Feroz Ahmad ve Türkiye’nin Yakın Tarihi Üzerine
Feroz Ahmad’ın akademik çalışmaları, 1908’den 2000’li yıllara kadar Türkiye tarihine dair hem ayrıntılı hem de genel bir bakış sunarak geniş bir okuma imkânı sağlamaktadır. 1960’lı yıllarda yayımladığı çalışmalar daha dar bir çerçevede yoğun meselelere odaklanırken, ilerleyen yıllarda Türkiye tarihine yönelik daha geniş bir perspektif sunduğu görülmektedir.
1938 yılında Delhi’de Müslüman bir ailenin çocuğu olarak doğan Feroz Ahmad, özellikle Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet tarihi üzerine kaleme aldığı nitelikli eserleriyle Türk tarihçiliğinde tanınan ve akademik çevrelerde kabul gören bir isimdir. 1947’de gerçekleşen Hindistan-Pakistan bölünmesi, yalnızca yakın dönem Asya tarihinin değil, aynı zamanda Ahmad’ın hayatının da önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bu olay nedeniyle henüz çocuk yaşta ailesiyle birlikte doğduğu ülkeyi geçici olarak terk etmek zorunda kalmıştır. Yaşadığı bu ayrılık ve beraberinde getirdiği zorlukların, onun düşünsel gelişimine ve akademik kariyerinin ilerleyen aşamalarına etkisi göz ardı edilmemelidir. Özellikle Hindistan’ın bağımsızlık sürecinde ortaya çıkan seküler atmosferin, Ahmad’ın Türkiye tarihi üzerine yaptığı çalışmaların niteliğini ve evrimini şekillendirdiği söylenebilir.
Hindistan’a döndükten sonra, 1958 yılında Delhi Üniversitesi Tarih Bölümü’nden lisans derecesini alan Feroz Ahmad, akademik kariyerini ilerletmek amacıyla Londra’ya yerleşti. Bu adım, onun profesyonel akademik hayatındaki en önemli dönüm noktalarından biri olarak değerlendirilebilir. Londra Üniversitesi’ne bağlı School of Oriental and African Studies (SOAS) bünyesinde araştırmalarına devam ederken, Ortadoğu ve modern Türkiye uzmanı Bernard Lewis ile yollarının kesişmesi, akademik yöneliminde belirleyici bir rol oynadı. Bu dönemde doktorasında Jön Türkler üzerine odaklanmaya karar verdi; bu tercihinin akademik kariyerini nasıl şekillendirdiği, ilerleyen yıllarda kaleme aldığı eserler üzerinden açıkça görülebilmektedir.
Ahmad, 1966 yılında savunduğu doktora tezinde İttihat ve Terakki’nin 1908-1913 yılları arasındaki reformcu yönüne vurgu yaparak, bu hareketin farklı gruplardan müteşekkil bir yapı olduğunu ortaya koymuştur. Doktorasını tamamladıktan sonra, Columbia Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırmalar yürütmüş ve hemen ardından Massachusetts Üniversitesi’nden aldığı teklifi değerlendirerek 1968-2003 yılları arasında Boston’da akademik çalışmalarına devam etmiştir.
2005 yılında Türkiye’ye yerleşen Ahmad, yaklaşık 15 yıl boyunca Yeditepe Üniversitesi’nde görev yapmıştır. Türkiye’deki akademik katkıları ve tarihçilik alanındaki önemli çalışmaları nedeniyle, 2014 yılında Cumhurbaşkanlığı Liyakat Nişanı’na layık görülmüştür. Feroz Ahmad’ın akademik çalışmaları, 1908’den 2000’li yıllara kadar Türkiye tarihine dair hem ayrıntılı hem de genel bir bakış sunarak geniş bir okuma imkânı sağlamaktadır. 1960’lı yıllarda yayımladığı çalışmalar daha dar bir çerçevede yoğun meselelere odaklanırken, ilerleyen yıllarda Türkiye tarihine yönelik daha geniş bir perspektif sunduğu görülmektedir. Ancak, bu süreçte en dikkat çekici husus, çalışmalarında sürekliliği korumasıdır.
Ahmad’ın en önemli eserlerinden biri, 1969 yılında İngilizce olarak yayımlanan ve Türkçeye İttihat ve Terakki (1908-1914) başlığıyla çevrilen çalışmasıdır. Bu eser, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) iktidarını neden geleneksel kurumlarla paylaşmak zorunda kaldığı sorusuna odaklanarak dönemin siyasi dinamiklerini analiz etmektedir.
Daha hacimli bir içeriğe sahip olan ve Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980) başlığıyla Türkçe yayımlanan kitabında ise bölümler arasında bazı kopukluklar göze çarpmakla birlikte, asker, din ve siyaset ilişkileri bağlamında dikkat çekici yorumlar sunulmaktadır.
Ahmad’ın büyük ilgi gören ve etkisini hâlâ sürdüren bir diğer eseri ise Modern Türkiye’nin Oluşumu başlığıyla Türkçeye çevrilen kitabıdır. Bu çalışma, Türkiye’nin askerî bir toplum olup olmadığı sorusu etrafında şekillenmekte ve Türk tarihini sınıf mücadelesi perspektifinden ele alarak alternatif bir açıklama sunmayı amaçlamaktadır. Ayrıca, İttihatçılıktan Kemalizme başlıklı makale derlemesi, İttihat ve Terakki (1908-1914) ile Modern Türkiye’nin Oluşumu arasında tamamlayıcı bir nitelik taşımakta ve Ahmad’ın düşünsel sürekliliğine dair önemli bir projeksiyon sunmaktadır.
Ahmad’ın çalışmalarının genelinde Jön Türkler, İttihatçılık ve Kemalizm konuları ön plana çıkmaktadır. İttihat ve Terakki (1908-1914) kitabında, İTC’nin sınırlı iktidar gücünü, Jön Türk hareketinin toplumsal yapısındaki tutuculuk üzerinden açıklamaya çalışır. Bu yaklaşımı dikkat çekicidir; zira 1908 hareketinin devrimci bir nitelik taşımadığını, aksine anayasanın yeniden yürürlüğe girmesi yoluyla devleti kurtarmayı amaçladığını öne sürer.
Ahmad’a göre, İttihatçılar Osmanlı’nın son döneminde siyasi alanda örgütlenmiş ve kapitalist bir devlet yaratmayı hedeflemiştir. İTC, Batılılaşmayı devletin Avrupa’nın ekonomik ve siyasi denetiminden kurtarılması ve bağımsız bir kapitalist yapıya dönüştürülmesi olarak görmüştür. Bu çerçevede, onun analizleri, Osmanlı-Türk modernleşme sürecini ekonomi-politik bir perspektiften ele alarak, Batılılaşmanın sadece kültürel değil, aynı zamanda yapısal bir dönüşüm anlamına geldiğini vurgulamaktadır.
Ahmad’ın İttihatçılıktan Kemalizme kitabında yer alan Genç Türk Devrimi başlıklı makalesi, 1908 Meşrutiyeti ile 31 Mart Olayı arasındaki güç dengelerini ele almakta olup İttihat ve Terakki (1908-1914) kitabıyla büyük ölçüde bağlantılıdır. Ahmad’a göre, 31 Mart Ayaklanması genellikle dinî gericiliğin bir sonucu olarak değerlendirilse de aslında daha çok anti-İttihatçı bir karakter taşımaktadır.
Ona göre, isyancıların hedefi ne yabancılar ne de gayrimüslimlerdir; esas düşman olarak gördükleri İttihatçılara karşı bir hareket başlatmışlardır. Ayrıca, isyanın bastırılmasını İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin değil, askerin başarısı olarak değerlendirmektedir. Ahmad, bu olayın din ile laiklik arasında bir çatışmadan ziyade, egemenliğin kaynağı konusunda farklı görüşlere sahip gruplar arasındaki bir mücadele olarak okunması gerektiğini vurgulamaktadır.
Ahmad’a göre, 1908-1914 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu köklü bir dönüşüm sürecinden geçmiştir. Rumeli’nin kaybı, imparatorluğun çok uluslu yapısını zayıflatmış, Osmanlıcılığın gerilemesine ve milliyetçilik ile İslamcılığın giderek yükselmesine sebebiyet vermiştir. Bu süreçte, Türkler imparatorluğun merkezî unsuru haline gelirken, Araplarla uzlaşma çabaları İslamcılığın güç kazanmasını sağlamıştır.
Ahmad, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin halkçılığı Türk siyasetinin temel unsurlarından biri haline getirmesini önemli bir başarı olarak değerlendirmektedir. Ancak, İttihatçılar ideolojik bir devrim gerçekleştirmek yerine pragmatik bir yaklaşım benimsemiş ve mevcut yapıyı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmayı tercih etmişlerdir. Devrimi devlet gücüyle gerçekleştirmeye çalışarak bürokrasiyi yanlarına almış ve iktidarlarını sağlamlaştırmışlardır. Bu süreçte, 1914 yılına gelindiğinde İttihatçılar devletin kontrolünü büyük ölçüde ele geçirmiş ve toplumsal ile ekonomik dönüşüm için gerekli altyapıyı oluşturmuşlardır. Ahmad’ın analizine göre, İTC’nin siyasi pratiği, modern Türkiye’nin temel dinamiklerini şekillendiren bir miras bırakmıştır.
Azınlıklar
Ahmad’ın metinlerinde Osmanlı’daki azınlıklarla ilgili dikkat çeken bir husus, Yahudi cemaatinin Ermeni ve Rumlardan ayrı bir yerde ele alınmasıdır. Çalışmalarında Osmanlı’daki Rum, Ermeni ve Yahudi topluluklarının sosyoekonomik yapılarını inceleyen Ahmad, özellikle kapitülasyonlardan beslenen burjuvazinin Osmanlı’ya bağlılık hissetmediğini ve çoğu durumda yabancı devletlerin çıkarlarını savunabildiğini öne sürmektedir.
Rumlar ve Ermeniler, Osmanlı’yı kendi çıkarlarının temsilcisi olarak görmemiş ve İTC’nin millileştirme çabalarını bir tehdit olarak algılamışlardır. Buna karşın Yahudiler farklı bir konumda bulunmuş, Osmanlı’nın ekonomik bağımsızlığını savunarak İttihatçılara destek vermişlerdir. Avrupa’nın ekonomik üstünlüğünden zarar gören Yahudi toplumu, güçlü bir Osmanlı’nın kendi çıkarlarına hizmet edeceğini düşünerek Osmanlı bütünlüğünü korumaktan yana olmuş ve Siyonizm’e mesafeli bir duruş sergilemiştir.
Ahmad, 1908 hareketinin bir “Yahudi-Mason” hareketi olarak değerlendirilemeyeceğini vurgulamakla birlikte, Yahudilerin İttihatçılarla ortak çıkarlar doğrultusunda hareket ettiğini savunmaktadır. Ona göre, Rum ve Ermenilerin İttihatçılardan kopuşu etnik veya dinî sebeplerden değil, İttihatçıların küçük burjuvazi yaratmaya yönelik ekonomik politikalarına karşı geliştirdikleri sınıfsal bir tepkinin sonucuydu. Tarihsel süreçte ise Türkler ve Yahudiler, Osmanlı’nın siyasi ve ekonomik dönüşümünde aynı safta yer almıştır.

Dış Politika
Ahmad, İttihat ve Terakki’nin dış politikasıyla yakından ilgilenmiş ve yaygın kanının aksine İttihatçıların Almanya yanlısı olmadığını savunmuştur. Ona göre, İttihatçılar öncelikle İngiltere, Fransa ve Rusya ile ittifak kurmaya çalışmış ancak bu girişimler başarısız olunca Almanya’ya yönelmek zorunda kalmışlardır. Jön Türklerin büyük devletlere karşı tutumlarını belirleyen temel unsur, savundukları ulusal çıkarlardır.
Ahmad, 1908 Devrimi ile Osmanlı’daki Alman yanlısı II. Abdülhamid rejiminin sona erdiğini ve bu dönemlerde İngiltere ile ilişkilerin daha olumlu bir seyir izlediğini belirtmektedir. Meşrutiyet rejimi, İngiltere’nin anayasal sistemini örnek alırken, Osmanlı’daki Alman nüfuzunu zayıflatmıştır. Ancak yüksek rütbeli subaylar arasında Abdülhamid döneminden kalan Alman taraftarlığı varlığını sürdürmüştür. Buna karşın genç subaylar, bu etkinin önüne geçmek amacıyla Almanya’ya mesafeli yaklaşmıştır.
İttihatçılar, İngiltere ile Basra Körfezi ve Irak üzerindeki çıkar çatışmaları nedeniyle bu ülkeyle de tam anlamıyla yakınlaşamamıştır. Almanya taraftarlarının tasfiye edilmesine rağmen, Rusya’nın İstanbul üzerindeki emelleri ve İtilaf Devletleri’nin Osmanlı’yı dışlaması sonucunda, İttihatçılar Almanya ile ittifak kurmak zorunda kalmışlardır. Ahmad’a göre, bu yönelim ideolojik bir tercihten ziyade Osmanlı’nın uluslararası yalnızlığı ve zorunluluklardan kaynaklanmıştır.
Jön Türkler ve Kemalistler
Ahmad, Jön Türkler ile Kemalistler arasındaki iktisadi politikaların sürekliliğini özellikle vurgulamaktadır. Ona göre, her iki hareket de devrimci iktisadi düşünsel bir arka plana sahipti ve Kemalist ideolojinin temelleri, Osmanlı’nın son dönem ideologlarından Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura tarafından atılmıştı. Jön Türkler, sarayın ve Bab-ı Âli’nin etkisini sınırlayarak ve küçük de olsa bir Müslüman burjuva sınıfı yaratarak Kemalistlerin ekonomi politikasına zemin hazırlamışlardır.
Ahmad, Kemalizm’in antiemperyalist yönüne dikkat çeker. Ona göre, Kemalistler yalnızca ulusal kurtuluş mücadelesi vermemiş, aynı zamanda Batı’nın ekonomik tahakkümüne karşı da bir tepki geliştirmiştir. Kemalistlerin temel hedeflerinden biri, Jön Türklerin bıraktığı yerden devam ederek bir Türk burjuvazisi oluşturmaktı. Ancak bu burjuvazinin büyük bir kısmı sanayiye yatırım yapmak yerine, Avrupa’nın denetiminde ticari aracılık rolünü üstlenmeyi tercih etmiştir; çünkü bu yol daha düşük riskli ve kârlıydı. Bu durum, Kemalistler ile burjuvazi arasında gerilim yaratmış ve 1920’lerde Kemalistleri pragmatik ekonomik politikalar izlemek zorunda bırakmıştır.
Ahmad, Jön Türkler ve Kemalistler arasındaki ekonomik politikaların sürekliliğini vurgulamakla birlikte, Kemalizm’in Osmanlı geçmişinden tamamen koptuğunu savunur. Ona göre Atatürk rejimi, Osmanlı ile hiçbir ortak özelliğe sahip değildir ve çürümüş geçmişten tam bir kopuşu temsil etmektedir. Ayrıca, Kemalizm’in düşünsel referanslarını incelerken, Fransız Devrimi’nin Jakoben geleneği ve Rus Narodnizmi’nin etkisini önemli görmektedir. Ona göre, Kemalist entelektüeller, Fransız devrimcileri gibi yeni bir insan tipi yaratma amacına sahipti. Ancak Osmanlı toplumunda kimlik algısı büyük ölçüde dinî temellere dayanıyor ve Osmanlı kimliği özellikle İstanbul merkezli olarak hâkimiyetini koruyordu. Burjuvazinin eksikliği nedeniyle, Kemalistler kendilerini sınıfsal aidiyetlerden bağımsız bir yurtseverler grubu olarak görmüş ve burjuva devrimini vekâleten gerçekleştirme misyonunu üstlenmişlerdir.
Ahmad, Jön Türklerin ve Kemalistlerin halkçılık anlayışlarını birbirinden ayırır. Jön Türklerin halkçılığı, Rus fikirsel hareketleri arasında önemli bir yeri olan Narodnik hareketinden etkilenmiş ve köylüyü merkeze almıştır. Buna karşılık, Kemalist halkçılık daha kapsamlı bir çerçeveye sahiptir. Kemalistlerin halk tanımı, farklı toplumsal kesimlerin eski rejime karşı birleşmesini ifade eder ve bu yaklaşım, sınıf çatışmasını öteleyerek ulusal bütünlüğü ön plana çıkarmıştır. Fransa’da burjuvazi devrime öncülük ederken, Türkiye’de burjuvazi eksik olduğu için bu rol doğrudan Kemalistler tarafından üstlenilmiştir.
Osmanlı’daki yenileşme hareketlerini, Tanzimatçılar, Genç Osmanlılar ve Jön Türkler arasındaki süreklilik üzerinden ele alan Ahmad’a göre, bu hareketler birbirinin ardılıdır. Tanzimatçılar, Batı’nın ekonomik ve siyasal başarılarını Osmanlı için bir model olarak benimserken, Jön Türkler ve Kemalistler bu anlayışı kısmen reddetmiş ve modernleşme sürecinde kendi ulusal çıkarlarını merkeze almışlardır. Bununla beraber Kemalistlerin, statükoyla kurdukları ittifaklar, sanayileşmiş, laik ve modern bir ülke kurma amacına hizmet etmiştir. Bu amaç doğrultusunda, Kemalistler 1923’te seçimleri yenileyerek Halk Fırkası’nı kurmuş, Ankara’yı başkent yaparak eski rejimin simgelerine karşı bir darbe indirmişlerdir.
Ahmad, Kemalist hareketin karşısındaki muhalefeti ele alırken, bu muhalefetin genellikle dinî unsurlar üzerinden değerlendirildiğini, ancak laik muhalefet öğelerinin göz ardı edildiğini vurgular. Ona göre, laik muhalefet; küçük rütbeli subaylar, İstanbul burjuvazisi ve modernleşme sürecine eleştirel yaklaşan diğer unsurlardan oluşmaktaydı. Bu kesimler, Mustafa Kemal’in mutlak bir cumhuriyet kurma niyetine dair endişeler taşıyor ve Kemalist reformların sınırlarını sorguluyordu.
Son çeyrek asırda üretilen modern Türkiye’nin doğuşu konulu akademik eserler incelendiğinde, Türk düşünce dünyasında özellikle Feroz Ahmad ve Erik Jan Zürcher’in tezlerinin öne çıktığı görülmektedir. Bu durum bazı çevrelerde bir akademik rekabet olarak da değerlendirilmektedir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan tarihsel süreçle ilgilenen okur, yazar ve düşünürler sıklıkla bu iki ismin görüşleriyle karşılaşmaktadır. Düşünceleri ve söylemleri birebir örtüşmese de farklı çevreler tarafından benimsenmekte ve kıyaslanmaktadırlar. Genel kanı, Zürcher’in tezlerinin Türkiye’deki hâkim düşünceyle daha paralel olduğu ve dolayısıyla daha baskın bir etkiye sahip olduğu yönündedir. Ancak Ahmad da önemli bir etkiye sahiptir ve onun düşüncelerinin Türk aydınlarından etkilendiği söylenebilir.
Özellikle Niyazi Berkes’in Ahmad üzerindeki etkisi göz ardı edilmemelidir. Bununla birlikte, Ahmad’ın Berkes ile her konuda mutabık olduğu söylenemez; bilhassa Tanzimat dönemi ve Jön Türk hareketi hakkındaki görüşleri, Berkes’ten farklılık göstermektedir. Ahmad’ın temel kaygısı, Türkiye’de sınıf yapısını ve ordunun siyasetteki rolünü anlamaktır. Cumhuriyet’in Osmanlı geçmişinden kopuşu temsil ettiğini kabul etmekle birlikte, İttihatçılar ve Kemalistler arasındaki ekonomik politika sürekliliğini vurgulamaktan vazgeçmemiştir.
Ahmad’ın düşüncelerinde sürekliliği koruması, akademik yaklaşımının temel özelliklerinden biridir. Erken dönem metinlerini reddetmemiş, zamanla görüşlerini genişleterek ve geliştirerek daha kapsamlı bir çerçeve oluşturmuştur. Bu tutarlılığı, meseleye dışarıdan bakmasının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Her ne kadar eğitim ve akademik kariyerinin büyük bir kısmını Avrupa ve Batı’daki prestijli üniversitelerde geçirmiş olsa da doğduğu ve bir süre yaşadığı Hindistan’ın kültürel mirası, onun düşünce dünyasında önemli bir iz bırakmıştır. Bu bağlamda, Ahmad’ın modern Türkiye tarihi üzerine olan yaklaşımı, Erik Jan Zürcher’in Avrupa merkezli bakış açısı ve metodolojisine kıyasla Türkiye’deki ulusal ve cumhuriyetçi akademisyenler arasında daha fazla yankı uyandırmıştır.
SERKAN KEÇECİ