“Yaban Çilekleri”
Okuduğumuz bir romandaki veya seyrettiğimiz bir filmdeki kahramanın bizimle dünyaya aynı pencereden baktığını, aynı endişeleri taşıdığını gördüğümüzde ulaştığımız ferahlık ve erinç halini kim küçümseyebilir; hatta bu anlama, onaylama ve duygudaşlık hissinin daha az yaşamsal olduğunu kim iddia edebilir ki?
Sanat öznel bir etkinlik ve üretim süreci olduğundan, sanat üzerine yapılan değerlendirme ve tanımlama girişimleri de haliyle öznelliğin baskın tonunu taşır. Sanatın sadece insana özgü bir eylem olduğu vurgusu, yapılan muhtelif tanımlamaların ana bileşkesini oluşturur.
Sanatı; insanın sahip olduğu akıl, idrak, sezgi vb. yetenekleri sayesinde doğada gördüklerini taklit, bu taklide bazen yeni boyutlar ekleyerek bazen de bu taklitten bağımsız tamamen sıfırdan tasarlayarak kurmaca yoluyla yaptığı üretim etkinliği olarak ifade edersek çok da yanılmış olmayız.
Kişi sanat ürünü sayesinde duygu, düşünce ve hayallerini çeşitli formlarla (resim, müzik, film vb.) biçimlendirerek başkalarına ulaştırır. Sanatçı; en üst insani faaliyet olduğu genel kabul görmüş olan kendini bilme ve kendini gerçekleştirme eylemini sanat ürünü sayesinde gerçekleştirdiğinden, sanatın onun için yaşamsal önemini ifade etmeye kalkmamız beyhude bir çaba olur.
Sanat Bizler İçin Gerekli mi?
Peki biz izleyiciler ve sanatseverler için sanat gerekli bir faaliyet mi? Hayatın idamesi ve anlamlandırılması noktasında sanatın takdir ve hatta takdis edilmesi gerekli mi? Sanat ve sanatçılar korunup kollanmalı, üretimleri tasvip ve teşvik edilmeli mi? Bu ve benzeri sorular, sanatın önemini ve yerini belirleme açısından çoğaltılarak sorulabilir.
Kuşkusuz bunlara verilecek cevaplar silsilesi, herkesin bakış açısına ve dünyayı algılayış tarzına bağlı olarak değişiklik arz edecektir. Ancak kanaatimce bunlardan da öte cevaplarımızın yönünü tayin edecek asıl etken, insanı diğer canlılardan ayıran insani özelliklere vereceğimiz değer ve tutumla alakalı olacaktır.
Şayet sinemayı kitlelere hoşça vakit geçirten, eğlendiren hatta uyuşturan teatral bir gösteriden öte insan, tabiat ve aşkın varlıkların doğasına tutulmuş bir ayna ve bunların komplike ilişkiler ağının hakikatine varma aracı olarak görenlerdenseniz, kuşkusuz İsveçli yönetmen İngmar Bergman, nezdinizde bu sanatın Olimpos Dağı’nda ikamet eden en ulularından olacaktır.
Bergman; senaryosunu da yazdığı “Yaban Çilekleri” adlı filminde; başarılı bir kariyerin ardından ömrünün sonuna yaklaşmış Doktor Isak Borg’un hatalarını fark etmesini, korkularıyla yüzleşmesini, giderek ölüm ve kendi geçmişi ile hesaplaşmasını, çoğunlukla gördüğü rüyalar üzerinden anlatmaya çalışır.
Doktor Borg, gençliğinden itibaren kimsenin desteğini almadan, yalnız başına çok çalışarak başarılı olmuş biri olarak çevresine deneyimlediği katı prensipler çerçevesinde bakan, empati duygusu az gelişmiş, soğuk, mesafeli bir Kuzey Avrupalı karakterdir.
İhtiyacı olmamasına karşın oğluna vermiş olduğu borcu, “söz sözdür” diyerek istemeye devam etmesi, bu borcun ödenebilmesi için çıkan sorunlardan dolayı kendine sığınan ve destek isteyen gelinine; “Istırap çekenlere hiç tahammülüm yoktur. Gelip bana ağlayayım deme sakın. Dert anlatacak birini arıyorsan kendine bir psikiyatrist bul ya da bir papaza git” diyebilmesi, karakterinin ipuçlarını ele verir.
Bu kısa girişten sonra filmden bir sahne ile devam edelim.
Doktor Borg hizmetlerine karşılık Üniversite tarafından verilen Onur ödülünü almak üzere şahsi aracıyla yola çıkar. Giderken yolu yıllar önce doktorluk yaptığı taşra kasabasına düşer.
Benzinlikte yakıt alırken benzinlik çalışanının onu sevecen bir saygıyla karşılaması, iş yapmasına karşın eşini çağırıp coşkulu bir şekilde doktorla tanıştırması, hatta doğacak bebeklerine doktorun adının verilmesi gibi içten ve sıcak sahnelerinin ardından, sıra benzin ücretini ödemeye gelince çalışan ücreti almak istemez: “Eşimle benden olsun” der. Doktorun ücreti verme ısrarına ise “Beni utandırmayın doktor. Biz taşralılar da bonkör olmayı biliriz. Bazı şeyler unutulmuyor. Hayatta benzinle bile ödenemeyecek borçlar vardır. Yaptıklarını unutmadık. Kasabada tepelerde yaşayan kime sorsanız anlatır, sizi emeklerinizi akıllarından çıkarmıyorlar doktor” diye karşılık verir.
Bunun üzerine doktorun düşünceleri, duyacağımız bir tonda yaşlılara has bir şekilde dudaklarından dökülür: “Belki de buradan hiç ayrılmamalıydım.”
Bu itiraf hepimiz adına söylenmiş, ortak duygumuzun dışavurumudur adeta.
Belkiler… Keşkeler…
Şairin harika ifadesiyle “üzerimizde iyi duran”, gıpta ile bakılan bir yaşamımız olsa da bir “gençlik ölümünün” bahşedilmediği her nefsin gelip varacağı yer belkiler… keşkeler… olacaktır.
Evet, her tercih aynı zamanda bir vazgeçiştir. Bizler tercih ettiğimiz yaşamları sürsek de vazgeçtiğimiz yaşamların yakıcı özlemi içerisinde hayatımıza devam ederiz. Bu noksanlık, hayıflanma ve tam olamama hali içten içe bir ömür yakamızı bırakmaz.
Baştaki “Sanat bizler için gerekli mi” sorusuna dönersek:
Sınırlı yaşamımızda sınırsız yaşamları deneyimlememizi sağlayan, çevremizden farklı değer ve tutumlara sahip olduğumuzda, bizi anlamayan kişilerce ittirildiğimiz gayya kuyusunda debelenirken okuduğumuz bir romandaki veya seyrettiğimiz bir filmdeki kahramanın bizimle dünyaya aynı pencereden baktığını, aynı endişeleri taşıdığını gördüğümüzde ulaştığımız ferahlık ve erinç halini kim küçümseyebilir; hatta bu anlama, onaylama ve duygudaşlık hissinin daha az yaşamsal olduğunu kim iddia edebilir ki?