15 Temmuzu Bir Daha Düşünmek

15 Temmuzun ayırt edici vasfı sadece, Türkiye toplumunun ilk kez (Kemalist Modernleşmenin kanlı alâmet-i fârikası olan) bir darbeyi püskürtmüş olması değil, ilaveten, bunu kendi Kaderine yazılmış kelimelerle, kendi hakikati içinden, Kendisi Olarak, Bismillah çekerek, abdest alarak, ezanlar, salâlar, tekbirler eşliğinde yapmış olmasıdır!

15 Temmuzu Bir Daha Düşünmek

Soğuk Savaşın galibi söylem düzeyinde de Batı blokuydu. Batı bir melekti, Doğu ise şeytan. Batı liberal, demokrat, hür idi; Doğu tam aksi özelliklerde karanlık, despotik, baskıcı bir öteki. Daha da önemlisi, bu söylemde Doğu Bloku rejimleri, Modernliğin dışında ve ondan ayrık olarak resmedilmişti. O yüzden bu “şeytan, nerden çıktığı belirsiz, karanlık ve ayrık” rejimler Berlin Duvarının yıkılışıyla (1989) birlikte ardında kanlı hikayeler bırakarak dağıldığında, biz tek başına, o melek Modern dünya ile baş başa kalmıştık.

 

Fakat “tarihin sonu” duygusuyla geçen kısa bir süre sonra anlaşıldı ki dağılan sadece Sosyalist rejimler değildi, aynı zamanda bizzat Modernliğin uzunca bir süredir sosyalizm bayrağı altında yürüttüğü kendi sınırlarını keşif, iç-eleştiri, deneme ve arayışıydı da! Çünkü coğrafi Batı’nın içinde veya dışında Özgürlük, Eşitlik ve Dayanışma gibi talepler etrafında gelişen Sosyalist hareketler Modernliğin ötekisi değil, kendisiydi, öz çocuğuydu, dışında değil içindeydi. O açıdan da Sosyalist Modernlik veya Modernleşme denemesi olarak anılmayı fazlasıyla hak ediyordu. Eğer 1789 Fransız Devrimini simgesel olarak Modern toplumun yıldızlarının, ‘büyük umutlar’ının parladığı an gibi düşünürsek, bundan 200 sene sonra 1989’da bu yıldızların sönmeye, ‘büyük umutlar’ın kırılmaya başladığı söylenmeliydi.

 

Aynı tarihlerde genel olarak dine ve dini hareketlere ilginin yükselişinde Modernliğin bu devasa keşif, arayış ve eleştiri çabasının hüsranla sonuçlanmasının belirleyici bir etkisi vardır. Modernliği kökten sorguya çeken 68 dalgası (sol) Türkiye’ye biraz geç ulaşmıştı, 89 dalgası (dindar) gecikmedi, hatta daha da erken geldi. Çünkü, 1980’li yıllara gelindiğinde, bir tarafta, teknik hasılası ne olursa olsun, Türkiye toprağındaki bütün kimlikleri (Kemalist kimliğin kendisi dahil) tarumar etmeyi başarmış Kemalist Modernleşmenin bu topluma artık kan ve şiddetten başka bir şey veremeyeceği bir kez daha belli olmuştu (1980 darbesi), bir. Diğer tarafta, 1960 darbesini takip eden yıllarda, bu darbenin iklimlendirdiği bir vasatta boy atan Sosyalist Modernleşme denemesi de, uyandırdığı Özgürlük Dalgasını taşıyamamış ve daha darbe gelmeden bir şiddet sarmalında kaybolmuştu, iki. O yüzden Türkiye’de dine/İslam’a yöneliş daha erken başlamıştı.[1]

 

Bu, dahası, uzun süredir Batı Modernliği karşısında (ve de Sosyalist Modernleşmeciler karşısında) sinmiş, ezik, bir tür suçluluk duygusunu üzerinden atamayan, defansif Müslüman çevrelerin başlarını doğrulttukları, suçluluk duygusundan çıkarak Batı karşısında eşitlik arayışına girdikleri ve hatta ekstra bir özgüven kazandıkları, dinler arasında özel olarak İslam’a takılmaya çalışılan “gerici, yobaz, şiddet-sever” boyunduruğunu gevşettikleri, kısaca Batı’dan çok daha bereketli ruhsal, kültürel ve siyasal bir hareketlenmeye yol açmıştı.

 

2000’lere gelindiğinde Türkiye toplumu 40 yıldır devam eden aşırı müdahaleler nedeniyle aşırı ısınmış, yorulmuş bir toplumdu. Her seferinde memleketi dağılmış pazar yerlerine çeviren sayısız darbenin ve adı konmamış bir iç savaşın yaralarını sarmaya ve arada bir nefes almaya çalışıyordu. Çok geçmedi. 12 Eylül darbesinin Diyarbakır Zindanlarında kendi suretinden yarattığı PKK’nın Pol Pot rejiminden, yani yeni bir Sosyalist Modernleşme girişiminden sadır olan, bu kez etnik kimliklerin kışkırtıldığı yine adı konmamış bir başka iç savaş çaldı kapısını. Cinayetler, suikastlar, katliamlar… Şehitler, şehitler, şehitler… Kan gövdeyi götürüyordu ve hiçbir siyasi veya entelektüel, hiçbir grup, hareket veya parti doğru dürüst bir yön tayini yapamıyor, sonunda büyük bir çaresizlik içinde Kemalist Modernleşmenin imal ettiği ezberlere, başına nöbetçi diktiği istikametlere teslim oluyordu.

 

İşte Türkiye toplumu, Kemalist Modernliğin çemberinden geçmiş, Sosyalist Modernliği içinden, heyecanla bizzat kat etmiş bir toplum, belki de bu aşırı hararet ve yorgunluğun etkisiyle Kendine dönmeyi akletti. Ve siyaset katında bu Kendiliği temsil ettiğini düşündüğü Erdoğan ve AK Parti etrafında kümelendi.

 

Yalnız bu arada Türkiye Ana, derinindeki büyük kudretle, aşağı yukarı bütün kimlikleri (Kemalist kimlik dahil) Kemalist Modernleşmenin cenderesinden, Kemalist Vesayetin sultasından kurtarmayı, varlığa taşımayı, kendi referans, değer, heves ve talepleriyle, yani oldukları gibi, vekâletnamesiz, bir dolayımda kırılmadan söz, siyaset ve kamu alanına çıkarmayı başarmıştı. Kimlikler artık kıyı bucak saklanmıyordu, kendi halince birer Faildi. Bu hal üzre, son olarak dindar Müslüman kimliğin de avdetiyle Türkiye’deki ana kimlikler tablosu büyük ölçüde tamamlanmıştı. Yani Cumhuriyet tarihinde ilk kez, makul, olması gerektiği gibi, fıtratına uygun bir Toplum olma, hakikatli bir Biz olma ihtimalinin temel formel şartı ikmal edilmişti (2002).

 

Fakat menfi ve müspet çeşitli yönleriyle mevcut kimlikler, aralarındaki alışveriş ağı ve iktidar ilişkileri, Kemalist Modernleşmenin çekiç Darbeleriyle şekillenmişti. Ve Kemalist merkez, Modernliğinin tabiatı icabı kendisinden başkaya varlık hakkı tanımasa da, gönlü onun gibi daha çok Batı’nın temsil ettiği “modernlik, laiklik, çağdaş uygarlık” gibi değerlere akan, yani Kendisinden daha çok Başkası (Avrupalı) olma istidadı gösteren kimlikler için mümbit bir toplumsal vasat oluşturmuştu. Mesela Türk/Kürt Sosyalist/Solu bu vasatta boy atmıştı. Şimdi, dindar Müslümanların iktidarı “ele geçirdiği” ve ciddi bir Kendilik talebini siyasetin merkezine taşıdığı bu momentte, civardaki tüm Modern/Batılı kimlik varyantlarının yeni bir muhasebeye zorlandığı ve saflarını sıklaştırdığı bir sürece girildi.

 

Cumhuriyetin Modern Şimdi’sinde iktidar, kontrol sistemi ve kurumları ve hatta tüm toplumsal faaliyet alanları, başımızı kaldırdığımız her yerde karşımıza çıkan bir Geçmiş ve Geleneğin gayri-modern kabul edilerek yok sayılması üzerine kurulmuştu. Her ahval ve şeraitte bir şekilde Gelenek, Tarih ve İslam’ı referans alarak yaşamaya çalışan nüfus kesimlerinin (toplumun ana çatısının kıyısında, kıstırılmış bir alanda) itaati, sabrı ve sessizliği üzerine. Şimdi işte o yok sayılan Geçmiş/Gelenek, göçünü toplamış kalabalıklar halinde, “göbeğini kaşıyarak” toplumun kıyısından merkezine, itaatten itaatsizliğe, ataletten Failiyete taşınıyordu. Bu, yerleşik Modern sınıf ve zümrelerin yerlerini iyice daraltmış, toplumsal hararet yeniden yükselmişti.

 

O yüzden ülke, kısa sürede, ilki Kemalist ve Sosyalist Modernleşme sürecinden mülhem, daha çok Modern, Batılı olmak isteyen, diğeri bu Modernleşme süreçlerine olduğu kadar genel olarak Modernliğe de mesafeli, eksiği gediğiyle Kendi Geçmiş ve Geleneğine değer veren, Buralı ve Kendisi olmak isteyen iki Türkiye halinde kutuplaştı. Kemalizm can çekişirken bile tehlikeli olduğunu göstermiş, iki Türkiye’den birini kendi çevresinde “mevzilendirmeyi” başarmıştı! Artık yükselen toplumsal hararet bu yeni fay/çatışma hattı üzerinde birikecekti.

 

15 Temmuz işte bu hat üzerinde 10-15 yıldır biriken (toplumsal harareti soğutmasa da) çatışma enerjisini boşalttı ve bir karara bağladı, Türkiye toplumunun Kendilik adındaki bence en ağır taşını, Keder Taşını dibe oturttu; onun mevcut bütün kimlikleriyle ayakları üzerinde durma olanağını, varlık dengesini kararlı hale getirdi. Yüzyılı aşkın bir süredir şekillendirilmeye, içine Modernlik üflenmeye çalışılan, Kendinden bir Başkası olmaya zorlanan bir toplumsallık, Dindar/Gelenekçi/Buralı Türkiye yara bere içinde kendini dosta düşmana kabul ettirdi.

 

Böylece İmparatorluğun dağılmaya doğru gittiği çalkantılı bir tarihte can havliyle başlamış, Modernlikle/Batıyla ilişki, Batılı olma, Kendisi kalarak Modern olma, Batının demokrasisini alma, tekniğini alarak kültürünü almama, vb., gibi sayısız varyantları olan ve esas olarak siyaset ve entelektüeller katında yürütülen uzun bir tartışmaya da nokta koymuştu.

 

O yüzden 15 Temmuzun ayırt edici vasfı sadece, Türkiye toplumunun ilk kez (Kemalist Modernleşmenin kanlı alâmet-i fârikası olan) bir darbeyi püskürtmüş olması değil, ilaveten, bunu kendi Kaderine yazılmış kelimelerle, kendi hakikati içinden, Kendisi Olarak, Bismillah çekerek, abdest alarak, ezanlar, salâlar, tekbirler eşliğinde yapmış olmasıdır!

 

Bu, Kemalist/Sosyalist Modernliğin Öncesiz Şimdi’sinin tarihe karışması demekti. Bu, Toplumun içinden geldiği Geçmişin ve Kaderin kendisine yüklediği, ama uzun yıllar mahrum bırakıldığı derin dönüştürücü, yaratıcı bir kudreti/potansiyeli fiiliyata çıkarması demekti. Şimdi hakikatli bir Biz olma ihtimalinin sadece temel formel şartı değil, o formun içini dolduran bir Kendilik de, yani esasa ilişkin şartı da mevcuttu artık. Ne üzerinde bir toplum olacağız sorusuna her türlü cevabın ilk cümlesi… her türlü özgürlük/adalet talebinin olduğu kadar her türlü farklı kimlik ve hayat taleplerinin de asli zemini: Kendilik hakkı, Kendi olma, Kendinden başka bir şey olmaya zorlanmama hakkı ve özgürlüğü.

 

O nedenle 4 yılın ardından 15 Temmuzun muhasebesini yapmak, akıbetini izlemek aslında, biri Modern/Batılı diğeri Dindar/Buralı 2 Türkiye (2 büyük kimlik bloğu) etrafında Biz ihtimalinin ne kadar imkan dahiline girdiğini izlemek demektir, bir. Söz konusu 2 kimliğin, özellikle de yeni bir Kendilik arayışı olarak zuhur eden, o yüzden ilkine göre daha “meçhul” Dindar/Buralı kimliğin potansiyellerini deşmeye, anlamaya çalışmak demektir, iki.

 

Ben bunu, becerebildiğim ölçüde, 3 cari güzergâh boyunca kısaca değerlendirmeye çalışacağım: Hak teslimi; Suriyeli mülteciler ve Şiddet/PKK şiddeti. Son 2 başlığın, bu toprağın baz, Kader Kimliği sıfatıyla mevcut tüm kimliklere Analık etmiş, bu minvalde macerası, başarısı veya başarısızlığı şu veya bu ölçüde bütün kimlikleri etkilemiş ve etkileyecek olan Dindar/Gelenekçi/Buralı kimliğin potansiyellerini göstermesi bakımından çok daha kapsamlı incelenmesi gerektiğini özellikle hatırlatmak isterim.

 

Hak Teslimi

 

Ferdin ve Toplumun esası aynıdır. Nasıl üzerimizde duran, teslim etmediğimiz bir hak, bir kıymık gibi sürekli ruhumuza batarsa, o hak teslimini yapmadan içimiz rahatlamaz, dışımız yola koyulamazsa, gruplar, zümreler ve genel olarak Toplum için de böyledir. Ve hak teslimatı kolay bir iş değildir, helalleşme her şeyden önce gönül ister, emek ister, uzun sürer. Yeni bir Biz inşasını ihtiyaç haline getiren bu tür büyük toplumsal kaymalarda, dönüşüm anlarında, zihniyet yırtılmalarında, farklı kimliklere, cemaatlere, katmanlara düşen, ilk adımı atıp diğerinin, Kardeşin hakkını teslim etmektir. İyi bir başlangıç için bundan daha şifalı bir şey yoktur. 

 

Modern/Batılı Türkiye’nin üstünde tarihsel bir vebal vardı zaten. Kendi iç/zihniyet kilitleri yüzünden kapsamlı, yaygın, eşik-aşıcı bir Kemalist Modernleşme eleştirisi yapamadığı gibi geliştirilen bütün eleştirileri de kendi varlığına yönelik bir tehdit olarak görmüş, her seferinde bir adım geri çekilmişti. Şimdi üzerine iki hak daha geçmiş oluyordu: 15 Temmuzu yapan Dindar/Buralı Kimliğin hakkı ve bizzat 15 Temmuzun hakkı. Bu, Kemalist Modernleşme sürecinin o meşum simgesi olan Darbe ve Darbe Mekaniğini parçalayarak Türkiye toprağındaki bütün kimliklere (Kemalist Kimlik dahil, çünkü Kemalist Modernleşme Kemalist olmayı dahi şarta bağlıyor, kalıba vuruyordu) yer açan, önlerindeki son bariyerleri de temizleyen bir tarihsel olayın ve Failin hakkıydı. Detaya girmiyorum bu hak, halen yine bir vebal olarak Modern/Batılı Türkiye’nin üzerinde duruyor, inatla, istikrarlı bir şekilde 15 Temmuzun kendisini bile görmek istemeyen yazarları, sanatçıları, entelektüelleri, niyet okuyucuları, siyasetçileri, amirleri memurlarıyla birlikte…

 

Suriyeliler Meselesi

 

93 Harbi (1878) ve Balkan Savaşından (1911) beri, Müslüman/Türk toplulukların bulundukları coğrafyalardan dalgalar halinde Anadolu (Nuh’un) Gemisine doğru hareketi, hicreti hiç kesilmedi. Son dalga, 2010-11’den itibaren Suriye’deki iç savaş nedeniyle Türkiye’ye sığınan 3,5-4 milyonluk (5-6 milyona çıkma ihtimali bulunan) Suriyeli mülteciler oldu. Büyük bir dalgaydı bu. Modern dünyayı olduğu kadar Türkiye’yi de ağır ve tarihi imtihanla karşı karşıya bıraktı. Büyük ölçüde kadınlar, çocuklar ve yaşlılardan oluşuyordu. Zaman geçtikçe toplumun çeşitli katlarında çeşitli biçimlerde ırkçı tepkiler belirmeye başladı. Sosyal medya başta olmak üzere çeşitli mecralarda ellerinde benzin bidonuyla dolaşan, bu tepkileri bir toplum yangınına dönüştürmeye “gönüllü” ırkçı “şefler” ortaya çıktı. Araştırmalar, bu konuda maalesef sağcının solcudan solcunun sağcıdan AK Parti tabanının CHP tabanından HDP tabanının CHP tabanından fazla bir farkı olmadığını gösteriyordu. Kısa bir süre sonra aklı başında herkes dehşet içinde, bir bütün olarak Türkiye’yi ruhen ve fiilen silindir gibi ezip geçebilecek devasa bir meseleyle karşı karşıya oluğumuzu fark etti. Ve bu tehdit, bu ihtimal halen var!

 

Gördüğümüz, görmediğimiz, görmek istemediğimiz patlamalarla gündelik hayatın içinde canlılığını koruyan bu ırkçı dalga tehdidine karşı halihazırda 2 barajımız olduğu anlaşılıyor: (1) Toplumun (aşk olsun!) henüz tam açılımını bilmediğimiz iç mukavemeti ve (2) Eksiğiyle fazlasıyla, günahıyla sevabıyla, sürprizleri ve potansiyelleriyle Dindar/Buralı Türkiye’yi en iyi temsil ettiğini düşündüğüm Erdoğan’ın (devlet, siyaset ve de toplum katının en önünde) net tutumu: “Biz ensârız onlar muhacir”, “Ben siyasetten, siyaset benden kopsa bile ben ensar, muhacir hakkından kopmayacağım…”.  Şimdi genel olarak Toplumun ve Dindar/Buralı Türkiye’nin bu tutumu Modern/Batılı Türkiye için, Biz için, muazzam bir fırsat sunuyordu. Olağanüstü bir hal olağanüstü bir imkan doğurmuştu, İki Türkiye’nin Bir Türkiye gibi davranabilme ve olabilme imkanı. Halen bu imkan da baki!

 

Faşist Modernlik denemelerinin kasvetli hatırası altında, Modern/Batılı Türkiye içinde “anti-faşist”, “anti-ırkçı” bir tutum/istidat hep var olageldi. Fakat bu istidat, mevcut tabloda münferit gayretler, öbekler, adalar halinde kendini gösterse de, bu kez İslam’la ilgili iç/zihniyet kilitleri nedeniyle ırkçı dalgaya karşı ortak bir tutum geliştirme yoluna girmedi. Daha doğrusu Dindar/Buralı Türkiye ile yan yana bir şey yapabileceğini aklından bile geçirmedi.

 

Şiddet/PKK Şiddeti

 

Biz inşasında daha asli, daha acil bir yer tutan bir mesele bu. Keyfe keder bir tercihten, olsa da olur olmasa da bir halden değil, olmazsa olmaz, varoluşsal bir şeyden söz ediyoruz. Bütün kutuplaşmaların, yarılmaların, bütün hataların, öfkeyle kalkıp zararla oturmaların tahribatını azaltan, telafisini, geri çekilmeyi, yeniden denemeyi mümkün kılan, hatalardan öğrenme yollarını, müzakere kanallarını açık tutan “ontolojik” bir şeyden söz ediyoruz: Şiddete taşmamak. Yakın Türkiye tarihinden, bir Darbe Mekaniğinin iştahla sürdüğü Şiddet tarlalarından, korkunç bedeller ödediğimiz İç Savaşlardan öğrendiğimiz, öğrenmiş olmamız gereken bir büyük derstir bu: Şiddete taşmamak, Şiddet ihtimali kanallarını tıkamak, cari bir Şiddet söz konusu ise, yangın bacayı sarmadan her türlü işi gücü bırakıp öncelikle onun önünü almaya girişmek! Derdimiz belli: Siyasal-toplumsal alanı Şiddet ve Şiddet Potansiyelinden arındırmak, Şiddete taşmayan demokratik bir siyaset formunu tüm kimliklerin ortak paydası haline getirmek. Şiddete karşı ilkesel bir tavır, bir mutabakat.

 

Dindar/Buralı Türkiye genel olarak Kürt Sorununun çözümü, özel olarak PKK’nın silah bırakması konusunda müthiş bir inisiyatif aldı. Modern/Batılı Türkiye’nin biti kadar sevmediği Erdoğan kellesini koltuğuna alarak önce kendi kimlik bloğunu, sonra AK Partiyi, Devleti ve Toplumu ikna etti. 2009’dan itibaren (aracısız PKK ile görüşmek dahil, ellerinde on binlerce şehidimizin kanı bulunan Abdullah Öcalan ve Kandil arasında mektup teatisi dahil her türlü imkânın denendiği) Oslo görüşmeleri, Kürt açılımı, Habur girişleri, Milli birlik/kardeşlik, Akil adamlar, Çözüm süreci, vb., gibi isimler altında Kürt Sorununu bir yola koymayı, ülkeyi Şiddetten arındırmayı denedi.

 

Çözüm Sürecinin (2009-2015) en kritik elemanı, HDP’ye oy veren, onu Türkiye ölçeğinde yeni bir Sol/Devrimci siyasetin imkânı olarak gören Türk Solunun, olağan siyasete yakın duran Sol/Sosyalist aydın, yazar, sanatçı, kanaat önderi ve STK’larının tutumuydu. PKK/Kürt Solu da bu kişi ve çevrelerin kendi hinterlandından ayrılmaması için özel bir ihtimam gösteriyordu, yani sözleri etkiliydi.

 

Detaya girmiyorum, bu konuda Modern/Batılı Türkiye’nin uç beyliğini yapan bu (cırmı küçük ama etkili) Sol/Sosyalist kesim ve onların etki alanındaki STK’lar, omuz vermeleri halinde PKK’nın silah bırakabileceği bir eşikte o omzu esirgedi. Ağzından “Barış!” talepleri, elinden “Savaşa Hayır!” bildirileri hiç düşmeyen bu Sosyalist/Soldan “Evet, PKK silah bırakmalıdır!”, “Türkiye toprağı artık şiddetten arınmalıdır”, diyen tek bir Allah’ın kulu bile çıkmadı. Akıllarına bile gelmedi! Belli ki o kritik dönemeçte Hasan Cemal dağlara düşüp, yolunu kestiği PKK’lılara “Ne karşılığında silah bırakıyorsunuz, Batı’daki demokrasi mücadelesini satıyor musunuz” diye çıkıştığında, meğer Sosyalist/Solun bir tür bilinçaltını temsil ediyormuş. Belli ki PKK ve Şiddeti tek yumurta ikizleriymiş, devrim düşlerini uyanık tutuyormuş…[2]

 

Bu heba edilmiş fırsattan sonra, Suruç katliamı ile başlayan, PKK’nın Ceylanpınar’da 24-25 yaşlarındaki 2 polisi uykularında susturuculu silahla enselerinden vurarak şehit etmesiyle (Temmuz 2015) devam eden ve 2016 Temmuzundan itibaren daha da hızlanan yeni bir şiddet fırtınası içine girdi Türkiye.

 

Ülkenin doğusunda PKK açıkça “devrimci halk savaşı” ilan eder ve yürütürken, batısında itibarlı ağır abilerin, koca koca entelektüellerin yazıp çizdiği mecralarda 2 Türkiye halini tersinmez bir veri kabul eden bir yaklaşımla, Kemalist çekirdek etrafında katılaşmış Modern/Batılı kimlik kutsanıyor, açık açık bu iki kimlik bloğunu ayıran hat üzerinde (sanki böyle gerçek bir hat varmış gibi!) “mukadder” bir hesaplaşmaya, iç savaşa hazırlık uyarıları yapılıyordu.



Böylece ancak bu iki kimlik bloğunun birlikte yürümesi halinde sahiden yeni bir Biz’e, Bir’like varabileceğimiz bir yol daha atıl hale gelmiş, heba edilmişti. Bugün bu tabloda Türkiye bir bütün olarak Şiddete savrulmuyorsa, burada aslan payı (1) Toplumun tüm bir Cumhuriyet tarihi boyunca Zora/Şiddete karşı kanla gözyaşıyla edindiği iç mukavemet ile (2) Dindar/Buralı Kimliğin derin yapılarına ait görünüyor. Öte yanda, Kemalist ve Sosyalist Modernleşme denemelerinde kurucu bir unsur olarak Modern/Batılı Kimliğin belli bir kesimine yerleşmiş bulunan “devrimci zor/şiddet” aşkı, 1980 öncesine göre zayıflamış olsa da, bugün korkarım, kentli orta sınıflar üzerinden bir bütün olarak bu Modern/Batılı kimliğe yayılma eğiliminde…

 

Sonuç Niyetine

 

Türkiye vakasını anlama yolunda geliştirdiğimiz, bir açıklama modeli olarak şu veya bu oranda kabul görmüş (İlerici-Gerici gibi ilkellikleri bir yana bırakırsak) Doğu-Batı, Modern-Muhafazakar, Modernlik-Modernleşme, Laik-Dindar gibi terimlerle kurduğumuz modeller her zaman bir şeyi örter: Hepsinin altında yatan Kendisi Olmak (Türk, Kürt, Müslüman, vb) ile Başkası Olmak (Batı, Modern, Sovyetler, Çin, Arnavutluk, vb) arasındaki derin çatışmayı. Bu çatışma, bu sarkaç klasik, faşist veya sosyalist türleriyle Batı Modernliğinin uzun sömürgecilik tarihiyle, kanla, silahla, tahakküm arzusu ve hüküm gücüyle dünyamıza ilave ettiği, Batı-dışı toplumları yarıp geçen bir sarkaçtır. Kaynaklarını, malını, canını, çocuklarını Batı’nın tasallutundan kurtarmaya çalışan ama Modernlikle de gözleri kamaşmış, ruhu ve fikri karışmış toplumları dipteki Kendisi Olmak ile gözdeki Başkası Olmak arasında ikiye bölen bir sarkaç.

 

Bizdeki halihazır karşılığı (şimdilik daha iyisini bulamadığım terimlerle) Modern/Batılı Türkiye ile Dindar/Gelenekçi/Buralı Türkiye. Bölünmenin sınırlarının terimler arasındaki gibi hiç de net olmadığını belirtmeye gerek yok. Bu temelde teşekkül etmiş görece katı-gruplaşmalar yok değil ama istisna. Kural olan aynı grubun, aynı insanın içinde 2 Türkiye. Kendisi Olma iştahı, arzusu ve fikri ile Başkası Olma iştahı, arzusu ve fikrinin böldüğü insan tekleri. Her birimiz oranları değişik, gerilimli veya barışık, biraz Batılı biraz Buralıyız, biraz Modern biraz Gelenekçiyiz hem Batı hem Doğuyuz ne Batı ne Doğuyuz.

 

15 Temmuz, bu açıdan, uzun Cumhuriyet tarihi boyunca Kendisi Olmayı prensip olarak reddetmiş, hep Batı olmaya gayret etmiş, o yüzden kroki halde yaşamaya çalışan bir toplumun uzun bir süreden sonra ayıkması, kendine gelmesiydi. Çok da beklenen bir şey değildi bu, hatta mucizevi bir yan taşıyordu. Bunda Modern/kapitalist statükonun tıkandığının ve ona sosyalist itirazın da bir yere çıkmayacağının anlaşılmasıyla dünya ölçeğinde ortaya çıkan daha geleneksel, daha klasik, kadim cevaplara/usullere dönüş arzusunun etkisi vardı. Daha manevi, daha dipte yatan, daha toleranslı, daha zorlamasız, insanı olduğu haliyle buyur eden, daha şiddetten uzak, daha sabırlı, zamana dayanmış olana yöneliş. Türkiye Kimliğini kuran azı kök olarak İslam’a, bir tür aslına rücu ediş, kendi normaline, makulüne dönüş.

 

Kimi zaman aynı insanın içinde yüzen adalar halinde Aciliyet ile Sabır, Özgürlük ile Sorumluluk, Doğal Hak ile Kul Hakkı, Birey ile Kardeş, Öncesiz Şimdi ile Geçmişe Gömülü Şimdi, İhtiyaç Maddesi ile Nimet, Bilim ile Hikmet ve Şükür böyle yaygın ilk kez birbirini fark etti. Aralarında birbirini besleyecek damarlar olduğunu gördü.

 

Bu meyanda 15 Temmuzda Türkiye toplumuna “dışarıdan bilinç” verilmemiş, Toplum, kendi “İçeriden Bilinç”ini keşfetmiş, kendi Kader Kimlik’inin üzerini açmıştır. Lafı dolaştırmadan bu kimlik bir Dil (Türkçe), bir Din (İslam) ve bir Tarih üzre kurulmuş orijinal bir kimliktir, orijinal bir Hal, bir Dünyada Oluş Hali. Bu Halin eseri olan Türkiye/Anadolu Toplumunun orijinalitesi Kardeştir, orijinalitesi Birey olan Modern Topluma kıyasla. Kardeş, Bireyin zıddı değil reddi ve iptalidir. Diğer bir deyişle, Anadolu Toplumunun (ve Ferdinin) üzerine bina edildiği arke, ayak, manevi bütünlük Birey değil Kardeştir. Kardeş, Toplumun ve Ferdin ortak esasıdır. Yani kendi kimlik esasında Türkiye Toplumunu rapteden Özgürlük değil Sorumluluktur, Doğal Hak değil Kul Hakkıdır, Sabırdır, Hamttır, Şükürdür. O yüzden o gece bize bir Sorumluluk bıraktı, bir Kardeş hakkı… Sorumluluk: O hayat memat anında törensiz mübalağasız bütün bir Türkiye’nin yükünü sırtına vuran Ömer Halisdemir’dir; Kardeş: O hayat memat anında ilk “Ezanlar Susmasın” çağrısı.

 

Türkiye Toplumu 15 Temmuzda keşfettiği “İçeriden Bilinç”iyle, işte bu kimliğe sahip çıkarak, hem Devleti, siyaset katını, hem de aydın ve entelektüel katını kurtarmıştır. Belli ki bu yolda Devlet ve siyaset katından da aydınlar katından da daha kararlıdır. Devletin, elitlerin, aydınların fantezileri, tereddütleri olabilir, lakin bu saatten sonra Toplumun olmaz. Veya tersinden söyleyelim, Devlet de siyaset katı da aydınlar katı da tekleyebilir (üstüne üstlük bu katlarda FETÖ’nün tahribatı muazzam boyutlardadır) ama Toplumun bu lüksü yoktur.[3]

 

Türkiye Toplumunun yeni bir yola girdiği kesindir lakin, Toplumsalda bir zorunluluk olmadığı, tüm Failler için her türlü bahtın açık olduğu da o kadar kesindir. Eğer, bu kez Dindar bünyede ortaya çıkan FETÖ gibi özel, hormonlu bir aparatla doğrudan varlığına kast eden Modernlik olmasaydı, şu yeryüzünü kasıp kavuran, kadim yurtları yaşanmaz hale getiren, anaların, yârlerin öpmeye kıyamadığı kuzuları yollara düşürüp Akdeniz’de boğulmasını, çaresiz, sahipsiz, kimsesiz ‘toplu intihar’ çağrıları yapmasını, tavanlarda sallanmasını, fuhuş ve organ pazarlarında satılmasını seyreden Modernlik olmasaydı… Kemalist/Sosyalist Modernleşme tarihinin cenderesinden geçmeseydi… kendini bu kadar kuşatılmış, kıstırılmış hissetmeseydi… belki de aklına bile getirmeyeceği bir yola girmiştir Türkiye.

 

Bu yol Modernliğin filmlerdeki Manhattan görüntüleri gibi ezberlenmiş güzergahlarından farklı bir yoldur, bir Kendilik yoludur. Yol ıssız, yolcunun kasları zayıftır. Teorisi, uygulama şartnamesi, rehber kitapçığı yoktur. Ancak Bizim kendi deneyimimizle adım adım, yoklaya yoklaya, keşfederek ilerleyebileceğimiz ve ancak böyle ilerlersek geçebileceğimiz, temellük edebileceğimiz, Bize özgü ve tam bu yüzden de riskler, sürprizler ve muştularla dolu bir yoldur. Teklemek, düşmek kalkmak işin tabiatı icabıdır, yanlışları doğruya azık yapmadan yol da olmaz öğrenme de. Türkiye Toplumu bunu biz kalem erbabından daha iyi biliyor, o yüzden uzun vadede sabırla, aşkla Devleti de siyaset katını da aydınlar katını da yörüngeye oturtacaktır.

 

Bir büyük anakara, bir Boz Atlı Hızır, Modernliğin eleştirisine, uzun yola hüküm giymiştir.

 

___

[1] 1980’lerin ortalarında Sosyalist çevrelerde, bir otobüste kitap okuyanlar 1970’lerde solculardı şimdilerde ise İslamcılar, diye bir anekdot dolaşırdı.

 

[2] “PKK silah bırak” çağrısından tabii ki bir sonuç alınmayabilirdi, büyük ihtimalle de PKK bu çağrıyı yapanları sırtından silkeleyip atacak ve bildiği yolda devam edecekti. Lakin Modern/Batılı Türkiye’de böyle bir tutumun tartışılması, bir ihtimal olarak gündeme girmiş olması bile çok büyük önem taşıyordu. Sosyalist/Sol, tüm bunları, çözüm masasını PKK mı devirdi, Erdoğan mı tartışmalarına feda etti. Oysa (Kürt Solunun da abisi sıfatıyla) Modern/Batılı Kimliğin önünü açan ilkesel bir tutum alabilir, en azından PKK’nın Türkiye’de silah bırakmasını o kimliğin gündemine taşıyabilir, bu arada aynı tartışmaları yine de yapabilirdi.

 

[3] Burada Erdoğan’ın hakkını teslim etmek, onu doğrudan Toplum katında değerlendirmek gerekir. Yoksa ne 15 Temmuzu mümkün kılan sıklet merkezini, ne de Suriyeli mülteciler, Kürt meselesi ve PKK şiddetinin tasfiyesi konusunda alınan mesafeyi açıklayamayız.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.