Bir Dokun Bin Âh İşit Kâse-i Fağfûrdan

Birlikte kazan-kazan siyasetinin ülke kültürü ve şartları açısından imkânsız olduğunu ima eden tüm “realiteler” sahaya dökülmeye devam ediyor. “O ayrı, bu ayrı” anlayışındaki egoizm, cürümleri birikmiş belli sınıfların imkânlarını yitirme itirafının gölgesinde kendini açık ediyor.

türkiye

Başlıktaki sözler Gelibolulu Mustafa Ali Efendi’nin bir beytinden;

 

“Neş’e tahsîl etdiğin sâgar da senden gamlıdır

 

Bir dokun bin âh dinle kâse-i fağfurdan.”

 

(Neşe aradığın o kadeh, aslında senden daha dertlidir. Bir dokun bin âh işitirsin o zarif kâseden.)

 

Adeta memleketin hal-i pürmelalini, her kesimden “ah-vah” edişleri tanımlıyor.

 

Tamam, yanı başımızda bir Suriye devrimi belirdi ve riskler olsa da binbir türlü fırsatı ellerimize sundu.

 

Tamam, “Terörsüz Türkiye” niyeti ete kemiğe büründü, dinozor ulusalcılar hariç hemen herkes karınca misali bu hedefe bir damla su taşımaya hevesle koşmakta. Bu da ayrı bir güzellik, apayrı bir miladi devrim.

 

İşte tam bu anda insan, bu iki mega avantajın sistemik düzenlemelerle tam yol ileri bir avantaja evril(til)mesine, sekiz-dokuz yıldır yapılan hatalardan dönülmesine, sözde değil özde bir inkılabî dönüşüme kaynaklık etmesine şahitlik etmek istiyor değil mi? Ama gelin görün ki bu iki mega gelişmeyi taçlandıracak “normalleşme” hedefi siyasette kaybettirme riskini de barındırıyor. Birlikte kazan-kazan siyasetinin ülke kültürü ve şartları açısından imkânsız olduğunu ima eden tüm “realiteler” sahaya dökülmeye devam ediyor. “O ayrı, bu ayrı” anlayışındaki egoizm, cürümleri birikmiş belli sınıfların imkânlarını yitirme itirafının gölgesinde kendini açık ediyor. Neyi ne kadar umarsanız umun, o umutların herkesin kazandığı-kazanacağı atmosferlerin inşası için gerçek bir zihniyete dönüşebilmesi, ancak ve ancak cürümlere bulaşmamış temiz kadrolarla mümkün ama siyasetin ruhu ve gerçeği gereği o kadrolardan -evliyayı şaşırtan- bu ortamda bulabilmeniz mümkün değil. 

 

Bu tabloya alternatif iddiasıyla ortada dolaşanlar da maalesef yine aynı ganimet kültüründen beslenmekte. Gücün ancak siyasetten elde edilen ganimet ve rantla, rakibe karşı bunlar vesilesiyle üstünlük kurarak ve toplumu propaganda araçlarıyla belli doğrultuda yönlendirerek elde edilip korunacağı inancı, döngünün çarklarını kırmayı imkânsızlaştırıyor. Taraflardan önce ikincisi retorikte doğruları savunup pratikte aslını ortaya koyamıyor; bilahare birincisi, pratikteki kayıpların telafisinde teorik doğruları ikincinin aleyhine dillendirerek pratikte bildiğini okumaya devam ediyor.

 

“İktisat-ahlak”, “emanet-siyasi ahlak” ilişkisini dilerseniz 14 asır öncesine kadar götürmek mümkün. Derin analizlerle, emekten, mülkten, yönetimden, ganimet paylaşımının ve ulufe dağıtımının meşru-gayrı meşru kültürel köklerinden, kavramların nasıl saptırıldığından dem vurmak mümkün. Ama bu akademik çaba kendi gerçekliğimize her zaman toslamaya da mahkûm. Hangi kimlik sahibinin gerçeği olduğundan önemsiz şekilde, vicdanları susturmak için en çok kullanılan atasözlerinden biri “Böyle gelmiş böyle gider”dir. Şuuraltında dahası da var elbette: “Sistem değişmez, biz günahkârlardan beriyiz ama kendi işimize bakarız! Bize yakın muktedire de ‘ehveni şer’ gereği tahammül ederiz.” 

 

Bu coğrafyada en ahlaklımızın hali budur! İnandığı kitap/kadim kültür inkılaba/değişime/dönüştürmeye, o değişimin sünnetine/yasalarına atıflar yapsa da bu böyledir. Hayalperest olmaya gerek yok, maslahatlar ortada. Tersi bize ciddi kayıplar getirir. (Muktedire de öyle. Kendisinden rövanşizm gereği hesap sorulacak bir ortamın bile isteye karşı tarafa imkân olarak sunulmasına hangi cengâver izin verir? Savaşa kazanmak için girilir; her ne kadar Talut kıssası savaşın ahlakı, amacı, saflardakilerin erdemlerinin zorunluluğundan bahsetse de.) 

 

O yüzden şuuraltı şu şekilde konuşmaya devam eder: ‘Bizden olanlar’ yozlaşmanın katsayılarını artırsa da bu böyle; zira diğerleri Moğollar hükmünde! E Moğollar kapımıza kadar erişmişse, aileyi, ahlakı, geleceği tehdit ediyorsa, geçmişte yaptıkları gelecekte yapacaklarının teminatı ise, mesele can derinden de öte bir varoluş meselesi ise ne yapabilirsiniz ki!

 

İşte Sayın Cumhurbaşkanı ve metin yazarları bu şuuraltını iyi bildikleri içindir ki cürümleri işlerken de, o cürümlerin faturasını kendilerine dönük eleştiri oklarını eleştirenlere yöneltirken de güvendikleri habitat budur! 

 

Sorun da zaten burada. Nelerin kazandıracağını denenmiş teoriler eşliğinde, postulat haline gelmiş doğrular mucibince istediğiniz kadar bilin. Eğer birkaç yüzyıl öncesinin Orta Çağ iktisat ve yönetim mantığı pratiklerini uygularken, o doğrular anbean kaybettireceğini hissettiriyorsa, o doğruları dilde siyaset haline getirse de, pratikte çanına ot tıkamaktan hiç gocunmaz. Zannedilmesin ki bu sadece bir egemenlik-muktedirlik sorunudur. Bilakis; zaten sorunu da büyüten budur! Alternatif olarak konumlanmış olanlar da pratikte bundan başka bir modele yaslanmayı bilmemekte, teorik doğruların zihniyetsel dünyasına şahitlik etmeye yanaşmamaktadırlar. Çünkü ömür kısa, dünya geçicidir.

 

Şimdilerde, iktidarın, yıllarca muhalefetin kullandığı eleştirileri bir kalkan misali kendini korumada kullanabilmesi cesaretini de buradan aldığını bir kez daha hatırlatmak gerek.   

 

Gemi Metaforuna Sarılmak: İhtiyaçlar Baki Ama Gerçekler Kaybettirici

 

Mesela, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın MÜSİAD Genel Kurulu’nda millete sesleniş konuşmasını ele alalım. Dinlerken birçoğumuz kulaklarına inanamamıştır. Doğrusu bu noktada ilk elden metin yazarlarını tebrik etmek lazım. Belli ki muhalefetin sekiz-dokuz yıllık eleştirilerini dikkatle biriktirmişler, alt alta sıralamışlar ve Cumhurbaşkanı’nın önüne koymuşlar.

 

Sanırsınız ülkede bir iktidar var ve ana muhalefet lideri sayın Erdoğan da onu paylıyor! Muhalefetteki Erdoğan, iktidardaki Erdoğan’a öyle sözler söylüyor ki insan şaşıp kalıyor. Belli ki metin yazarları tez çalışması yapar gibi, muhalefetin yaptığı siyasi ve politik eleştirilere kafa patlatmışlar yıllarca. Müjdeler içeren ve falcılara taş çıkartan pasajlar bir yana son cümleden başlayalım.

 

Bakın ne diyor Sayın Cumhurbaşkanı:

 

“Buradan herkesi, özellikle de muhalefet aktörlerini sükûnete davet ediyorum. Türkiye’nin kutuplaşmaya değil, iç cephesini güçlendirmeye ihtiyacı var. Bölgemizde ve dünyada tansiyon bu kadar yükselmişken, yangına körükle gitme yanlışından bir an önce dönülmesini tavsiye ediyorum.”

 

Kime tavsiye ediyormuş bunları? Muhalefete! Kutuplaşma kötüymüş, iç cepheyi güçlendirmeye ihtiyacımız varmış! 

 

Yıllardır bunları söylemekten dilinde tüy bitmiş olanlar düşünsün ne diyelim.

 

Hiç boşuna şu cümleleri kurmamak lazım:

 

“Kimdir siyaseti kirletenler? Kimdir o kirli, tehditkâr dili ve icraatları sahaya dökenler?

 

Kimdir, sırf iktidarda kalma adına, sırf konsolidasyon sağlamak için milletin ekmeğine kan doğrayanlar?

 

Kimdir, önce tozu dumana katıp, sonra da kendi fiillerinden rakiplerini sorumlu tutup, ortaya çıkan faturayı sağa sola kesmekten imtina etmeyenler?

 

Bu eleştiriler boşuna. Zira herkes neyin ne olduğunun farkında. Bu cümleler muhalefet avlamak için anlamlı ama hayata geçirmek için boş, anlamsız, hepsinden önemlisi kaybettirici. Bu pasajı siyaset edinmek demek kaybetme riskinin katsayısını artırmak demek. Ama muhalefeti toplum nezdinde itibarsızlaştırmak için oldukça kullanışlı.

 

Hatta o konuşmada yer alan “Geniş bir yelpazede riskler giderek artıyor… Küresel ekonomi fırtınalı bir denizde ilerlemeye çalışıyor. Projeksiyonlarımızı buna göre yapmanın en akıllı tercih olacağına inanıyoruz. Hükümet olarak fırtınalı sularda gemiyi limana ulaştıracak, plana programa sahibiz” sözleri bile birileri umutlansın diye sarfedilmiş değil. Çünkü o fırtınalı denizde alınacak “normalleşme” ve “iç barış” önlemleri de o oranda kaybettirici. Bir tarafı “Terörsüz Türkiye” ile kazanırkenki amacın kendisi de, son konuşmada hedef gösterilen “çete-organizasyon-örgüt-cemaat” ağlarıyla mücadelenin bir parçası. “O ayrı, bu ayrı”. O çete ile mücadele kutuplaşmaya da odun taşımakta ve kazandırıcı olarak görülmekte. Nitekim son belediye yasa değişikliği teklifi de aslında rakiplerin bu sahayı siyasi mücadelede bir rant alanı olarak kullanmalarının önüne geçebilmek. Yani siz demokrasilerdeki muhalefet hakkından falan bahsededurun muktedir, siyasi mücadelede kendisiyle aynı zihniyeti paylaşan muhaliflerini aynı silahla vurmakta. Takipçiler de bunu iyi bildiklerinden, bunda da tarihsel-geleneksel bir ahlaki sorun olmadıktan sonra çanlarına ot tıkanması ülkenin hayrına, zararına değil. Fırtınalı denizde hukuk ve demokrasi arayanlar, ne demokratlık naifliğinin güç yitimi getireceğinden haberli ne de o hukuk tüm belediyelere uygulanırsa düşmanın güçleneceğinden! Savaş, kendi kurallarını dayatır. “Savaşın da bir hukuku vardır” diye düşünen safdiller ne siyasetten ne “savaş hiledir” gerçeğinden haberdarlar. Düşmanın olmayan hukuk ve demokrasi geleneğine bakarsanız tek enayinin biz olmadığını da görürsünüz. Sonuç: Kaybetmeye tahammül yok! Velev ki ülke yanıp tutuşmuş olsun…

 

Bu sonuncusu elbette dudaklardan dökülmez ve zihinlerden geçmez. Çünkü bu gemi ne badireler atlattı da batmadı. Çünkü sebep-sonuç ilişkileri çarpıtılmış veriler ve adresler eşliğinde sunulmakta. Bize yapılan operasyonları elbette püskürtme kabiliyetine de gücüne de sahibiz. Artık devlet biziz; ona göre davranmalıyız; bunu içimizdeki aklıevveller de kabul etmeli!   

 

Siz istediğiniz kadar o gemi metaforuna eleştiriler düzün. Tarih bilenler istedikleri kadar 2008’lerden, 2010’lardan, 2016’lardan bahsetsinler. Rakamlar verip o geminin bunların eline zaten sapasağlam ve güçlü şekilde emanet edildiğinden dem vursunlar, zamanında yapılacağı muhtemel olan seçimlere girerken sonuç değişmeyecektir; boşa ümitlenmenin alemi yoktur. 

 

Birileri diledikleri kadar şu cümleleri kurmaya cesaret etsinler:

 

İnsan bari gemi metaforunu kullanmaz. Ortada ne gemi ne de batarken tutunacak bir filika bıraktınız.

 

Gemi batıyor ama siz hâlâ yüzdüğünü zannediyorsunuz.

 

Can kurtaran simitleri bile derin sulara kapılmış, siz hâlâ suyun ucundaki bacasına bakıp ortada bir gemi var zannediyorsunuz.

 

Eminiz ki o MÜSİAD üyelerinin birçoğu bıyık altından gülmüştür bu sözlere.

 

Belli ki Sayın Cumhurbaşkanı’nın Gelibolulu Mustafa Ali Efendi’ye ait meşhur beyitten haberi yok.

 

Der ki;

 

“Bir dokun, bin âh işit kâse-i fağfûrdan” diye başlar.

 

Kime dokunsan dertli, kime sorsan “ah vah” içinde.

 

Artık pazara çarşıya çıkmaya utanan millet de dertliiii,

 

“Bu faizlerle nasıl üreteceğim?!” diyen sanayici de dertli.

 

Emekçi de dertliiii, sermaye sahibi de.

 

Asgari ücretle geçinemeyen de dertliiii, 

 

o asgari ücreti yüksek bulan da dertli. 

 

O batan geminin mallarını karaya nasıl sağ salim ulaştıracağını dert edenler de maalesef rotası şaşmışların, korsanların yarattığı felaketin kurbanları haline geldiler.

 

Sadece onlar mı?

 

Sayın Cumhurbaşkanı şöyle sağına soluna baksa,

 

ekonomiden sorumlu arkadaşı da dertliii,

 

Hazine ve Maliye Bakanı da.

 

İktidara yakınlığıyla bilinen sendikacı da dertliii,

 

ülkenin en büyük odasının başkanı da.

 

Her biri öbürüne köpürmekte ama Sayın Cumhurbaşkanı’na sorarsanız,

 

“Bundan iki sene önce hayata geçirdiğimiz reform programı ile ekonomimizin temellerini güçlendirmişiz.”

 

Öyle diyor Sayın Erdoğan. Sanki iki sene önce başladıkları yere daha yeni gelmemiş gibi. 

 

Sanki bir değil, üç değil, beş değil, onlarca kez o fil züccaciye dükkânını yerle bir etmemiş gibi.

 

Sanki ülkenin yargısını kadük kılmamış, 

 

sanki hukuk düzenini talan etmemiş,

 

bırakın sekiz-dokuz yılı, bırakın 128 milyar dolar yangınını, 

 

bırakın eş-dost ekonomisini,

 

bırakın kurumsal hafızanın yerle bir edilmesini,

 

bırakın koca bir sistemi sistemsizliğe, düzensizliğe, anayasasızlığa itmeyi,

 

sanki daha Mart ayından bu yana bütün makro dengeleri altüst etmemiş gibi, 

 

döviz piyasalarına müdahaleler 60 milyar dolarları geçmemiş gibi;

 

siyaset-hukuk dengesi korkunç bir güvensizliğe ve o güvensizliğin getirdiği maliyetlere kurban edilmemiş gibi diyor ki;

 

“Makro finansal istikrarı sağladık. Kalıcı ve sürdürülebilir büyüme için sağlam bir temel oluşturduk. Son iki yılda çok ciddi mesafe kaydettik.”  

 

Şöyle devam ediyor:

 

“Yıllık enflasyon 11 aydır kesintisiz düşüyor. İnşallah devamı da gelecek. Mali disiplinden de taviz vermiyoruz. Depremin yaralarını hızla sararken, tasarruf tedbirlerini de bu yıl sürdürüyoruz.”

 

Siz de dinlerken “Acaba hangi Avrupa ülkesinin başkanı/başbakanı konuşuyor?” diye sormuyor musunuz kendinize?

 

Böylesi bir konuşma zaten ya krizden çıkmayı başarmış bir ülkede yapılır ya da halkını propagandalarla kandıran otoriter bir ülkede. 

 

İkisinden biri, öyle değil mi? Ya gerçektir bu sözler ya da muhalefet metinlerine iyi çalışmış metin yazarlarının kopyala yapıştır intihalleridir öyle değil mi? 

 

Acaba hangi makro planlardan bahsediyor Sayın Cumhurbaşkanı?

 

Bakın mesela 2022 yılına kadar TÜİK fiyat endeksi ile İTO verileri arasında sadece yüzde 1’lik bir oynama söz konusu oluyordu.

 

Yani TÜİK, henüz o makro planlarda milyonlar aleyhine ayarlama yapıp,

 

iktidarın ekonomi-politik cürümlerini örten bir kurum gibi işlemiyordu.

 

Ama ne olduysa, 2022 yılında TÜİK fiyat endeksi yüzde 19 artarken, İTO fiyat endeksi 40 civarı arttı.

 

Şimşek ve ekibi geldiğinde yüzde 20 olan o fark, şimdi 33,7’lerde.

 

İşte size bir makro plan maliyeti!

 

Ne oldu da 2022’ye kadar at başı giden o rakamların arasına birden uçurum giriverdi.

 

Unutmayın ki bu uçurum 16 milyondan fazla emekliyi, 5,5 milyona yakın kamu çalışanını ilgilendiriyor.

 

Yani aileyi ilgilendiriyor.

 

Yani kadını, erkeği, yaşlıyı ilgilendiriyor.

 

Yani sayıları 5 milyona varan ev gencini ilgilendiriyor.

 

Yani aileleriyle birlikte yaklaşık 70 milyon kişinin hayatını ilgilendiriyor.

 

Ama birileri “Bu hesaplarla millet haksızlığa uğruyor, cebinden, sofrasından çalınıyor” dedi mi eline koluna kelepçe vuruluyor; ulusal medyaya afişe ediliyor; adları “hain”e çıkarılıyor.

 

İşte sizin makro Bizans oyunlarınızın millete faturası bu:

 

– 15-16’larda reel faiz.

 

– Enflasyon düşse bile gelir dağılımı bozukluğunun faturasını ödeyen bir halk.

 

– Enflasyonu geciken hatalı politikalarla düşürme gayretinin ağır karşılığı olan üretimin durması ve işsizliğin devasa seviyelere ulaşması.

 

Şimdi sormak gerekmez mi Sayın Cumhurbaşkanı’na başarı bunun neresinde?

 

Siz bütün bu sözleri sarfetseniz de sonunda “Bitti mi?” diye sorarlar adama.

 

“Döktün mü içini?”

 

Hepsinin elbette bir cevabı var. İç ve dış konjonktür ve güçler var.

 

“Biz Suriye’yi kurtarmış ve Terörsüz Türkiye yolunda ilerlerken bu neyin öfkesi, hıncı, fitnesi böyle? Biz kutuplaşmanın kötülüğünden, iç tahkimattan bahsederken, bu düşman dili de ne böyle?” dendi mi akan sular durur.

 

O yüzden, sizin “Üçüncü Dünya Savaşı şartlarına giriyoruz; fırtına geliyor iç tahkimatı sağlamalıyız” düşüncenizin karşılığı olan naif hukuk ve demokrasi beklentiniz ile muktedirin -ve destekçilerinin- önce kendi egemenliğini düşünen ve ona götüren ezberlerinin önceliği farklı farklı şeylerdir. Düşünürken, yazarken, önerirken, umut ederken bunları hesap etmek gerek.

 

(Tam da konuya tekabül eden bir hamiş: Sığınmacılar lehine yıllardır insan hakları mücadelesi veren, sığınmacı toplumunun gönüllerini fethetmiş, Suriye-Türkiye arasında gönül elçiliği görevinden zerre geri adım atmamış Taha el-Gazi ve eşinin 16 Mayıs Cuma akşamı gözaltına alınıp Taha el-Gazi’den üç gün boyunca haber alınamaması ve ardından eşi GGM’de kalmasın diye “gönüllü sınır dışı” edilmeye razı gelmesiyle birlikte Suriye tarafına deport edilmeleri… Esed rejimi muhaliflerinden, yıllarını Türkiye’de geçirmiş bir gazeteci olan Gassan Yasin’in de aynı muameleye tabi tutulup gözaltına alınması, mezkur devlet yapılanması ve güvenlik bürokrasisinin yılların birikimiyle ne hale getirildiğinin, neyden ne kadar umutlanmamız gerektiğinin, tepelerde karton bardak ile çay içenlerin verdiği umudun nasıl kursaklarda bırakıldığının başka bir resmini oluşturmaktadır. Devlet neye niçin dönüşüyorsa, bağırsaklarındaki parazitler de ona göre şekilleniyor ve çoğalıyor. Lakin bütün bunların “tolere” edilmesinin baş sebebi de eğer “ötekiler” gelse idi, hem Suriyelilerin hem de sınır ötesi dostların başına başka çorapların örüleceği korkusu idi. Bir Cumhurbaşkanı adayının onlar için “sapıklar” imasıyla video çekebildiği bir ülkede, birileri şapkayı önüne koyup neden kazanamadığını, kazansa neyin değişeceğini, ezber “demokrasi ve hukuk” kalıplarının neden inandırıcı olmayıp ikiyüzlülükle karşılandığını oturup düşünmeli. Rahmetli Muhammed Ali öyle demişti: “Dostlarımı garsona muamelesiyle seçerim.” İktidarı ve muhalefetiyle garsonu adam yerine koymayan bir siyasetin kültür ve zihniyetinin değişeceğine kim, neden inansın ki!?)

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.