İnsan Hakları: Olduğu Kadar

İnsan haklarının anlam kazanabilmesi için öncelikle pratikte uygulanması lazım yoksa her teorik iş gibi sabun köpüğünden daha fazlası değildir. Olmayınca da olduğu kadar diye teselliyle avunmak kalıyor geriye…
Bugün 10 Aralık İnsan Hakları Günü. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin (İHEB) kabul edildiği 1948’den beri kutlanageliyor. Beyanname, Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Komisyonunca hazırlanıp Genel Kurul tarafından da birkaç tadilatla 48 üye ülkenin olumlu oyu ve o dönem altı sosyalist ülkesinin (Sovyetler Birliği, Beyaz Rusya, Ukrayna, Polonya, Çekoslovakya, Yugoslavya), bir apartheid rejimin (Güney Afrika) bir de mutlak monarşi Suudi Arabistan’ın çekimser oyuyla BM’nin Paris’teki 183. oturumunda 30 maddelik bir bildiri olarak kabul edilmiş. İşin özü, insan hakları konusundaki bu temel metinde bile devletlerarası bir uzlaşı o zaman bile mümkün olamamış. Yine de İHEB, BM’nin temel kurucu belgelerinden ve Beyannamenin önsözündeki “Hukukun üstünlüğü” terimi uluslararası hukukta ilk kez, kullanılmıştır.
Bu 10 Aralık’ta da Nobel Barış Ödülü sahibini bulacak, yer gök insan haklarının önemine adanmış pek çok kamu ve sivil toplum kuruluşunun hamaset dolu konferanslarıyla inleyecek ve kültürel etkinlikler ve sergilerle geçiştirilecek. Öte yandan bu da, bir şeyi herkesin gözü önüne koyarak hatta gözüne sokarak gözden kaybetmek gibi işte; bir günlüğüne bıktırırcasına bahsederek içini boşaltmak. Anneler, Babalar ve Sevgililer Günü gibi bir hediye alışverişinin olmaması nedeniyle de kuru kuruya kutlanacak olması da cabası ama adet yerini bulsun işte.
İnsan Hakları, sosyal bilimlerdeki isim ve sıfat tamlamasından mürekkep bazı kavramlar gibi oksimoronluğu içeriyor. Öncelikle “insan” dediğimizde kimleri “insan” olarak sayacağımız konusunda tür olarak uzlaşmış değiliz ki; hangi haklara sahip olduğunda uzlaşalım. Böyle bir uzlaşı olsaydı herhalde insanlık (kesretten kinaye) tarihi boyunca hangi sebep olursa olsun yekdiğerimizi bu kadar bireysel ve kitlesel düzeyde öldüremezdik. Kaldı ki bu sebepler, günün sonunda insan canından daha fazla kutsal kabul ettiğimiz bir mazeretten daha fazlası değil. “İnsanın doğuştan gelen haklarıdır” deniliyor; tekilinden vazgeçtim çoğulundan bahsediliyor.
İHEB’de insan hakları kavram olarak temel, vazgeçilemez hatta devredilemez sıfatlarıyla betimleniyor. Kısacası, insan olmak bir ont/oloj/ik mesele olarak bir anlam ifade edebilmesi için hukuki bir çerçeveye muhtaç. İş hukuka kaldığında ise kaçınılmaz olarak siyasi bir altyapıya ihtiyaç duyuluyor. Biz daha insan kavramında tür içi ve küresel bir oydaşmaya yaklaşamamışken felsefede überMensch ve tasavvufta insan-ı-kâmil fantastik edebiyat örnekleri gibi geliyor. Zira insan etimolojik olarak ünsiyet ile rabıtası itibariyle sosyal bir varlık olması verili. Bundan kelli, diğergam olmak bir lütuf değil fıtratın şanından ve en azından sırtımızı kaşıyacak kadar hepimize bir Cuma lazım. Kaldı ki bu sosyalleşmeyi mümkün kılacak biyolojik melekelerle de donatılmış her canlı üreme sistemi itibariyle. Bu hakkından vazgeçen veya elinden alınan yegane canlı da insan zira her medeniyet biyolojik olanın sosyal normlarla yeniden üretilmesiyle veya sınırlanmasıyla mümkün oluyor.
Neyin Ne Kadar Hak Olduğuna Muktedirler Karar Verecek
Gelelim haklar meselesine… II. Abdülhamid’e atfedilen “Hakkını isteyene hakkını verin, baş kaldıranın başını kesin” ifadesinden hareketle neyin ne kadar hak olacağına cari muktedirler karar verecek, aynı bu sözü söyleyenin hal edilerek tahtını kaybedip Selanik’e sürgüne gönderilmesi gibi. Kendisi muktedirken de Mithat Paşa’yı Taife sürmüştü. İşin özü, monark ya da parlamento yasa yapmasa, hukukçular hangi yasayı uygulayacak? Bu konuda kamu müteahhitlerin hakedişi de ve asgari ücret veya emekli maaşı gibi bir hak konusu.
Babamın sendikacılığından dolayı emek, ücret ve özlük hakları gibi kavramlara çocukluğumdan aşinayım. Asgari ücret hesaplamasında beni yine çocukluğumdan beri acı acı gülümseten, bu ücretin farazi olarak dört kişilik kiracı konumdaki bir aile üzerinden hesaplanmasıdır. Necip Fazıl Kısakürek’in Destan şiirinde dediği gibi “Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa.” Bu hesaplamayı yapanlar kanaatimce değil dört kişilik aile olarak değil bireysel olarak bile bir ayda tek başlarına daha fazlasını harcıyorlardır, hatta belki dostlarıyla bir akşam yemeğinde gelen adisyondur. Asgari ücret, her ne kadar çalışanların yarısından fazlasının aldığı maaş olsa bile; asgari ücretle geçinmeye çalışan ve ehl-i-vicdan haricinde ne siyasetçileri, ne üst düzey kamu görevlilerini, ne sendika ağalarını ne de patronları incitiyor. Hatta patronlara kalsa işçilere nakit ödedikleri kadar da onlar için yemek, servis ve devlete ödedikleri vergileri hesabıyla asgari ücret için ödedikleri kadar daha harcama yaptıklarından dem vuruyorlar. Bir dokun bin ah işit… Kaldı ki artık beklenen tersine göç gerçekleşirse asgari ücretin altında çalıştırılan hukuken korunma statüsünde olanların oluşturacağı boşluk işçi ücretlerinde yeni bir tırmanışa sebep olabilir. Öte yandan, bir süredir asgari ücretliden ziyade emeklilerin durumu daha da içler acısı, özellikle de toplam 16 milyon emeklinin dörtte birini oluşturan en düşük emekli maaşı olan 12.500 TL alan kitle.
2024 yılı için asgari ücret 17.002,12 TL. Bu ücretin bırakın büyük şehirlerde küçük şehirlerde ve ilçelerde bile mütevazı bir evin bir aylık kirasından daha fazla olduğunu sağır sultan bile haberdar. Dahası asgari ücretin dört kişilik aile ve bir ayı 30 gün olarak hesapladığımızda kişi başı günlük 141,68 TL yapıyor. Kirayı, ısıtmayı, elektriği, suyu, toplu ulaşımı, iletişimi ve diğer ihtiyaçları geçtim öğün başına 50 TL bile düşmüyor. Türkiye’de insanların %93’ü şehir ve ilçe merkezlerinde yaşadıklarından hareketle en temel harcama kalemlerinde kaçınılmaz olarak ulaşım ve iletişim önemli bir yer tutuyor. İşin özü, insanın temelde biyolojik bir canlı olması ve bu canlılığı devam ettirebilmesi ancak ve ancak alacağı enerji iledir. Bu enerji de başta protein ile mümkün çünkü protein vücudun yapı taşı hücrelerimizi yeniden üretmede ve onarmada en temel birim. En ucuz protein kaynağı yumurtanın tanesi bugün 4-5 TL bandında dolaşırken, insanların hasta olmamasını nasıl sağlayacağız eğer yeterli proteine erişimlerini kolaylaştıramazsak? Kendi iradeleriyle bile isteye vejeteryan ve/ya vegan olanları saymazsak protein kaynağı olarak balık, kümes hayvanları, küçük ve büyükbaş hayvan etine ulaşmak bu kadar güç olmamalı. Bu bağlamda, en temel insan hakkı proteine erişim olarak kodlanamaz mı?
İnsan, İhtiyaçlarını Tatmin Edebildiği Ölçüde İnsan Kalabiliyor
Belki içinizden insan hakları meselesini bile ne yapıp edip ekonomiye getirdiğimi düşünenler olabilir. Eğer yaşam sadece nefes almaktan ibaret olsaydı işimiz kolay olabilirdi lakin insan ihtiyaçlarını tatmin edebildiği ölçüde insan kalabiliyor. Doğum istatistiklerinin düşmesi de boşuna değil, mevcut insanlar genelde bu dünyaya ve özelde bu ülkeye kendi türünden yeni canlılar getirip onların ömür boyu sorumluluklarını almak istemiyorlar. Bu istemsizlik herhalde çocuklarının maruz kalacakları insan hakları ihlallerine dair endişeden kaynaklanmasa gerek. Kendi çektikleri başta ekonomik sıkıntıları kendi yavrularına yaşatmak ve bundan dolayı çocukları tarafından hesaba çekilmek istemiyorlar.
En yüzeysel anlamda bile insan ve haklarından bahsedeceksek o insanın yaşadığı coğrafya ve döneme göre en temel ihtiyaçlarının sağlanması lazım ki bunlar da en temelde biyolojik ihtiyaçlardır. Bu maddi ihtiyaçları sağlayamayan her siyasal otorite bu durumu gölgelemek ve unutturmak için manevi göndermelere bulunmaktan imtina etmiyor. Bir süreliğine başarılı oluyor hatta belki bazıları hep de başarılı olabilir ama bazılarının da karnı daha çok gurulduyor yalanlar eşliğinde. Sonuç olarak, insan haklarının anlam kazanabilmesi için öncelikle pratikte uygulanması lazım yoksa her teorik iş gibi sabun köpüğünden daha fazlası değildir. Olmayınca da olduğu kadar diye teselliyle avunmak kalıyor geriye…

MURAT ÇEMREK
