Yeni Medyanın Yeni Normali: Hassas İçerik!

Gerçekle mesafenin giderek açıldığı, sahte olanın tırmandırıldığı, moral değerlerin bir bir düştüğü, ortak şuurun yerinde yeller estiği ayan beyan ortada. İşte tüm bu ahvalde hassas içerik diyerek sözde bir nezaketle önümüze konan unsurlar hassasiyetlerimizi yıpratmaktan başka bir işe yaramıyor. Bu, bizi o içerikten uzak kalmaya sevk etmiyor bilakis daha büyük bir iştiyakla seyre koyuluyoruz.

hassas içerik

Yanan petrol kuyuları, bölük bölük yükselen simsiyah dumanların ürkütücülüğü, ardından alabildiğine yeşil ve siyah renklerin hâkim olduğu gece görüntüleri… Kızılötesi teknolojisiyle çalışan gece görüş özelliğine sahip kameraların da refakatiyle günlerce kesintisiz süren yayınlar… Semayı aydınlatan, gökyüzünü kaplayan yağmur gibi bombardımanın korkusu… Havalanan küçük ışık kümelerinin yere ya da binaya isabet etmesinden anladığımız başka füzeler, ekranın sağ alt köşesinde CNN Live yazısı, hanelere, meskun mahallere hoyratça giren tam teçhizat askerler, kapkara petrole batmış küçücük bedenini kurtarmaya çalışan, çırpındıkça kanatları daha da ağırlaşan bir kuş, yanı başından çoktan ölmüş bir başkası… Bunların hiçbiri görülmüş şey değildi o güne kadar. Bir savaş anbean naklediliyordu.  

 

Binlerce kilometre ötedeki kontrol merkezinden Irak’taki her canlının hareketinin uydular yardımıyla izlendiği, geliştirilen hayalet uçaklar ve kullanılan yüksek teknolojiyle mücehhez savunma sanayii sistemlerinin ‘karşı konulmaz’ olduğu, diğer yandan ise tankların hunharca girdiği yerler sere serpe gösterilerek ABD ve müttefiklerinin mutlak gücüne vurgu yapılıyordu. Beride de sığınaklardaki ‘sivillerin’ hayatlarının ne kadar önemsendiğine dair propaganda sürdürülerek, Batı’nın ‘hümanist’ tarafına zeval gelmemesi için titizlik gösteriliyordu. Irak’ın devlet başkanlığını yapan Saddam için diktatör, tehdit altındaki Tel Aviv için masum nitelemesi her yayında tekrarlanıyordu. Sirenleri mavi kırmızı tepe lambaları izliyor, sedyelerde yararlılar süratle hastanelere taşınıyordu. Kameraların tepe ışıkları hiç olmadığı kadar kullanılıyor, aksiyon filmlerini aratmayan sahneler bir bir beliriyordu. Çirkin gaz maskeleri bölgeden gelen bütün görüntülerin artık sıradanlaşmış bir başka sembolüydü. 

 

Her şey hesaplı kitaplıydı belli ki. Bültenler tek taraflıydı. Koalisyon güçlerinin nazarıyla aktarılıyordu olan biten. Batılılar baz alınarak yüzlerce savaş uçağının kalktığı, güdümlü füzelerin bir o kadar sayıda fırlatıldığının duyurulduğu Körfez Harbi, yalnız yakın tarihimizde yerini alan, sayısı on binleri bulan insanın öldüğü bir savaş değildi. Aynı zamanda medyanın da seyrini değiştiren pek çok unsuru barındıran, birçok ilkin yaşandığı bir süreci ifade ediyordu. Zira bu savaş, Batılı medyanın, teşhir eylemine yeni boyut kazandırdığı, insanlık için kapanmayacak yaraları hediye ettiği bir vetireydi. Haritaların önüne geçip harekât planından bahseden yetkililer mi ararsın, Irak’ın muharebe gücü için bel kemiğini oluşturan noktaların bir bir imha edilişini ballandıra ballandıra anlatan habercileri mi… 

 

Şimdilerde hiçbir şaşırtıcı tarafı olmayan bu medya faaliyeti, dehşetengiz fotoğraflar olarak dimağlara kazındı takip eden yıllarda. Bu denli kanlı canlı, bu denli savaşın bütün sıcaklığının hissettirilmesine kimse alışık değildi. Tek yönlü haber yayınları ile müteakip dönemlerde çekilen belgesellerin de sinema filmlerinin de anlatımı da görüntüleri de benzer içerikteydi. Aynı mesajı perçinlemek için üretilen bu yeni şey yinelendi durdu yıllarca. Seyirci dumura uğramıştı. Yalınkılıç şiddet olağanlaşmaya başlamıştı. Öyle ki o yıllarda henüz emekleme aşamasında olan bilgisayar oyunlarına ilham kaynağı teşkil eden hadiseler resmedilerek çocuklar dahi mezkûr şiddete ortak edilmişti. 

 

Şiddetin olağanlaşmasını temin eden, artık şiddete bağışık kitlelerin oluşmasına zemin hazırlayan Körfez Harbi’nde edinilen medya tecrübesi daha sonraki yıllar boyunca Afganistan ve Irak’ın işgaliyle sürdü. Yetmedi, bitmek tükenmek bilmeyen İsrail saldırganlığının ana sahası işgal altındaki Filistin topraklarında da devam etti. Hutular ile Tutsiler arasında körüklenen iç savaştan diğer çatışma alanlarına tedhişin kol gezdiği görseller alelade birer unsura dönüştü seneler içinde. 

 

Avrupa başkentlerinde, sembolik mekânlarda yahut metrolarda yaşanan patlamalar, ABD’de ikiz kulelere yapılan şüpheli saldırılar, intihar eylemeleri… “Batı’da da yaşanıyor” dedirtecek büyük hadiselerden servis edilen görüntülerde ise bariz farklar vardı. Elbette öyle olmalıydı. Çünkü Batı’da yaşanan terör eylemleri dahi ‘Ortadoğu bataklığının’ ilkelliğine benzeyemezdi. Barbarların coğrafyası ile Batı bir tutulabilir miydi! Bu kabul edilebilir değildi. Bir editoryal süzgeçten geçirildiği anlaşılan haberler, görseller Batı’nın büyük savaşlar sonunda vardığını vazettiği yüksek uygarlık seviyesine halel getirmeyecek biçimde anlatıldı. 

 

Hasbelkader o dönemin televizyon karşısında haber seyreden, gazetelere gözü ilişen çocukları bugün birer yetişkin artık. Ve bu yetişkinler aradan geçen süre zarfında monolog yayınlardan çok boyutlu, çok sesli, çok renkli bir medyanın seyrine şahitlik etti, ediyor. Gelinen noktada medyanın tekilleştiği, bireyselleştiği vaka. Artık herkesin reyting kaygısı var. Artık sosyal mecralardan manşet atan her kişi ve kurum takipçi kitlesini artırmanın peşinde. Elbette bu mekanizma eskiye nispetle müdahaleye daha açık, ziyadesiyle talepkâr ve diyalog eksenli. Onun için kendi ‘sanatını icra’ eden, kendi haberini neşredenler, söz konusu kitlelerin temayüllerini dikkate almak mecburiyetinde. Peki neye mütemayil takipçiler? Rahatlıkla cevap verilebilir ki tüketime. Etkileşim denen yeni kelime, fikirden hisse, anlamdan idrake değin her şeyin çabucak tüketilebilen tarafına müşteri olmanın ifadesi. 

 

Pornografik Savaş ve Kaybolan Hayret 

 

O günden bugüne gelişen teknoloji, medya ve dijitalleşme olan bitenin giderek çok daha acımasız bir yerden yayınlandığı bir vasata zorladı dünyayı. Tüketim bir kültür olarak temayüz etti. Şiddet de tüketimin vazgeçilmez bir parçası olarak yerini aldı. Evet, merakla maruf bir varlık olan insan gözünü kulağını sakınmaksızın, şaşırma duygusunu payimal edercesine tüketiyor. Tükettikçe daha fazla içerik sunuluyor ama sunulan içerikler her seferinde dozajın biraz daha arttığı görsellerle dolduruluyor. Körfez Harbi sonrasında bu yeni vaziyeti değerlendirmeye dönük yazılan çizilenlerin en çarpıcılarından birini serdeden Jean Baudrillard’ın ‘pornografik savaş’ diye tesmiye ettiği yeri çoktan aştık. 

 

Baudrillard, hedeflerine isabet eden füzeleri, savaş gemilerinden kalkan uçakların nazarından yapılan gerçek yayınları seyrederek demişti diyeceğini. Şiddet gösterisinin medya eliyle seyre sunulmasını pornografik olarak niteleyen Fransız filozof, anlamın yerini gösterinin aldığına dair çarpıcı bir misal olarak bu harpteki görüntüler üzerinde durur ve “Sonuç olarak olayın [savaş değil] bir gösteriden başka bir şey olmadığı tüm dünyaya gösterilmiştir. Çünkü kitleler medyalardan gösteri istemişlerdir yoksa anlam üretmelerini değil. Her zaman yaptıkları gibi!” der. 

 

Toplumların hakikate değil izlenceye odaklı olduğunun altını çizen Jean Baudrillard’ın, kitlelerin epeyce bir vakittir cari sistemin kendilerine gerçek bilgiyi nakletmediğinin şuurunda olduğunu, o sebeple de hakikatin, yani anlamın izah edilmediği bir hadisede temaşanın şahidi olmayı talep etmenin tabii olduğunu anlatması boşuna değildir. Beklenen en olağan insani yaklaşımların dahi hissizleşme kuyusuna atılarak üstünün kapandığına işaret edilen bu anlayış, hassas içeriklere maruz kala kala hassasiyetlerimizin yittiği bir duygu çoraklaşmasına götürüyor bizi. 

 

Ruh Yitiminin Teşhiri 

 

Gelgelelim yakın coğrafyamızdaki ‘insanlık dışı’ görüntülere. Açık hava hapishanesine dönmüş 2 milyonu aşkın nüfusuyla Gazze, mütemadiyen saldırı altında. Ancak Aksa Tufanı Operasyonu sonrası artan gerilimin İsrail’in soykırımcı tarafını harekete geçirdiği şiddet dolu iklimde yaşananları anlatmaya katliam kelimesi hafif kalıyor. Anlatmak için ihtiyacımız olan kelimelerse pek ciddiye alınmıyor görüntü varken. Peki görüntülerde ne var? 90’larda dehşetle karşılananların solda sıfır kalacağı bambaşka görüntüler. Kefenleriyle Şifa Hastanesi’nin girişine serilen onlarca çocuk naaşının ortasına konmuş kürsüde maruz kaldıklarını, imkânsızlıklarını anlatan bir vicdanlı hekim, vurulan kız torununun feri sönmüş gözünü açıp öpen bir dede, paramparça olmuş cesetler. İnsanlık kendi başına bir değerse, bu değeri ayaklar altına alan ne varsa Gazze’den geliyordu görüntü olarak. Artık ‘bu son nokta’ düşüncesine ulaştıran zulüm daha fazlasının yapılamayacağı bir kanaati meydana getirdi. İnsan insana bundan fazlasını edemezdi. Öyle olmadı tabii. 

 

Sednaya Cezaevi’nde canlıların, dirilerin birer ölü haline getirilmesi, akli melekelerini yitirecek işkencelere maruz bırakılması şiddette de şiddetin teşhirinde de boyut atlatacak kadar çarpıcıydı. Işığa muhtaç kalarak varlığını yitirmiş, zaman mefhumunu yitirmiş, mekân mefhumunu yitirmiş yaşayan ölülerin meskeni kapalı devre yapılar… İnsanın ruhuna taarruz etmeyi marifet sayarcasına labirent gibi örülmüş koridorlarda olan bitenin ne olduğuna dair henüz net bilgimiz yok. Buna rağmen bilebildiklerimiz dahi buranın bir laboratuvar olarak kullanıldığını söylememiz için ziyadesiyle veriyle dolu. 

 

El yükseldikçe yükselmişti. Ölümün bir lütuf sayılacağı Sednaya’dan gelen görüntülerde neler yok ki. Şimdi okuyacaklarınız yukarıda zikredilenin fevkinde, iç karartıcı cinsten ama yaşananları yalnız sözcükler yardımıyla resmetmek, tarihe not düşmek adına buna mecburuz. Korkunç. Öyle korkunç ki insan haysiyetine taarruzun böylesinin tekmilinin birden yoğun bir biçimde gerçekleştirilebileceğine dair makul bir cevabın olmayacağını düşündürmekten başka yorum bırakmıyor. Tahayyülü zorlayan sistemik eziyetler ancak ağır ruh hastası tiplerin tatbik edeceği türden unsurlar olabilir. 

 

Tahliye edilen kadınların tecavüz mahsulü çocuklarıyla dışarı çıkması, yanı başında ölü bedenlerin istiflendiği odalar, insan mezbahaları, tarihte kaldığını zannettiğimiz ancak acıyla öğrendiğimiz insanların oturtulduğu kazıkhaneler, tek kişilik hücrede kaldığı halde bir yanı yatağa sabitlenmiş insanlar, ışığı görünce avazı çıktığı kadar bağıran dalyan gibi gençler, ismini soranlara Beşar diye cevap veren mahkûmlar, yalnız kadınların değil kendilerinin de tecavüze uğradığını ıkına sıkıla söyleyen erkekler, ceset taşınırken altından kan sızan kamyon kasaları, hâlâ tutuklu kapasitesi keşfedilmemiş bu yerde yaşananların yalnızca bir kısmı. 

 

İnsanların tedavi için değil, ruhlarını akıllarını kaybetmeleri üzerine teşekkül ettirilmiş bir tür akıl hastanesi olan Sednaya’dan ilk 10 günde 40 bini aşkın kişi kurtarıldı. Betonlar kırılarak girilen gizli hücrelerden havalandırmasız, daracık mahallere canlı canlı kilitlenerek boğulanların varlığı tespit edildi. İnsanların önce iplerle boğulduğu sonra da insan sıkıştırmak için tasarlanmış makinelerde preslendiği yerler keşfedildi. Kameralarda görülen ancak ulaşılamayan sayısız alanda can çekişen mahkûmlara ulaşmak için arama-kurtarma ekipleri çalışıyor. Hapishane çevresinde yüz binlerce kişinin defnedildiği toplu mezarlar ise cabası. Bundan sonra nelerin çıkacağı muamma. 

 

Tüm bu yazılanların her birinin birer ‘gerçek’ görselle anlatılmasına geldi sıra. Şiddetin, tedhişin, müstehcen olanın ayaklar altına alındığı görüntülü anlatımdan murat edilenin ne olduğu bir yana, neticesi de bir o kadar sarsıcı. Mahremiyetten geriye neredeyse hiçbir şeyin kalmadığı bir yayın anlayışının insan tabiatına münasip olup olmadığını masaya yatırmak elbette kıymeti haiz. Nitekim bugünün medyasının zihinlerimizde olağan kıldığı bu tatbikatın ruhlarda hasar bıraktığı ortada. Bu yakıcı meseleden neşet eden hasıla, kalem ehlinin gündemindeki tazeliğini koruyacak. Zira ayakları yere basan tespitler yapmak yalnız günümüz için değil gelecek için de zaruret mesabesinde. 

 

Tam da bu eğilim üzerinden değerlendirmelere yer veren Stiepan G. Metsrovic ‘Duygu ötesi toplum’ kavramsallaştırmasında çare aramak üzere tespitlerle iyi satırlar kaleme alır. Yazar, Balkanlar’da Sırp kuvvetlerinin Müslümanlara ettiği eziyet üzerine derinleşerek mezalime kayıtsız kalan kitlelerin nasıl hissizleştiğinden dem vurur. Yazar, çocuğu katledilmiş bir anneye ne hissettiğinin sorulmasının tuhaflığından ziyade Batılı ailelerin bu elem verici hadiseyi sıradan bir görüntü olarak izleyerek tükettiklerini söyler. Mestrovic, hadiselerin kitlesel bir galeyana sevk ettiği, insanları hislendirdiği ve harekete geçirdiği vakitlerin geride kaldığı, artık hislerin ‘paketlenip kullanıma servis edildiği’ yorumunu yapar. Kahveler eşliğinde seyredilen bültenleri hesaba katarsak pek de haksız sayılmaz.

 

Anlaşılan o ki umursamaz, elinden herhangi bir şey gelmediğini kanıksamış, acziyeti kader olarak benimsemiş duygu ötesi toplum, bir tasarım olarak yaygınlaşıyor. Bilhassa Batı’da açığa çıkarılamayan hislerinden ötürü bunalımlar yaşayan insanların ‘yürüyen saatli bombalara’ dönüştüğü inkâr edilemeyecek bir gerçek artık. Medyanın sebebiyet verdiği -en azından bir ipin ucundan tuttuğu- gerçekle mesafenin giderek açıldığı, sahte olanın tırmandırıldığı, moral değerlerin bir bir düştüğü, ortak şuurun yerinde yeller estiği ayan beyan ortada. İşte tüm bu ahvalde hassas içerik diyerek sözde bir nezaketle önümüze konan unsurlar hassasiyetlerimizi yıpratmaktan başka bir işe yaramıyor. Bu, bizi o içerikten uzak kalmaya sevk etmiyor bilakis daha büyük bir iştiyakla seyre koyuluyoruz. 

 

Yeknesak olmasa da medyanın toplum öngörüsü, tatbikinden hasıl olan bir fikir veriyor. Zihinlerde istifhamları, endişeleri çoğaltacak şekilde hem de. Kesif istifhamlar artarak sürecek belli ki. İzale edilip edilmeyeceği hesabını yapmadan sualleri en manalı yerden sormanın mükellefiyetiyle tahlil sürmeli. İletişim bilimlerinden sosyolojiye, felsefeden siyaset bilimine pek çok disiplinin sahasına giren, tetkike muhtaç cümlelere sahibiz bugün. Şiddete dair tüm bu görsellere maruz bırakılmamız sonucunda yaşadığımız hissizleşmenin politik açıdan sonuçlarının neler olduğu, yegâne suçlunun medya olup olmadığı, medyanın aslında var olan kötülüğü mü görünür kıldığı yoksa kötülük üretimine kaynaklık teşkil edip etmediği gibi cümleler bunlar. Hepsi bir tarafa, medyayı değiştirme imkânlarımızın gayet sınırlı olduğunu hatırda tutarak, insanlığın bu şiddet pornografisine mukavemeti nasıl artar gibi sorular cevaplarını bekliyor.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.