Seçimler Katılımın Tek Yolu mu?

Önümüzdeki hafta sonu düzenlenecek seçimler aday ve seçmen sayısı açısından bir tür “şenlik” gibi gözükse de aslında bir tür temaşa, Hacivat-Karagöz oyunu… Gerçek bir demokrasiyi arzulayıp hedeflemeyen bir siyasi pratik eninde sonunda bir gölge oyununa dönüşür, “Sen söylersin, ben söylerim, ikimiz söyleriz halk dinler!” şeklinde sona erer.

seçimler

Önümüzdeki 31 Mart Pazar günü birçok açıdan heyecan verici. Ülkemiz coğrafyasında 30 büyükşehirde 734 -sadece İstanbul’da 49 aday var, 27’si bağımsız-, 973 ilçede 11.191, 390 beldede 2.131 kişi “nasipse başkanız” demişler. İl meclis üyeliği için 6.172, ilçe meclis üyeliği için 12.277 ve belde meclis üyeliği için de 1.643 kişi başvurmuş. Buna 50 bin civarındaki muhtarlık için başvuranları ve “ihtiyar heyetlerini” de dahil etmek gerek. Böyle baktığımızda da yaklaşık 200 bin kişinin bu seçimlerde ter dökeceğini hesaplayabiliriz, aile bireylerini de dahil etmek gerek. 62 milyon seçmenin binde 3’ünün seçimde aday olduğu bir ortama “demokrasi şenliği” adı verenler çok da abartmıyor olsa gerek…

 

Bu kadar kişi neden aday olur, seçilme olasılıkları nedir, seçilseler ellerine ne geçer, bütün bu soruları başka bir zaman tartışmak lazım. Ülkemizde siyaset eylemenin önemli yollarından biri yerel yönetimlerde görev almak, bunu kabul edelim. Muhtarlıktan milletvekilliğine ve bakanlığa uzanmak zor ama ilçe belediye başkanlıkları yükselmek için iyi bir basamak, buna birkaç defa şahit olduk. Yerelden gelen siyasetçilerin “paraşütle” inenlerden daha kötü yönettiğine dair bir veri olmadığına göre de bu aday bolluğundan şikâyet etmek için tek sebep çevreye verdikleri görüntü ve ses rahatsızlıkları olabilir o kadar.

 

Bu rakamlar işin arz yönünü gösteriyor; yerel seçimler siyaset yapmak için verimli topraklar sunuyor. Bir de işin talep yönü var. Ülkemiz diğer seçim yapan ülkelere kıyasla, özellikle de iyi demokrasi olanlarla kıyasladığımızda oy vermeyi seven insanlardan oluşuyor. Mayıs 2023 genel seçimlerinin ilk turunda katılım oranı yüzde 87, ikinci turda yüzde 84. 2002 yılındaki yüzde 79 katılım oranını kenara bırakırsanız, oy vermenin zorunlu olduğu 1983 sonrasında hep bu oranlara yaklaşılmış, hatta daha öncesinde bile yüzde 70’lerin altına düşmemiş. Fransa’da yüzde 46, İtalya’da ve ABD’de yüzde 63 ve Almanya’da yüzde 76 olduğu göz önünde tutulursa, hayli yüksek bir katılım sergiliyoruz. Yerel seçimlerde de katılım oranlarımız daha düşük değil, genel seçimlere paralel gidiyor.

 

Demokrasiyi halkın halk tarafından idaresi olarak tanımlarsanız, düzenli seçimler yapmanın bir demokrasi için “gerek şart” olduğunu -ancak asla “yeter şart” değil- düşünenlerdenseniz bu rakamlardan mutlu olmak gerek. Hem bir sürü aday var hem de bir sürü seçmen… Siyasi katılımın bu en temel biçiminin ülkemizde popüler olması, meşruiyetini halk tarafından seçilmiş olmaktan alan siyasetçiler için de kritik, kimse yüzde 40’ın yüzde 25’inin seçtiği insan olmak istemez. Özellikle de kendisini halk iradesinin vücut bulmuş hali olarak temsil eden popülist siyasetçilerin, katılanlar kendilerini seçtikleri sürece yüksek katılımdan vazgeçmeleri beklenemez, ne kadar kalabalık, o kadar iyi…

 

Tabii bu iyimserlik demokrasiyi “minimalist” bir şekilde, “sandık olsun yeter!” olarak tanımlayanlar arasında daha fazla… Bir de “mesele sandıksa Kuzey Kore’de de var, Rusya’da da seçime katılım oranı yüzde 77” diyenler var… Demokrasi sadece yönetecek kişiyi seçmek mi? O kişinin nasıl seçildiği ve seçilenin nasıl yönettiği, bir ülkede demokrasinin olup olmadığını anlamak için daha doğru kriterler olabilir. Sadece seçimlere değil, seçimlerin nasıl düzenlendiğine odaklananların temel kriterleri arasında seçimlerin serbest bir ortamda gerçekleşmesi var. Bu serbestiyet seçimde herkesin oy kullanabilmesi, aday olabilmesi, seçmenlerin iradelerini herhangi bir müdahaleyle karşılaşmadan oluşturabilmesi, adayların kendilerini serbestçe ifade edebilmeleri, oyların serbestçe, baskı altında olmadan kullanılabilmesi ve şeffaf bir biçimde sayılabilmesi gibi alt başlıkları içeriyor, böyle değerlendirdiğinizde de ülkemizdeki seçimler hayli kusurlu gözüküyor.

 

Diyelim seçimleri bu kadar düzgün bir şekilde yaptınız, bu ülkenizi demokrasi kılıyor mu? Uzmanların değerlendirmelerine göre dünyada en serbest ve adil seçimler Batı dünyasında, Latin Amerika’da, Avusturalya ve Yeni Zelanda’da yapılıyor. Bizim ülkemizin notu 100 üzerinden 35; Rusya 25 ve Çin ise 0 almış. Notu hayli yüksek olan ABD’de Donald Trump’ın, Brezilya’da Bolsonaro’nun, Arjantin’de Milei’nin ve Hollanda’da Wilders’in seçimleri kazanmış olmaları, seçimlerin düzgün bir şekilde yapsanız bile kusurlu bir demokrasi olabileceğinizi gösterebiliyor.

 

Seçim Sistemleri

 

O zaman da ikinci soruya geçiyoruz, seçilen kişiyi iyi bir şekilde seçtiniz diyelim, o kişi ülkeyi düzgün yönetecek mi? Bu aşamada düzgün kavramı biraz daha karmaşıklaşıyor. Demokrasi halkın iradesinin yönetime yansımasıysa, ister istemez nicelik devreye giriyor. Herkesin isteğini aynı anda karşılamak imkânsız olduğuna göre bir kriter belirlemek gerekiyor. Seçim sistemleri işte tam bu noktada devreye giriyor. Bazı seçim sistemleri en fazla oyu alanı ilk turda seçiyor, o zaman seçilenler yüzde 25’in oyuyla bile yönetebiliyorlar. Bazıları -bizim Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaptığımız gibi- iki turlu yapıyorlar, o zaman da en azından katılanların yarısının oyunu almak gerekiyor. Başka yöntemler de var. Parlamenter sistemlerde meclis çoğunluğu yöneteni belirliyor, meclis çoğunluğu da farklı yöntemlerle oluşabiliyor. Genelde her partinin aldığı oy kadar gücü olması istense de istisnaları olabiliyor. Bir de seçmenin sandıkta tek bir tercih yapmak zorunda olmadığı sistemler var; adayları bir tercih sıralamasına sokabiliyorsunuz, o da bir uzlaşma sağlıyor. Kâğıt üzerinde parlamenter sistemler daha iyi gibi gözükse de “o parlamenterleri kim seçti?” diye sorduğunuzda işin tadı kaçabiliyor, kendinizi birden bir “oligarşik elim sende” oyununun içinde bulabilirsiniz.

 

Memleketimizde uygulanan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ülkenin yönetimini cumhurbaşkanına emanet etmiş durumda… Başkanlık sistemleri “kuvvetler ayrılığı” olarak bilinirler, yani Yürütme-Yasama-Yargı birbirinden bir derece bağımsız olur ve birbirlerini denetlerler. Ancak bizim sistemimiz cumhurbaşkanının şahsında somutlaşan bir yürütme tekeli oluşturmuş durumda, kusurları malum… Ama halk iradesinin üstünlüğünü savunan popülistler için bu büyük bir mesele değil. En azından kimin seçtiği belirsiz siyasi sınıf mensupları, Yargı içerisindeki klikler ya da bürokratik elitler yerine halkın teveccühünü almış bir siyasetçinin yönetimini daha erdemli buluyorlar. “Ha, ülkeyi kötü mü yönetti? O zaman seçim kaybeder” diyorlar. Bir derece de haklılar.

 

Peki, yüzbinlerce kişinin aday olduğu ve milyonlarca kişinin oy vereceği yerel seçimlerimizde nasıl bir yönetim oluşturuyoruz? Lafı çok uzatmadan söyleyelim, ülkemiz dev bir belediye gibi yönetiliyor… Büyükşehir belediyeleri dediğimiz ve nüfusun yüzde 80’ine yakının yaşadığı illerde belediye başkanları neredeyse birer küçük derebeyi. Bu belediyeler toplam gelirlerin yüzde 40’ını alıp yüzde 44’ünü harcıyor. Sadece İstanbul’un gelir-giderinin oranı yüzde 12 ve bütçesi 150 milyar TL -İETT ve İSKİ dahil-. Buna belediye iktisadi teşekküllerini de dahil ettiğinizde toplam bütçenin 500 milyar TL olduğunu öğreniyorsunuz ki 15 milyar ABD dolarına denk geliyor. Bu bütçenin kontrolü Belediye Başkanı ve Büyükşehir Meclisi’nde… Başkan doğrudan seçiliyor, bunu biliyoruz; Büyükşehir Meclisi’nin oluşumuysa karışık mesele, ilçe başkanları ve meclis üyeleri bir şekilde dahil oluyorlar, küçük ilçeleri ve büyük partileri ödüllendiren bir sistem. 30 büyükşehir belediyesinin çoğunluğunda başkan ve meclis çoğunluğu aynı partiden, oralarda başkan ne derse o oluyor. Başta İstanbul olmak üzere bazı belediyelerde meclis çoğunluğu diğer partilerde olunca işler çetrefilleşiyor, çoğu zaman başkanın kararları veto edilebiliyor ya da meclis, başkana rağmen karar alabiliyor. Yine de uzlaşma sağlamak her zaman mümkün, bunu da not edelim. İlçe belediyelerinin bütçeleri daha düşük; Şişli belediyesinin giderleri 2,1 milyar TL, Yozgat merkez ilçe belediyesinin giderleri de 1,2 milyar TL. Bu harcamalarda da başkan ve meclis uzlaştığı sürece karar başkanda…

 

Hep paradan bahsediyoruz, çünkü yerel yönetimlerin vatandaşa hizmet götürebilmeleri ancak para yoluyla mümkün oluyor. Vatandaşın “Belediye Suriye iç savaşını bitirsin” diye bir beklentisi yoksa, iradesinin yaşamına yansıması da bu bütçe harcamaları sayesinde. Park mı yapılacak, sosyal yardım mı, yoksa kanalizasyon mu, bütün bunlar vatandaşın yaşamını doğrudan etkiliyor. Tabii bir de görülmeyen ekonomik etkiler var, örneğin imar planının revize edilmesi herkese olmasa bile bazılarına önemli rantlar sağlayabiliyor. Bu kararlar alınırken vatandaş nerede? Hiçbir yerde… Zaten iradesini seçim sırasında en çok oyu alan belediye başkanına devretmiş durumda. Meclis üyelerinin hem oluşumu hem seçilmesi hem de yetkileri karışık; böyle bir manzarada vatandaş en fazla “Beyaz Masa” hattını arayıp sızlanabiliyor ya da CİMER’e başvurabiliyor. Sokakta başkana rastladığında atarlanmak da mümkün tabii.

 

Katılımcı Uygulamalar

 

Oysa hem kanunda hem de pratikte daha medeni yöntemler yok değil. Bunların ilk akla geleni Katılımcı Bütçe pratikleri… Brezilya’nın Porto Alegre şehrinde ilk örnekleri görülen bu uygulamada vatandaşlar belediyenin parasının nereye harcanacağına birlikte karar veriyorlar. Bu süreç belediyelerin önerilerinin oylanması şeklinde de olabiliyor, vatandaşlar da öneri geliştirebiliyorlar. Bugünlerde sadece Hindistan’da binlerce belediyede bu tür uygulamalar olduğu söyleniyor. Ülkemizde ilk akla gelenler: Çanakkale Belediyesi’nin bir pilot uygulaması var, İBB’nin ve Şişli Belediyesi’nin de geçtiğimiz yıllarda bu yönteme başvurdukları biliniyor. Katılım oranı ise pek umut vadetmiyor, sadece 14 bin kişi katılmış örneğin sonuncusuna.

 

Öte yandan belediye önerilerini oylamanın ötesinde de bazı katılım pratikleri var. Örneğin Vatandaş Meclisleri adı verilen bir uygulama gittikçe yaygınlaşıyor. Bu meclislere vatandaşlar rassal bir şekilde seçiliyorlar, bazen spesifik bir konuyu tartışıyor bazen de genel tartışmalar yapıyorlar. İskoçya, İrlanda ve benzeri ülkelerde yaygın olarak kullanılan bu yöntem Avrupa çapında da uygulanmaya başlamış durumda. Sosyal medya olanaklarının da artmasıyla çok daha kapsayıcı uygulamalar geliştirmek mümkün.

 

Bizim ülkemizde de 5393 sayılı yasa Kent Konseyi adı verilen bir mekanizmaya izin veriyor. Her ne kadar yetkileri tavsiye vermekle sınırlı olsa ve belediye başkanının doğrudan ya da dolaylı kontrolü altında kalsa da bir tür vatandaş meclisi olarak işlev görebilir, bu potansiyeli taşıyor. Öte yandan Türkiye’deki belediyelerin sadece 300’ünde Kent Konseyi bulunması ve bunların bir kısmının da tabela kurumu olarak faaliyet göstermesi pek de hevesli olmadığımızı gösteriyor. Bu arada belediyeler bir tür komisyon olarak Kadın Meclisi kurabiliyorlar, Gençlik Meclisleri Gençlik ve Spor Bakanlığı’na, Mahalle Meclisleriyse Muhtarlıklara ve Çevre Bakanlığı’na bağlı olarak faaliyet gösteriyorlar. Aslında bakarsanız kanunlar birden fazla katılım kanalı sunuyor, yeter ki kullanılmak istensin.

 

Tam bu noktada kanalların olması, kullanılabilecekleri anlamına gelmiyor. Katılmak, bir yapabilirlik işi. Yani ortada bir kurum varsa, her vatandaş o kurumdan istifade edebiliyor diye bir şey yok. Örneğin kadınsanız, çocuklu bir kadınsanız, evde bakım yükünüz varsa ya da engelliyseniz, nasıl vakit bulacaksınız da katılacaksınız? Çalışan, hem okuyan hem çalışan ya da işsiz bir genç Gençlik Meclisi’nde bir yer bulabilir mi kendine? Diyelim gitti, bir sandalye kaptı kendine, oradaki tartışmalara ne kadar katılabilir, belagat sahibi olmak da bir tür yapabilirlik değil mi? Eğer “cam tavandan”, kadınların, gençlerin ve çocukların sistematik olarak karar verme süreçlerinden dışlanmasından bahsediyorsak, bunun en önemli sebebi yapabilirlikler arasındaki büyük farklılıklar ve bu farklılıkların giderilmesini kimsenin önceliklendirmemesi.

 

Özetle, önümüzdeki hafta sonu düzenlenecek seçimler aday ve seçmen sayısı açısından bir tür “şenlik” gibi gözükse de aslında bir tür temaşa, Hacivat-Karagöz oyunu… Gerçek bir demokrasiyi arzulayıp hedeflemeyen bir siyasi pratik eninde sonunda bir gölge oyununa dönüşür, “Sen söylersin, ben söylerim, ikimiz söyleriz halk dinler!” şeklinde sona erer. 

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.