Yoksa Tüm Hakikat Önemsiz miydi?

Hakikatin önemsizleştirilmesinin normalleştiği bir siyasi iletişim ortamında dogmalar vardır. Rasyonellik yoktur. Zam yoktur, fiyatlarda revizyon vardır. O kadar imar affı, çürük bina, denetimsiz mimarilerin vebalini on binlerce kişi canıyla öderken, “Deprem konusunda Los Angeles ve Tokyo’dan ilerideyiz” denir. Kutuplaşma vardır. Eleştirel bakış yoktur. Algı yönetmek ve bunun halkta karşılığını bulmasını sağlamak üzere tüm kitle iletişim araçlarını kullanmak esastır.

post-truth gerçeklik ötesi

Her şey 2016 yılında araştırmacı-yazar Yalın Alpay’ın “Türkiye’de tarih yazımı üzerinden siyaset yapmak” konulu bir kitap üzerine çalıştığı bir dönemde başladı. 

 

Karşısına dedikodular, söylentiler, dayanaksız kanaatler, hileli akıl yürütmeler ve inançlarla dolu olan, sahte anıları, çarpıtılmış gerçeklikleri referans alan, okuru da bunlar üzerinden yanıltıp ikna etmeye çalışan, kendi savını bu şekilde empoze eden hileli yayınlardan oluşan bir sahte örüntü çıktı. 

 

Bu belgelerin kökeni 1950’lere dayanıyordu. Ancak özellikle 2000’li yıllardan sonra çoğu yerde hakikate herhangi bir göndermede dahi bulunulmamaya başlanmıştı. 

 

Bilgi üretiminin tekelinin 20’nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren giderek seçkinlerin ve uzmanların elinden alınarak daha az sofistike ve daha düşük eğitimli kesimlerin erişimine açılması ve herkesin her konuda “işin uzmanı” olduğunu iddia etmesi de bu örüntü üzerinde etkili olmuştu. 

 

İşte bu bulgularla karşılaşınca Yalın Alpay da retorik ve safsata, siyasette yalan, aklın itibarsızlaştırılması, hakikatin önemsizleştirilmesi (post-truth) konularında çalışmaya başladı. İngiltere açısından Brexit’te de, ABD’de Trump’ın ilk seçildiği kampanyada da bolca örnek vardı. Türkiye siyaseti ise bu açıdan devasa bir kaynakça sunuyordu. 

 

Sonunda, 2017 yılında Destek Yayınları’ndan Yalanın Siyaseti isimli müthiş bir kitap çıktı ve hatta aynı yıl Necip Hablemitoğlu Toplumsal Duyarlılık ödülü bile aldı. 

 

Kitap, şimdilik 21 baskı yaptı; ancak Yalın Alpay, her ne kadar post-truth tüm varlığıyla yaşantılarımızı ve siyasi atmosferi etkilese de, muhalif siyasetçiler üzerinde bu yazdıklarının çok büyük etki yapamadığından dem vurdu. “Ne olup bittiğini anlamak o kadar da güç değil oysa,” dedi bir tweet’inde… 

 

Post-Truth Nedir? 

 

Peki post-truth, Türkçe olarak da “hakikatin önemsizleştirilmesi” nedir ve Türkiye siyasetine nasıl eklemleniyor?

 

Öncelikle, bu kelime ilk olarak 1992 yılında kullanılmaya başlandı; popülerleşmesiyle koşut olarak da 2016 yılının sonunda Oxford Sözlükleri tarafından yılın sözcüğü seçildi. 

 

Temel olarak da; şeyler ile onlara ilişkin olarak zihnimizde oluşan yargılar arasındaki uygunluğun bozulması, kitleler nezdinde bu bağlantının önemsizleştirilmesi anlamına geliyor. 

 

Peki süreç nasıl işliyor? 

 

Gelişen internet teknolojisiyle birlikte haber üretip tüketir hale gelen geniş kitleler, sosyal medya algoritmaları sayesinde türdeş ve sınırlı sanal dünyalara kapatıldı. Hepimizin kendimizle benzer düşünen topluluklarla aynı sosyal çevrelerde yaşadığımız, aynı yankı odalarında tartışmalar yaptığımız zaten bilinen bir gerçekti. 

 

“Filtre balonu” denen bu dünyalarda aynı gelir ve eğitim grubundan, aynı siyasi görüşlerden, aynı gelir düzeylerinden, aynı yaş grupları ve kültürel seviyelerden insanlar vardır. Bu tartışmasız türdeşlik ortamında kişi de kendi inançlarını, kanaatlerini, dünya görüşlerini onaylayan bir haber akışıyla karşılaşır. 

 

Kişisel hırslar, önyargılar, bilgi eksikleri, ego, dikkatsizlik, sorgulama eksikliği, duyduklarını mantık süzgecinden geçirmeme, popülist liderlerle özdeşleşme gibi insani özellikler, hakikat karşısında kişinin zayıflatılmasında ve safsatalar karşısında savunmasız kılınmasında araçsallaştırılır. 

 

Eleştirellik yoktur bu puslu evrende. “Ötekisi”, şayet safsataları fark edecek mantıkla donatılmışsa, düşmanlaştırılır; çoğu zaman da tribünlere oynanır. 

 

Hakikatin önemsizleştirilmesinin normalleştiği bir siyasi iletişim ortamında dogmalar vardır. Rasyonellik yoktur. Zam yoktur, fiyatlarda revizyon vardır. O kadar imar affı, çürük bina, denetimsiz mimarilerin vebalini on binlerce kişi canıyla öderken, “Deprem konusunda Los Angeles ve Tokyo’dan ilerideyiz” denir. 

 

Kutuplaşma vardır. Eleştirel bakış yoktur. Algı yönetmek ve bunun halkta karşılığını bulmasını sağlamak üzere tüm kitle iletişim araçlarını kullanmak esastır. 

 

“Çıkar Telefonunu” Siyaseti 

 

Nefret ve küçümseme vardır bu örüntüde… “Her şey onun suçudur”, sorumluluk karşı tarafa atılır. Yahudilik, Ermenilik veya Alevilikle ilgili genel önyargılar istismar edilir, hatta başına “affedersiniz” ön eki getirilir. 

 

Elit kesimlerin dış politikaya dair dostane eleştirilerine kulak kapatılır, “monşer” olmakla suçlanırlar. 

 

Ekonomik gidişattan şikâyet edenlere “çıkar telefonunu” denir. 

 

Bir Avrupa ülkesinden Türkiye’ye yönelik olarak insan haklarına dair en ufak bir eleştiri gelirse, “Bizim otoyollarımızı, köprülerimizi kıskanıyorlar” denir. 

 

“O” nefret edilen meşhur “öteki”nin tanımı da değişkendir. Sonuç ise hep aynıdır: Hakikatin önemsizleşmesi… 

 

Güvenli Sığınak Olarak “Post-Truth” 

 

Yalanı meşrulaştıran, gerçeği de yadsıyan bu ortam, toplumları içine çeken bir girdap, karşı konulamaz bir akıntıdır adeta. Yalan olduğunu bile bile, kişiler buna sığınır, bunu güvenilir bir liman olarak görür hakikatin saflığı karşısında… Özgürlükleri ellerinden alınır korkusuyla hareket ederler.

 

Oysa hakikatten vazgeçmek pahasına bağlandıkları bu limanlarda onları dehşetengiz bir sığlık ve körleşme beklemektedir; zira herkes kendi önyargısına, katılaşmış inancına denk düşen bilgiyi doğru kabul eder; kabul etmekle de kalmaz, bunu derhal kendi sosyal medya mecralarında dolaşıma sokar. 

 

Hakikat türlü türlüdür. 

 

“Liderimiz dedi ki…” diye başlayan cümleler, hiçbir süzgeçten geçirilmeksizin benimsenir. Ne de olsa bu lideri destekleyen kitlenin kalıp yargılarına denk düşen her türlü sav “doğru” kabul edilir. 

 

En üst perdeden “Anayasa’nın bir kere çiğnenmesinden bir şey olmaz” denir, kuralların yaptırım gücü peyderpey anlamsızlaşır.  

 

Hakikat bir kere değersizleştirilmeyegörsün, “Kılıçdaroğlu, Amerika’nın adayıdır” bile diyenler olur. Bu iddia karşısında gazeteci, “Kılıçdaroğlu’na 25 milyon vatandaş oy verdi. Bu sözünüz incitebilir” dediğinde, hakikatin bir önemi kalmadığı için yanıt hazırdır: “Yoo, niye incitsin.”

 

Yaşama dair “kötü” olan her şey “öteki”ne, “iç ve dış mihraklara”, “iyi” olan her şey de “kendi” hanesine yazılır. Dış güçlerin pazardaki soğan fiyatlarına müdahale ettiğine inandırılmak istenir kitleler…  

 

Komplo teorilerinin alıcısı boldur bu kaotik pazar yerinde… Ne de olsa akıl değil kanaatler, rasyonellik değil inançlar ve safsata prim yapmaktadır.  

 

Teyit Sitelerinin Önemi

 

DSP, MHP ve ANAP’ın oluşturduğu koalisyonun iktidarda olduğu bir dönemde yaşanan 1999 Marmara depreminde CHP’nin iktidarda olduğu ileri sürülür; halk bunu sorgusuz sualsiz kabul eder, “Cehape zihniyeti” yuhalanır. 

 

Teyit.org, Doğruluk Payı gibi doğrulama araçlarına ise ancak kendi savlarını doğruladığında güvenilirdi, yoksa “şer odaklarının” işiydi. 

 

Oy ve Ötesi, ancak kendilerinin daha fazla oy aldıkları sandıklardaki oyları saydığında gerekliydi, yoksa “iç mihrakların” parmağı vardır.  

 

“Millet İttifakı iktidara gelirse İHA ve SİHA projelerinin rafa kaldırılacağını” iddia eder; ama elinde bunu destekleyen hiçbir kanıt yoktur. 

 

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ın katıldığı bir canlı yayında Abdullah Öcalan’a “Apo Bey” diye hitap ettiği öne sürülür; ancak o konuşmasında Yavaş’ın kendi hitap şeklini değil, bir başkasının aktarımını dile getirdiği teyit.org tarafından doğrulanır. Üstelik Yavaş, aynı programda Öcalan için “bebek katili” ifadelerini de kullanmışken, hakikatin o kısmı da yok sayılır. 

 

Şubat depremlerinin ardında kapitalist açgözlülük ve denetimsizliğin değil büyük güçlerin parmağı olduğuna inanırlar. 

 

Günün birinde bir pazaryerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’yla karşılaşan ve ekonomik durumun müsebbibi olarak İmamoğlu’nu gösterip, asıl ekonomi yönetiminin dümeninde olan hükümete toz kondurmayan vatandaş da aynı filtre balonunun içinde yaşamaktadır. 

 

Kuaför dükkânına gelen kadın milletvekiline “Kemal Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı olursa bu dükkânı havaya uçuracakmış” diyen beyni yıkanmış zavallı çocuğun içinde barındırdığı korkular istismar edilerek, hileli akıl yürütmesine sebep olunur. Rakip söz konusu iddiaya dair herhangi bir olgusal dayanak olmamasına rağmen “tekinsiz” olarak sunulur ki itibarsızlaştırılsın ve saf dışı edilsin. 

 

Var olmayan tehlikeleri icat eden bu iddialar, sosyal medyanın kontrolsüz bilgi akışları içerisinde, WhatsApp’ın kapalı gruplarında paylaşıldıkça da domino etkisi gösterir. 

 

BaBaLa TV ve Niceleri 

 

Oysa elinde bir nimet olan sosyal medya araçlarını ve interneti doğru şekilde kullanan kişi, farklı siyasi görüşten olsa bile, bir seçimde rakibi tanımak için BaBaLa TV gibi yayınları izleyebilir. Her gence hak ettiği değeri veren samimi, kucaklayıcı, zarif söylemi takdir edebilir. Çünkü biraz araştırsa görecektir ki hakikatin değersizleştirildiği ve yalan bilgilerin meşrulaştırıldığı bir ortam, kısa vadede bir kesimin çıkarına olsa da, orta ve uzun vadede bu kirlilik herkesin üstüne bulaşacaktır. 

 

Hakikatin önemsizleştirildiği ve insanın aklıyla alay edildiği bu ortamda, Yalın Alpay’ın da söylediği gibi, “Kitleler, kendi önyargılarına, görüşlerine veya kanaatlerine uyumlu olduğu sürece, yalanların yalan olduğunu bilse dahi, kendilerine nesnel veriler sunulmasa dahi, onları hakikatmiş gibi kabul ediyordu, çünkü duygularına çağrı yapılıyordu”. Kitleler, bu filtre balonları içinde yaşamaya razı oldukları sürece, tüm bu yalanlar doğruymuşçasına onları savunurlar, onları sahiplenirler. 

 

Doğu ve Güneydoğu illerinde yaşayan ve oy kullanan herkesi “terörist” ilan edecek bir şekilde dil hileleri kullanılır örneğin… Bariz şekilde montajlı videolar gerçekmiş gibi dolaşıma sokulur, bağlamından koparılır ve başka bir temsiliyete bürünmüş görüntüler gerçekmiş gibi kullanılır. 

 

Montaj, montaj değil. Gerçek, gerçek değil. E zaten gerçekleri herkes biliyor…  Gerçekleri bildiğimiz ortamda videonun veya yayınlanan görüntülerin gerçek olup olmadığının bana göre bir önemi yok” denir. Hakikatin önemsizleştirildiğine dair en bariz itiraftır bu. 

 

Amaç ise nettir: “Öteki” kampı alt etmek için kendi kitlelerini konsolide etmek, hakikati önemsizleştirerek kendi filtre balonunu sağlamlaştırmak… Sanki bir kuşatma altındaymışçasına, sanki bir savaştaymışçasına yaşanır tüm bu sahneler… 

 

Ne de olsa olgusal verilerin pek bir önemi yoktur; doğrudan duygulara hitap ederek sahte savları en hızlı yoldan, sosyal medya üzerinden kışkırtıcı bir dille yaymak yeterlidir. 

 

Elverişli Kamuoyu 

 

Önemsizleşen hakikat de kendisine bir kamuoyu yaratır. Peki kimler vardır bu kamuoyunda? 

 

Yalın Alpay’a göre, hakikat önemsizleştirilirken hedef kitlesi, rasyonel düşünen kesimler ve seçkinler değildir; daha ziyade gerçeklikle bağlantısı kopan, önyargılarla dolu, rasyonellikten uzak ve bu süreçte de tehlikeli bir şekilde cemaatleşen kesimdir. 

 

Bu kesim görüşlerine kıymet verilmesini ister; bir yandan da seçkinler gibi “birinci sınıf yurttaş” olma hayali vardır. Alpay’ın “varoluşsal refleks” dediği bu durum, söz konusu kesimin siyasetçilerle işbirliği yapması sonucunda, hakikatin de hamur misali eğilip bükülmesi, yeni şekillere dönüştürülmesi gibi bir etki doğurur. 

 

İrrasyonellik zaman içerisinde toplumun birçok farklı damarına nüfuz eder. Hakikat değersizleştiği için, liyakat da önemini yitirir. İşe alımlardan tutun da üniversitelerdeki kadrolaşmaya, kültür-sanat alanındaki vasatlaşmaya dek her şey bu filtre balonlarının içine girer. Her balonun “makbul” sanatçıları vardır; onlar üzerinden kitlelerin sanat anlayışı şekillendirilir.  

 

Bu esnada da beyne değil kalbe hitap etmek, araç olarak da milliyetçilik, terör, savaş, ekonomik kriz, şer odakları, geçmişte üniversitelerde başörtüyle ilgili yaşanan mağduriyetler gibi olguları kullanmak mümkündür. 

 

Duygulara Oynamak 

 

Duygular, bu popülizm selinde coşturulmalıdır. Çünkü artık her şey “kalp” ve “algılar” evreni üzerinden kurgulanır. Hakikat ile gerçeklik arasındaki bağ koparılırsa mesele tamamdır. Zira bu durumda artık kişi tamamen kendisini duygusal safsatalara teslim eder, “canının istediğine” inanır, komplo teorilerine açık hale gelir, biz ve öteki ayrımı oldukça nettir. Farklı siyasi veya dini görüşten bir aileyle dünür olmayı tercih etmez, farklı cinsel kimlikten birini komşu olarak istemez.  

 

Bu bilgi kirliliği ve kutuplaşma ortamında artık herkes fark etmeksizin kendi distopyasında yaşar. Tüm demokratik siyaset iddialarına rağmen çoğulculuk değil bireysellik baskındır, çünkü -Yalın Alpay’ın da belirttiği gibi- herkes kendisinin “seçkinler tarafından mağdur edilmiş gerçek halk” olduğuna, gerçek halkı “kendisinin” temsil ettiğine inanır. 

 

Bu esnada güçlü olan taraf da kendi başarılarını büyütüp hatalarını örtmek üzere komplo teorilerini araçsallaştırabilir, seçkinleri küçümseyen bir dil kullanarak, o seçkinlerin vaktiyle toplumun geri kalanını yok saydığını, baskın politikalar sayesinde bu kesimlerin itibar kazandığını ileri sürebilir. 

 

Filtre balonunu büyütmenin sınırı yoktur; yeter ki balon patlamasın. Balon olur da patlarsa ve hakikati ortaya çıkarmayı başaranlar galip gelirse, bunu da derhal bir “komplo” olarak yaftalamak mümkündür. 

 

Profesyonel Ekiplerin Etkisi 

 

Bu süreçte de çevrimiçi platformlarda aktif olarak içerik üretilir, bunun için profesyonel ekiplerle çalışılır. Yapay zekâ kullanılarak oluşturulmuş ses ve video içerikleri gerçekmiş gibi sunulur; karalama kampanyalarının ardı arkası kesilmez. Siyasi mücadelenin zarafeti yok olur; haşin ve acımasız bir savaş ortamı yaratılmak istenir. 

 

Mart ayında çekilen ve bir aylığına tahsis edilen çadırların özel sektör tarafından sökülmesine dair videoyu aylar sonrasına ışınlayarak seçim sonrası iktidar partisine oy veren depremzedelerden “öç almak” amacıyla yapıldığı şeklinde bir kurguyla servis eder. 

 

Medya ve sosyal medya okuryazarlığı ve hatta genel anlamda okuduğunu anlama yetisi ülkemizde yeterince gelişmemiş olduğu için “asimetrik propaganda” taktikleriyle farklı görüşten kişilerin fikirlerini değiştirmek amacıyla yanlış bilgiler ortaya saçılır; sahte seçim broşürleri veya afişleri hazırlayıp dağıtan ve asan kişiler yakalandıklarında bunu normalmiş gibi savunur. 

 

Hakikat “alakart” olmuştur artık. “Hakikatinizi ne sosuyla servis etmemizi isterdiniz acaba?” diye sorar herkes birbirine.

 

Oysa anlam, bağlamdır. Her şey başka şey/lerle bir araya geldiğinde oluşan örüntünün içinde anlamlıdır. Oysa kişinin hakikat karşısında epistemolojik ve ahlaki duruşu her şeyden önemlidir; çünkü kişiyi değerli kılan ahlaki değerleri ve onlara sadakatidir. Kişi sağlam olsa da durduğu yer yanlışsa bir süre sonra hakikatle bağı kopar. 

 

Fransa’nın kuzeydoğusunda, Bretonya bölgesinde 7 metre uzunluğunda 137 ton ağırlığındaki granit kayayı bilirsiniz. 

 

Fransızların “La roche tremblante” ismini verdikleri bu kaya öyle bir yerde durur ki, herkes oynatabilir. Dolayısıyla, hakikat karşısında doğru yerde durduğunuz sürece, tonlarca kayayı bile oynatabilirsiniz. 

 

Yeter ki o filtre balonları içinde hapsolmayın. Hakikate, en nadide ve değerli varlığınız olarak, akılla, sağduyuyla, zarafetle ve şefkatle yaklaşın. Yeter ki, post-truth’un yaşantılarınız üzerinde nasıl bir sinsi etki doğurduğunu fark edip, siyasete dair algılarınızın kumandasını her zaman elinizde tutun. 

 

Her şeyin bugünden daha güzel olacağı yarınlara…

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.