Terörizm Endüstrisi ve Medya İllüzyonuna Karşı Filistin Gerçeği
Filistin ve Yahudi toplumları arasında, Filistin halkının selametini, çıkarlarını gözeten bir söylem de, örgüt ve devlet teröründen kurtulmuş bir arada yaşama imkânı da, yakın gelecekte olmasa da orta vadede mümkün.
Hızlı bir özet vermek gerekirse; İsrail-Filistin sorununun temel sebebi Filistin toprakları üzerinde zorla coğrafyaya yabancı bir devletin kurulmasıdır. Yani “İsrail” yapısal olarak varlık itibarıyla bir “doku uyuşmazlığı”nın adıdır. Bölgeye ve Filistin halkına dünyanın süper güçlerinin ve nihayetinde BM’nin 1948’de dayatması ile var olan İsrail Devleti, bu doku uyuşmazlığının sonucu olarak şu savaşlara/çatışmalara yol açmıştır:
– 1967’de Altı Gün Savaşı
– 6-25 Ekim 1973 Yom Kippur Savaşı,
– 1978-2000 İsrail’in Lübnan işgali
– 1987-1993 Birinci İntifada
– 2000-2005 İkinci İntifada
– Temmuz 2006 İsrail-Hizbullah savaşı
– 2008-2011-2014 İsrail’in Gazze’ye saldırıları
– 2021 İsrail’de Arap ayaklanması
Peki bu çatışmalar ve savaşlar neden çıkıyor? Sorunun cevabı basit: Çünkü İsrail Devleti uluslararası tüm barış çabalarını sonuçsuz bırakıyor ve çözüm süreçlerini akamete uğratıyor. Devlet gücüyle zorla dayatmalar yaparak uzlaşma gereği duymuyor.
Coğrafi konum olarak dört parçadan bahsedebiliriz.
- İsrail toprakları
- Batı Şeria ve Doğu Kudüs
- Gazze
- İsrail işgali altındaki dış topraklar: Golan, Şeba Çiftlikleri
İsrail topraklarında yaşayan, ülkenin vatandaşı olmuş ve nüfusları 3 milyona yaklaşmış olan Araplar, devletin sistematik olarak ayrımcılığına ve baskısına maruz kalmakta.
İsrail Devleti Batı Şeria’yı Yahuda ve Samarya olarak adlandırarak kendi toprağı görüyor. Bu sebeple uluslararası hukuka aykırı olarak Yahudi yerleşim birimleri inşa edip Batı Şeria’da demografik işgali yaygınlaştırıyor. Doğu Kudüs’te de hem demografiyle oynayıp hem de Mescid-i Aksa gibi tarihi-dini merkezlere yönelik baskılarını, saygısızlıklarını artırıyor. Bu da yetmezmiş gibi İsrail kendi vatandaşı olan 2 milyonu aşkın Arap’a yönelik sistematik ırk ayrımcılığı yapıyor. Örneğin aşırı sağcı hükümet, Arap nüfusun yaşadığı belediyelerin bütçesini kesme ve bu parayı Batı Şeria’daki Siyonist yerleşimlere aktarma kararı almıştı birkaç ay önce.
Gazze’yi ise bir açık hava hapishanesine dönüştürmüş durumda. Golan ve Şeba Çiftlikleri üzerinden de Lübnan ve Suriye’ye aralıklarla saldırıyor.
İran dışında tüm dünyada genel kabul gören iki devletli çözüm ise İsrail’i Filistin tarafının tehdit etmemesi ve İsrail’in doku uyuşmazlığı/gayrimeşruluktan kurtulması karşılığında Batı Şeria ve Gazze’de başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin Devleti’nin varlığını öngörüyor.
Batı Şeria’da günümüzde sembolik hale getirilen ve çok kısıtlı bir alanda var olmaya çalışan Fetih önderliğindeki “Filistin Yönetimi”, Gazze’de ise Hamas yönetimi var.
İki devletli çözüme iki güç karşı çıkıyor. İsrail ve İsrail’in varlığını tanımayan İran rejimi ile vekilleri Hamas ve İslami Cihad örgütleri.
İsrail meselesinde en önemli dönüm noktası 2021’de yaşandı. Daha önce Birinci ve İkinci İntifada’ya katılmayan İsrail vatandaşı 2 milyon Arap, ilk defa sivil itaatsizlik ve ayaklanmalar ile İsrail sistemini ve sosyal hayatı kilitledi, devlet otoritesini kısmen de olsa felç etmeyi başardı.
Bu ‘ilk’in ardından 2 yıl geçti ve Gazze’de 1973 Yom Kippur Savaşı’nın yıldönümünde, 7 Ekim’de başka bir ilk yaşandı. Hamas ve İslami Cihad ortak bir saldırı düzenleyerek ilk defa savunmadan hücuma geçti. Gazze’ye 600 km uzaklıktaki yerleşim birimlerini ele geçirmeye çalıştı ki bunların bazılarında başarılı da oldu.
“Aksa Tufanı” olarak adlandırılan saldırılarda en az 1.000 İsraillinin öldürülmüş, en az 1.000 kişinin yaralanmış olması İsrail tarihinde görülmemiş bir kayıp demek.
İsrail-Hamas/İslami Cihad Çatışmasının Bölgesel Anlamı ve Etkileri
Çatışmanın bölgesel saflaşması, İsrail’i destekleyen ABD-Avrupa (Batı Bloku) ile Rusya-İran-Şam Rejimi üçlüsü olarak şekillenmekte. Türkiye ve Arap Devletleri ise üçüncü taraf olarak konumlanmakta.
ABD ve İsrail, Türkiye ile birlikte Güney Kafkasya’da Azerbaycan’ı desteklediler. Karabağ operasyonun başarıya ulaşması bu sayede oldu.
Rusya’nın Ukrayna işgalinde başarısız olması ve ilerleyememesi de ABD’nin kazanımı olarak değerlendiriliyor.
Rusya’nın Afrika’da Batı Bloku’nu geriletecek darbeleri desteklemesine karşın ABD-AB’nin Balkanlarda nüfuzunu artırması, küresel güç dengesinin Batı Bloku’ndan yana ağırlık kazandığını göstermekte.
ABD, Türkiye ve Arap devletlerini (Fas, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri/BAE, Bahreyn, Umman ve Katar) İsrail ile normalleşme sürecine yönlendirdi. Buna karşın Rusya ve İran rejimleri Suriye, Yemen, Irak ve Filistin’de nüfuzlarını artırdı. Vekâlet savaşlarında Rusya ve İran’a bağımlı olan Hamas, İslami Cihad, Haşdi Şabi ve Hizbullah devreye sokularak bahsi geçen normalleşme süreci sekteye uğratılmaya, böylelikle kısır döngüye dönüşen şiddet sarmalı sürdürülmeye çalışılacaktı.
Ekim Saldırısının Türkiye’ye Etkileri
Ankara yönetimi Temmuz 2023’te BEA ile 50,7 milyar dolar değerinde olduğu tahmin edilen çok sayıda anlaşma imzaladı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 21 Temmuz’da İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun Türkiye ziyaretinde İsrail doğalgazının Akdeniz ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya arzı konusunun masada olacağını belirterek, “Temennim odur ki bu gelişme, Türkiye-İsrail ilişkilerinde çok daha sıcak bir dönemin başlangıcı olsun” dedi.
Bu bağlamda Hamas saldırıları ve beraberinde gelen İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişim hızını yavaşlatacak, planlanan takvimin ertelenmesine yol açacaktır.
Ekonomik açıdan bölgenin istikrarsızlaşması, Türkiye’de Mehmet Şimşek’in uyguladığı sıkı para politikasını da olumsuz etkileyecektir.
Öte yandan Türkiye ve ABD arasında Suriye’de PYD’ye verilen ABD desteği sebebiyle gerilim yaşanmakta. Hamas’ın yeni adımı Şam rejiminin Türkiye nüfuz alanındaki İdlib gibi muhaliflerin kontrolündeki kentlere ve mülteci kamplarına eşzamanlı olarak yoğun hava saldırılarını beraberinde getirdi. Şam’ın saldırılarını artırması Türkiye’ye yönelik yeni bir göç dalgasını tetikleyebilir.
İsrail’in Filistinlilere yönelik devlet terörünü intikam motivasyonuyla daha da ağırlaştırması, Türkiye’deki İslamcı ve sosyalist çevrelerdeki Filistin eylemliliklerini artıracaktır. Bu durum da Erdoğan yönetimini zorlayacak, İsrail-Filistin dengesini kuran itidalli söyleminin değişmesine yol açabilecektir. Türkiye’de özellikle Zafer Partisi gibi ırkçı siyasetin mülteci/sığınmacı sorununu Arap düşmanlığı şeklinde politik bir malzemeye dönüştürmesi, toplumda, özellikle de bazı muhalif kesimlerde “düşman/hain/istilacı/gerici Araplara karşı çağdaş/modern/müttefik İsrail’i destekleme, övme” gibi bir provaktif, kutuplaştırıcı ve dolayısıyla muhalefetin İsrail dostu olduğu algısını ve iktidarın bu yöndeki propagandasını da besleyecektir. Bu söylemlere Türk ulusalcı çevrelerin “Filistinliler zaten topraklarını sattı, o sebeple bu durumdalar” gibi tarihi gerçeklere aykırı iddiaları da eklenince, konunun insan hakları ve hukuk çerçevesinde bir hak mücadelesi olduğu gerçeğinin üzeri daha da örtülmüş oluyor.
Gerçekte Olanı ve Dünyada Algılananı Anlamak: “Terörizm Endüstrisi”
İsrail uzun süredir sivil Filistinlilerin bireysel tepki saldırıları ile karşılaşıyordu. Bu saldırılar genellikle İsrail askerlerini bıçaklama, üzerlerine araç sürme şeklinde gerçekleşiyordu. İsrail güvenlik güçleri de “terörle mücadele” söyleminin sağladığı göreceli meşruiyet zemininde Filistinlilere şiddet uyguluyordu.
Ancak Gazze’den yapılan Aksa Tufanı saldırıları, verdiği zarar boyutu açısından yoğun güvenlik sistemlerine sahip İsrail’in yenilmezliği imajını yıktığından, İsrail makamları kelimenin tam anlamıyla çıldırmış durumda. Saldırılardan kamuoyuna ilk yansıyan görüntüler; bir otobüs durağında bekleyen yaşlı sivillerin başlarından vurulmuş görüntüleri ve daha sonra Nova Müzik Festivali’ne düzenlenen saldırı ile kaçırılan ve bir kısmı öldürülen gençlerin görüntüleri oldu. Hamas ve beraberindeki diğer küçük örgütlerin Gazze çevresindeki köylere baskınlar düzenlemeleri ve bu baskınlarda yüzlerce sivili öldürmeleri de hem İsrail medyasına hem de dünya kamuoyuna servis edilen görüntüler arasındaydı. İsrail ve Batı medyasında kaçırılanların/rehin alınanların ailelerinin beyanatları, öldürülen sivillerin akrabalarının konuşmaları, saldırılardan kurtulanların açıklamaları boy boy yayınlanıyor. Bu durum tıpkı Norman Finkelstein’ın meşhur kavramsallaştırmasında özetlediği “Soykırım Endüstrisi”nin yeni bir alt versiyonu şeklinde işliyor: “Terörizm Endüstrisi”.
Filistin yanlıları her ne kadar kendi kendilerine bizim de yazımızın başında anlattığımız arka plan gerçeğini tekrarlayıp dursalar da sivillere yönelik öldürme ve rehin alma, rehinelere şiddet uygulama gibi eylemlerin açıklanamaz olması dünya kamuoyunda “İkinci Yahudi Soykırımı”, “İsrail halkının tehdit altında olduğu”, “İsrail Devleti’nin de haklı olarak terörizme savaş açtığı” algısını hâkim kılıyor, psikolojik üstünlüğü ele geçiriyor. Tıpkı 11 Eylül 2001 saldırılarının, ABD’nin sonrasında işlediği tüm insan hakları ihlallerini perdelemesi gibi, İsrail de 2 milyon sivilin yaşadığı bir alanı ayrım gözetmeksizin bombalamasını bu propaganda ile perdelemiş oluyor. Bu endüstri öyle bir illüzyon gücüne sahip ki sivillere yönelik şiddetin üzerine “kafası kesilmiş, yakılmış 40 bebek” gibi uydurmalar da eklenebiliyor.
Bu algı oyununu, illüzyonu bozmanın öncelikli yolu elbette Filistinli tarafların bu endüstri için malzeme üretmemesi olmalı. Hamas’ın sivillere yönelik şiddeti kurumsal olarak tasvip etmediğine, sadece eli silahlı güçlerle savaştığına dair açıklamalar yapması, sivillere yönelik şiddet uygulayan mensuplarını cezalandıracağını vurgulaması gerekir(di). Ancak burada şöyle bir sorunla karşılaşıyoruz ki Filistinlilerin büyük bir kesimi İsrail’in varlığını kabul etmediğinden (jargon olarak da “el-Kiyani Suhyuni ”/Siyonist Varlık olarak ifade edilir), İsrail’de yaşayan ve Arap olmayan herkesi işgalci/muharip olarak görüyorlar. Bu bakışa göre genç, yaşlı, kadın demeden silahsız da olsalar öldürülmeleri normalleşiyor. Yine ele geçen kadın, çocuk, yaşlılar da “savaş esiri” olarak görülüyor. Gelenekçi dini fıkha göre zaten savaş esiri kadınlar “cariye” hükmünde olduğundan cinselliklerinden faydalanmak da normal görülebiliyor. Tüm bu bakış açısının değiştirilmesi/ıslah edilmesi gerekse de travmatik ve tepkisel bir toplum için bu ihtimal çok zor gözüküyor. Bu “travmatik genellemecilik” ikinci Holokost ihtimaline yönelik korkuyu besleyen bir durum. Ancak gelinen bu patolojik, toplumsal cinnet halinin sebebi Siyonist idealler uğruna 1930’lardan bu yana sistematik olarak Filistin halkına yaşatılan acılar ve 1948 sonrası bu travmanın devlet terörüne dönüşmesinde yatıyor.
Her İsrail Vatandaşı İşgalci midir?
İsrail’de yaşayan ve işgalcilerin torunları olan üçüncü ve dördüncü nesillerin tümden işgalci ya da muharip görülmesi gerçeklikle çatışıyor. Dedenin yaptığından torunu sorumlu tutmak kuşkusuz yanlış. Ayrıca İsrail’de yaşayan ve Filistinlilere yönelik insan hakları ihlallerine karşı çıkan kesimler de var. Sırf işgal üzerine kurulu bir devletin vatandaşı olmak kişiyi “işgalci” yapıyorsa, bunu İsrail vatandaşı olan Araplara uygulamamak da başka bir çelişki. Ayrıca kuruluşu itibarıyla işgalci olan birçok ülke var: Rusya, Çin, ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve İspanya gibi. Buradan hareketle yerli ve haklı olan halklar tüm ülke vatandaşlarını nesiller boyu işgalci olarak mı tanımlayacaklar? Bu tip tepkisel ve sivillere şiddeti kendine hak gören yaklaşımları terk etmek, üretilen “terörizmle savaşıyoruz” söylemine karşı geliştirilecek en önemli adım olacaktır. Terörle savaş adına Gazze’yi ayrımsız bombalayan ya da örgüt militanlarının ailelerini de Batı Şeria’da evlerini yıkarak “cezalandıran” İsrail de Gazze’de şu argümana sığınıyor: “Gazze halkı Hamas’a ve diğer örgütlere yardım ve yataklı ettiği için onlar da terörün parçası, bu nedenle onlar da meşru hedeftir.” Bu açıdan tarafların aynı argümanlara sarılmaları manidardır.
Bu toplumsal çatışmanın çözümü için Güney Afrika, Lübnan, Ruanda ve Bosna tecrübelerinden dersler çıkarılabilir. Apartheid rejiminin çökmesi sonrası Güney Afrika’da siyah yerli çoğunluk ile beyaz kolonyalist yerleşimcilerin torunları bir arada yaşayacakları bir modelde karar kılabildiler. Bosna’da da soykırım yaşandı ancak Dayton Anlaşması sonrası yeni bir rejim çatısında Sırp, Boşnak ve Hırvat toplumları federal çözümle bir arada yaşamaya devam ediyorlar, Lübnan’da da ağır katliamlarla 15 yıl boyunca birbirinin kanını döken Müslüman ve Hristiyan 18 ayrı etnik/dini toplumsal kesim Taif Anlaşması sonrası kota rejimiyle bir arada yaşamanın yolunu buldu. Ruanda’da 500 bin kişinin soykırıma tabi tutulduğu ülkede Tutsi ve Hutu toplumları ortak yaşama uyum sağlayabildi.
Filistin ve Yahudi toplumları arasında, Filistin halkının selametini, çıkarlarını gözeten bir söylem de, örgüt ve devlet teröründen kurtulmuş bir arada yaşama imkânı da, yakın gelecekte olmasa da orta vadede mümkündür.
Bu çerçevede;
- Filistin tarafının haklı taraf olduğu vurgulanmalıdır.
- Filistin’le dayanışmanın tüm bölge için adalet istemek olduğu, inançlara, Mescid-i Aksa’ya saygı istemenin en doğal hak olduğu vurgulanmalıdır.
- Barışı, uzlaşıyı istemeyen, sorunu derinleştiren temel sebebin İsrail devletinin güce dayalı dayatmaları, baskıları, hukuksuzlukları olduğu sürekli biçimde vurgulanmalıdır.
- İki devletli çözümün arkasında olunduğu vurgulanmalıdır.
- Her ne gerekçeyle olursa olsun İsrailli sivillere zarar verilmesinin kabul edilmediği, bu gibi aşırılıkların haklıyken haksız duruma düşürüleceği de ifade edilmelidir.
- Çözüm, Yahudi düşmanlığı ya da Arap düşmanlığı yapmakta değil halkların barış içinde yan yana yaşayabilecekleri adil bir barıştadır. Bu mesaj her metinde işlenmelidir.
- Filistin sorununda yaşanan gelişmelerin Türkiye ekonomisine olumsuz etkileri tartışmaya açılmalı, üretime değil dışarıdan gelecek paraya bel bağlamanın ne kadar kırılgan bir yol olduğu eleştirisi öne çıkartılmalıdır.
- Şam rejimi-İran ve Rusya’nın Filistin sorununu çözmek değil, şiddet yoluyla daha da çıkmaza sokmak istemesi, ABD’ye karşı Ukrayna ve Kafkasya’da gerileyen nüfuzunu geliştirme eksenindedir. Bu sebeple barışın ve çözümün yolunun şiddeti artırmaktan geçmediğinin altı çizilmelidir.
- Son yaşanan çatışmalar İsrail içerinde ve Mescid-i Aksa’da ihlallerini artıran aşırı sağcı Netanyahu Hükümeti’nin elini güçlendirmektedir. Oysa saldırılar öncesinde düzenlenen protesto gösterilerinde sol, sosyal demokrat muhalefet, hükümetin koltuğunu sallıyordu. Türkiye muhalefeti de İsrail muhalefeti ile ortak biçimde İsrail aşırı sağının insan hakları ihlallerine karşı ortak bir tutum aldığı mesajını vermelidir.
- İsrail-Filistin çatışmasının İran eliyle Suriye içerisinde muhalif bölgelere, Irak’ta Kürdistan Özerk Bölgesi’ne yansıtılma ihtimali de bulunmaktadır. Savaşın bölgeselleşmesi riski tüm bölge ekonomisini ve sosyal hayatını daha da istikrarsızlaştıracaktır.
- İktidar tarafından Hamas’a da, son dönemde işbirliğini geliştirdiği Netanyahu’ya da arabulucu olması için çağrı yapılmalı, Erdoğan yönetimi sadece ticari çıkarlar ve para bulmak için değil kalıcı barış için uğraşmalı mesajı verilmelidir.