde yapabilir. Millî marifetlerin teşekkülü için tek yol, sosyal bilimlerle iştigal edenlerin sosyolojik yöntem ve kuralları bilmesidir. Sosyolog düşünürümüze göre, geçmiş devirlerdeki felsefenin ve filozofların yerini modern toplumlarda sosyoloji ve sosyologlar almıştır. Gökalp, millî marifetlerin keşfi ve ona dayalı bir eğitim sistemini kurulabilmenin tek çaresinin “Türk kültürünü araştırarak millî içtimâiyâtımızı kurmak” olduğunu söyler. 

 

Onun bu ideali vefatından sonra nasıl devam etmiştir? Aslında Gökalp’in işaretiyle 1924’ten sonra Türkiye’de sosyolojiye hiç olmayacağı kadar yüksek bir statü verilmiş, alan açılmıştır. Buna rağmen Türkiye’de millî bir içtimâiyâttan bahsedilebilir mi? Cevap menfi ise bunun sebep/leri nedir? İçtimâiyât, Türkiye’de millî harsın (marifetlerin) ilkelerini belirlemek ve onları fertlerde ruhî melekeler hâlinde getirmeye mi hizmet etmiştir, etmektedir, yoksa yine Gökalp’in “efkâr-ı âmme” olarak nitelediği, gelip geçici, belli sınıfların menfaatlerini yansıtan, yabancı fikirlerin savunusuna ve dayatılmasına vesayet eden bir misyon/fonksiyon mu üstlenmiştir? Bu sorunun cevabını sosyologların vermesi gerekir.

 

Terbiye meselesinin hars ve medeniyetle doğrudan ilişkilendirildiği tartışmalarda Gökalp, dini hemen hemen hiç söz konusu etmemiştir. Harsı ve medeniyeti vücuda getiren müesseseler sayılırken din ve ahlak en başta yer alan kurumlar arasındadır. Ona göre eski Türkler din saikiyle yeni bir medeniyete dâhil olmuş ve devlet nev’i/türü bakımından kabileden ümmet safhasına bu devrede geçilmiştir. Tanzimat’tan sonra ise yeni medeniyetle intibak, fenniyât/teknoloji itibariyledir. Dolayısıyla dini ve din eğitimini, terbiye tartışmasına dâhil etmemiştir. Modern eğitimin teşekkülünde dinin yerinin olmaması, yeni eğitim sisteminin din karşıtı olarak konumlanması da aslında Gökalp’in meseleyi kavradığını göstermektedir. Ancak yine ona göre kültürü meydana getiren müesseselerin başında din gelir. Millî terbiye, kültüre istinat ettiğine göre millî eğitim de büyük ölçüde bu realiteye istinat edecektir. Bu durum Gökalp’in eğitim paradigmasının ciddi paradokslarından biridir. Nitekim Gökalp bu konuyu fazla kurcalamamıştır.

 

Talim ve terbiye, hars ve medeniyet kavramları arasında net bir ayrım yapan Gökalp, Avrupa’dan, talim-i tedris usulüne (genel öğretim yöntemleri) dayanan alanlarda bilgi, yöntem ve davranış almamız gerektiğini, hatta buna mecbur olduğumuzu söyler. Teknik ve teknolojiye millî duyguların dâhil olmadığını, bunun bütün milletlerde ortak olduğunu da ekler. Oysa teknik ve teknolojinin de bir felsefe, metafizik ve millî duyguya dayandığı 1960’lardan sonra neredeyse kesin bir hüküm hâline gelmiştir. Bu yönüyle Gökalp’in tasnifinde talimin lâ-millî olması gerekçesiyle Avrupa’yı taklitte bir beis görmemesi bugün için pekâlâ tartışmalı bir husustur. 

 

Gökalp, teknik ve teknoloji yönüyle Batı medeniyeti unsurlarını almayı zaruri görürken; bilim-ahlak, teknik-maneviyat ve metafizik ayrımı yapmamıştır. Bir medeniyet dairesinden bir nesne/araç, teknik, usul alındığında onun kültürü, edebiyatı, ahlakı ve metafiziği de beraberinde sinsice sızar. Bunu refüze edecek millî/harsî sınırlar ve imkânlar hemen hemen yok gibidir. Bu durum sosyal ve beşerî bilimlerde zaten had safhadadır ki Gökalp bunu iktisat ilmi üzerinden örneklendirmiştir. Nitekim “Bir İngiliz iktisatçının teorisi asla evrensel değil, İngiliz iktisadının evrensel adı altında başkalarına pazarlanmasından ibarettir” der. Bu durum, pedagoji için çok daha derin ve keskin bir realitedir. Tanzimat’tan itibaren, özellikle de II. Meşrutiyet’ten sonra terbiye, ekonomi, sosyoloji, hukuk vb. alanlarda metot aramanın, yüzlerce Batılı uzman davet edip onlardan çare beklemenin ürettiği sorunlar ortadadır.

 

Cumhuriyet dönemi eğitim zihniyeti ve paradigması üzerinde belirgin bir etkisi olan Ziya Gökalp, her şeyden önce Türkiye eğitim tarihinin düşünce ve kavram üretimi bakımından en özgün ismidir. Onun öngördüğü millî eğitimin nasıl teessüs ettiği ya da edemediği ciddi ve geniş tartışmalara muhtaçtır. Türkiye’nin eğitim fakültelerinde bunu yapmakla mükellef eğitim bilimciler ve eğitim sosyologları Gökalp’i anlamanın formasyon ve performansı noktasında kendilerini yoklayabilirler.



Kaynaklar

Ziya Gökalp. (10 Ağustos 1327/23 Ağustos 1911). “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler”, Genç Kalemler, ss.138-141.

Ziya Gökalp. (15 Temmuz 1332/1916). “Millî Terbiye, I”, Muallim Mecmuası, S.1, ss.3-9.

Ziya Gökalp. (Mayıs 1333/1917). “Cemiyette Büyük Adamların Tesiri”, İçtimaiyat, C.1, S.1, ss.146-154.

Ziya Gökalp. (1 Haziran 1333/ 1 Haziran 1917). “Maarif Meselesi”, Muallim Mecmuası, S.11, ss. 321-327.

Ziya Gökalp. (7 Mart 1918). “Mükâfat ve Mücazat Meselesine Dair Birkaç Söz”, Yeni Mecmua, S.34, ss.143-144.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.