Bir Düşünür: Gökalp’in Rüyası ve Gerçekler

Gökalp, reformcu ve yenilikçileri ikiye ayırırken gelenekçileri de kendi arasında ikiye ayırır. Liberal ve radikaller derken iki ayrı kavramla “yenilikçileri”; muhafazakârlar ve mürteciler derken de her iki kavramla “gelenekçileri” kasteder. Yenilikçilerin müfritleri radikaller, gelenekçilerin müfritleri de mürtecilerdir.

ziya gökalp

Bu yazıda geçen yüzyılın en kritik düşünürlerinden biri olan Gökalp’ten söz etmek istiyorum. 2024, aynı zamanda onun aramızdan ayrılışının da 100’üncü yıldönümü. Her ne kadar kuruluş ve gelişmesinde çok büyük katkısı olduğu milliyetçi kuruluş ve mahfillerin bile hakkında gereği gibi toplantı, sempozyum, kolokyum, müzakere ve yayınlar yapmadığı bu düşünürün etkileri bugün bile sosyal bilimlerde hâlâ hissediliyor. 

 

Türkiye’de talim ve terbiyeden darülfünun ve modern üniversiteye kadar çok sayıda kurum ve kavramın mucidi olan bu büyük içtimaiyatçı, sosyal meselelere nüfuzundaki bütün yetkinliğine rağmen gündelik hayatında bir acemi, sıkılgan ve mahcup bir taşralı görünümündedir. Gündelik işlerini yapmakta bile başarılı olamayan beceriksiz, içine kapanık bir tip. 

 

İşte bu adam Cumhuriyet ilan edilmeden hemen önce, onun arifesinde siyasal partilere dair Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde çok değerli yazılar kaleme alır. 23 ve 29 Nisan 1923’te kaleme aldığı bu yazılardan biri “Fırkaların Siyasî Tasnifi”, diğeri ise “Fırkaların İçtimaî Tasnifi” başlığını taşır. Her iki yazı da bugün bile üzerinde durulmaya değecek önemli tespitlerle doludur.

 

Yazılarda siyasal partilerin demokrasilerin olmazsa olmazlarından biri olması, grup ve grup kararıyla grup disiplininden bahseden o devre göre çok ileri görüşleri bir yana, asıl olarak bugün bile üstesinden gelinemeyen ve gündelik hayat dâhil bütün siyasal dili zehirleyen ve tek başına gündemi esir alan bir tavra, bir bütün olarak zihniyete dair konulara temas edilir.

 

Ulus Çağı

 

Gökalp, ulus çağında her şeyin ulusal kavram ve kurumlar çerçevesinde yeniden tesis edilmesini milliyetçilik olarak tasavvur ederken, ulusu, ırk esasına göre “cemaatlerden” oluşan bir konfederasyon olarak değil, kararlarının “millet meclisi” içinde alındığı siyasal bir birlik olarak tasavvur ediyordu. Aksi halde devletimiz “cemaatlerden meydana gelen”¹ dinî ve etnik bir konfederasyon şekline girer ve asla ulus-devlet olamayız. Bu olmayınca etnik ve dinî temelli kültürel ve siyasal kantonlar hâline geliriz. Oysa ulus-devlet renk, ırk, din ve mezhep farkına bakılmaksızın devlete siyasal aidiyet bağıyla bağlı herkesi ulusun üyesi sayar. Ulus ve ulusal kurumlar da meşruiyetini buradan, milletten, milletin meclisinden alır.

 

Milliyetçilik buydu; meşruiyetini ulusun bütün üyelerinin oluşturduğu milletten alan siyasî ve kültürel bir birlik ideali. Aksi, kaynağı millet değil de eski Osmanlı Millet sisteminde olduğu gibi “tefrik-i din” veya “tefrik-i cins” esasına göre ve “cemaat” yapılarına göre teşkil edilen müteferrik meclislerin esas alındığı bir konfederasyon demekti. Bu anlamda milliyetçilik açık toplum ve cemiyeti, cemaatçilik de kapalı toplum ve zümreciliği esas alır.

 

Fransız Devrimi’nde de meclis kurulurken, meclisin ismi etrafında şiddetli tartışmalar olmuş ve “peuple” kelimesinin “pleps” manasına mı yoksa “populas” manasına mı geldiği tartışılmıştır. Bunlardan biri “sınıf” veya “zümre” manasına gelirken, diğeri ahalinin tamamı, “Fransa” ve “Millet” anlamına geliyordu ve uzun tartışmalardan sonra ikincisi kabul ettirilerek meclisin adı “Millet Meclisi”² olarak belirlenmişti.  

 

Ulus çağı işte bunu, millet meclisini ulusun kalbine koymuş ve her şeyin merkezi yapmıştı. Burada, meclisin askıya alınıp kararların keyfî biçimde alındığı göstermelik bir kurum mu, yoksa anayasal demokrasilerde olduğu gibi açık seçik ve etkin biçimde işleyen bir kurum olarak mı devreye gireceği meselesi öne çıkıyor.

 

Şayet demokratik hukuk devleti ilkeleri değil de keyfî usuller hâkim olursa veya partinin lidere, devletin de partiye teslim olduğu antidemokratik bir yapı devlete egemen olursa; görüntü her ne kadar demokratik bir ulus-devleti olsa bile, “ulus” kavramı “devlet engizisyonunun” gerekçesi hâline getirilerek her şey faşist ve baskıcı bir rejimin aparatı haline getirilebilir.

 

Son yıllarda sıradan meselelerin bile millî güvenlik gerekçesiyle iktidar lehine kullanıldığı Türkiye örneğinde bunun en tipik örneklerinden biri olarak Cumhurbaşkanı baş danışmalarından Mehmet Uçum gösterilebilir. En küçük demokratik ve anayasal talepleri bile “neo-liberal zehirle zihin dünyalarını Batıcılığa teslim etmiş” kozmopolitler olarak itham eden bu şahıs, sütre arkasından bütün bir millete parmak sallayabilmektedir.

 

Bu tarz bir modelde kararını kimlerin verdiği belli olmayan nev zuhur ve müphem bir çizgi, “devlet aklı” gibi gösterilerek sadece anayasal kurumları bypass etmekle kalmıyor, aynı zamanda her tür kirli ve yozlaşmış ilişki, irtikap, anayasaya aykırılık, kanunların hiçe sayılması, hukukun rafa kaldırılması, demokrasinin askıya alınması vs. gibi her türlü hukuk dışı eğilime de meşruiyet kazandırmaya çalışıyor. Bu ise sadece ulusun varlığını değil, anayasal devletin varlığını da tehdit etmekte ve karanlık bir oligarşiye meşruiyet kazandırmaktadır.

 

İfrat ve Tefrit Arasında

 

Gökalp, Cumhuriyet ilan edilmeden çok önce, 23 ve 29 Nisan 1923’te Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde peş peşe yazdığı iki yazıyla siyasi partiler ve onların yapısına dair temel prensipleri kaleme alırken, dikkatleri başka bir şeye, demokrasilerin olmazsa olmazlarından biri olan ifrat ve tefrite çeker. Yazılardan birinin başlığı “Fırkaların Siyasî Tasnifi”, diğerinin başlığı da “Fırkaların İçtimaî Tasnifi” şeklindedir. Bu yazılardan birinde “Liberaller” der, “inkılâbı şuursuz tekâmülün ulaşmış olduğu noktaya kadar getirip orada durmak isteyenlerdir”.³

 

 

“Radikallerse, gizli tekâmülü bir içtimaî şe’niyet haline getirdiği tahavvülleri fiiliyat sahasına çıkarmakla iktifa etmeyerek canlı ve cansız bütün ananeleri değiştirmek isteyenlerdir. Görülüyor ki, inkılapçılar arasında objektif hareket edenler ve tekâmülî bir şe’niyete istinat edenler yalnız liberallerdir. Liberaller ananelerle mefkûrelerin, içtimaî sebeplerin tesiriyle ölüp doğduğunu, ferdî akıllarla ferdî iradelerin mahsulleri olmadığını bildiklerinden içtimaî vicdanda kendiliğinden değişmemiş olan ananeleri değiştirmeye kıyam etmedikleri gibi henüz içtimaî vicdanda doğmamış bulunan mefkûreleri icraya da kalkışmazlar. Bu sebeple liberal fırkalar yaptıkları inkilâpların ekserisinde muvaffak olmuşlardır. Radikallerse bütün ananeleri ferdî akılların ve iradelerin mahsulleri sandıklarından bunları istedikleri gibi değiştirebileceklerine ve ferdî zihinlerin mahsulleri olan mefkûreleri tahakkuk ettirebileceklerine kanidirler.” (Gökalp, 1977: 21)

 

Gökalp yukarıya aktardığımız görüşleriyle reformcu ve yenilikçileri ikiye ayırırken gelenekçileri de kendi arasında ikiye ayırır. Liberal ve radikaller derken iki ayrı kavramla yenilikçileri; muhafazakârlar ve mürteciler derken de her iki kavramla gelenekçileri kasteder. Yenilikçilerin müfritleri radikaller, gelenekçilerin müfritleri de mürtecilerdir.

 

“Bunlar arasında mürteciler bilhassa liberallere karşı, muhafazakârlar da bilhassa radikallere karşı aksülamel yaparlar. Muhafazakârlığın şartı yalnız canlı ananeleri muhafazaya çalışmaktır, bu fırka cansız ananeleri de muhafazaya çalıştığı zaman irtica derecesine girmiş olur… Liberalizm (Gökalp bu kavramla yenilikçileri kasteder) ile muhafazakârlık daima birbirini kontrol eder. Liberalizm, kendi hududundan taşarak radikalizm sahasına geçeceği zaman, muhafazakârlık onu kendi hudutları dâhiline getirmeye çalışır. Muhafazakârlık da kendi dairesinde duramayarak irticaa doğru gittikçe, liberalizm onu kendi hudutları dâhiline döndürmeye uğraşır.” (Gökalp, 1977: 22)

 

Hazret daha da ileri giderek hem radikaller hem de mürtecilerin kozmopolit vatansızlarla milliyete düşman kesimlerden oluştuğu söyler. Aynı yazıda dünyada yaygın örnekleri görülen ve taban olarak farklı ekonomik ve sosyal zümrelere/ sınıflara dayanan partilere vurgu yapar. Bize gelince henüz sanayi toplumu olmayan bu memleketteki sınıflar da Batı’dan farklı olacaktır. O yüzden buradaki sosyal sınıfları da (a) feodal reisler⁴ (b) küçük burjuvalar (c) teşkilatsız ameleler ve (d) fellahlar şeklinde dörde ayırır. (Gökalp, 1977: 25)

 

Makul Olan

 

Yukarıdaki ifadeler, biri yenilikçi diğeri de gelenekçi olmak üzere iki farklı eğilimin makul bir çerçevede yürümesi hâlinde bunun memleket gerçeklerine uygun olarak birbirini dengeleme yönünde mesafe alacaklarını belirtmiş olur. Fakat bir de bunun ifrat yönü vardır ki o da memleketin radikallerle mürteciler arasında sıkışıp kalmasıdır.

 

Aradan geçen şu kadar yıllık demokrasi denemesi, başlangıcından günümüze kadar siyasal partilerin Gökalp’in beklenti ve tavsiyeleri doğrultusunda değil, korkuları ve endişeleri doğrultusunda geliştiğini göstermiştir. Son 20 yıllık dönemin sonlarına doğru ise bu durum bütün kesimlerde radikalliğin had safhaya vardığı bir durumu intaç etti. 

 

Milliyetçilik derken, bizzat kavramın kurucu isimlerinden birinin tavsiye ettiği liberal bir çizgiyi ve ulusun tümünü kucaklayan bir tolerans iklimini değil, milletin bir kısmını ötekileştiren radikal bir çizgiyi çağrıştırdığı görülüyor. Oysa ulus, ulusun birliği, millet meclisi, amme menfaati, demokrasi ve halka doğru kavramlarının tamamıyla anayasal temelli ulusal kurumların hepsi milliyetçilik kavramının mütemmim cüzleri, parçalarını temsil eder.

 

Tarihin garip bir cilvesi olarak Gökalp radikallerle mürtecileri kozmopolitler olarak tanımlarken, bugün gerçek anlamda muhafazakârlarla liberaller kozmopolit, radikallerle mürteciler de yerli olarak tanımlanıyor. Yine ne tuhaftır ki yerli ve millî patenti kullanılarak demokrasi ve hukukun sınırları daraltılırken, demokrasi ve hukuk devletini savunanlar kökü dışarıda kozmopolit olarak yaftalanıyor.

 

Sonuç

 

Geçiş dönemleri böyledir; eğriyle doğru aynı rafta, yan yana halka arz edilir. Hatta bazen eğri doğru, doğru da eğri olarak revaç görür. Demokrasilerde de durum böyledir. O pazarda hazır olarak alınıp satılan bir meta değil, bir bilinçtir. O bilinç de malumatla değil, yaşanarak, mücadeleyle, ter akıtılarak ve meşakkat çekilerek yerleştirilir. 

 

Hazret yaşadığı dönemde gereği gibi anlaşılamadığı gibi günümüzde de gereği gibi anlaşılamıyor. Mehmet Akif gibi biri bile kendi döneminde Gökalp çizgisini basmakalıp bir önyargıyla “dinsizlik” olarak algılamıştı.

 

“Bir gün Sırat-ı Müstakim idarehanesinde konuşuluyordu. Şair Akif Bey, Eyüp’te şadırvanda abdest alırken Akçuraoğlu Yusuf Bey’i görmüş. Aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:

 

– Yusuf Bey, meğer sizin dinsizliğiniz de mürailikmiş.

 

– Ben dinsiz değilim ki.

 

– Türkçü değil misiniz?…

 

Oradakilerin “Ah, Ziya Bey olmasa, bunların hepsi yola gelir!” dediklerini işitenler var”.⁵

 

__

¹Erişirgil, M.E. (1984), Bir Fikir Adamanın Romanı: Ziya Gökalp, Remzi Kitabevi, İstanbul, s.154.

²Michelet, J. (1967), Fransız İhtilâli Tarihi-I, (çev) Hamdi Varoğlu, Devlet Kitapları Müdürlüğü, İstanbul, 134-135.

³Gökalp, Z. (1977), MAKALELER IV, İslâm, İktisad, İçtimâiyat, Şâir, Halka Doğru Mecmualarında Çıkan Makaleleri, (haz) Ferit Ragıp Tuncor, Kültür Bakanlığı Yayınları: 284, Ziya Gökalp Serisi, Seri: II, No: 14, s. 21.

Gökalp feodalizm kavramına açıklık kazandırır: “Feodalizm hukukî bir yaptırıma sahip resmî bir feodalizm değildir. Kanunlarımız ne feodal reisler ne de boyunduruklu çiftçiler tanır.” Bkz. Gökalp, 1977: 25. 

Erişirgil, M. E. (1984), Bir Fikir Adamının Romanı: Ziya Gökalp, Remzi Kitabevi, İstanbul, s. 114.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.