Abbas’ın Filistin’i: Direnişin Bastırılması ve İsrail ile İttifak
Mahmud Abbas’ın Filistin’in devletleşmesine ve İsrail işgalinin sonlandırılmasına dair somut bir strateji geliştirememesi, iç bölünmelere karşı kapsayıcı çözümler üretememesi ve İsrail’in 2008 başta olmak üzere farklı zamanlarda Gazze’de icra ettiği soykırım ve etnik temizliğe karşı net bir duruş sergileyememesi, iç meşruiyet kaybına yol açmıştır. Bu durum, Abbas’ın giderek daha otoriter bir yönetim anlayışı benimsemesi ile sonuçlanmıştır.
İsrail’in 7 Ekim sonrası Gazze’de uyguladığı etnik temizlik ve soykırım, Filistin devletinin mahiyetini, tanınırlığını, yönetimin meşruiyetini sorgulatmıştır. İslam coğrafyasında yaşayan hemen her birey gerek yaşadıkları ülkelerdeki yönetimlere gerekse Filistin otoritesine yönelik eleştiriler geliştirmiştir. Nitekim İslam İşbirliği Teşkilatı, Arap Birliği gibi devasa bütçeye ve siyasi etki potansiyeline sahip oluşumlar ve Ortadoğu’nun etkin aktörleri İsrail’e karşı somut adım at(a)mamıştır. Kınama ve sembolik adımlar dışında İsrail cezalandırılmamış, Gazze direnişi İran’a bağımlı kılınmış, Siyonizm’e ve destekçisi aktörlere adeta terk edilmiştir. Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve yönetimi de Gazze’de direnişe karşı bir tutum sergilemiştir. Abbas, 28 Nisan 2024 tarihinde Suudi Arabistan’ın ev sahipliği yaptığı Riyad Ekonomi Forumu özel oturumunda yaptığı konuşmada İsrail’in tam güvenlik elde etme hakkı olduğunu ifade ederek Gazze’deki direnişi yok saymıştır. Her ne kadar konuşmasında İsrail’in sivillere yönelik saldırılarını kınasa da Abbas yönetimi İsrail’i meşru bir aktör olarak görmektedir. Batı Şeria’yı hukuksuz biçimde işgal eden İsrail’e istihbarı, askeri ve teknolojik destek sağlayan Abbas, Filistin’in Siyonizm’e karşı silahlı direnişine uzun yıllardır karşı durmaktadır. Her ne kadar birçok Arap rejimi tarafından Hamas’ın yerine Filistin’in tek temsilcisi olarak görülse de Abbas’ın siyasal kariyeri ve yönetim başarısı oldukça tartışmalıdır.
Liderlik, Mücadele ve Seçilmişlik
Filistinli gazeteci Muin Naim’in Saf Gündem isimli platformda aktardığı gibi, Abbas’ın Filistin davasında mücadele etmediği ve fedakârlık yapmadığı rahatlıkla ifade edilebilir. Hamas başta olmak üzere direniş gruplarının can, mal, zaman ve birçok cephesiyle mücadele ortaya koydukları bir gerçekken, Mahmud Abbas’ın refah içerisinde Ramallah’ta yaşadığı bilinmektedir. Karizmadan yoksun, kalabalıklardan hoşnut olmayan ve Khaled Elgindy’nin Foreign Affairs’teki yazısında belirttiği gibi daha çok bir okul müdürünü/yöneticiyi andıran, dolayısıyla liderlik vasfına dair herhangi bir emarenin olmadığı Abbas, Filistin devlet başkanlığına herhangi bir bedel ödemeden gelmiştir. Abbas’ın Filistin yönetimini ele geçirmesi büyük oranda ABD ve İsrail’in onayıyla olmuştur. Dahası, Abbas’ın iktidarı ele geçirmesi için Siyonizm’in uygun şartlar oluşturduğu ifade edilebilir.
Arafat’ın 1967 savaşı öncesi kurduğu (1959) el-Fetih hareketinin tüzüğünde ‘Nehirden Denize Filistin’ şiarı yer almaktadır. 1948 topraklarını kurtarmayı hedefleyen el-Fetih zamanla dönüşerek İsrail’i tanımıştır. Bu süreç Filistin halkının talepleri doğrultusunda değil, İsrail-ABD ortaklığında yürütülmüş ve Abbas’ın iktidara gelmesini ve söz konusu politikayı icra etmesini kolaylaştırmıştır. İkinci olarak, Arafat’ın yakın kadrosundaki önemli isimlerin Oslo sürecinden önce öldürülmesi de Abbas’ın iktidara yürüyüşünü kolaylaştırmıştır. El-Fetih içerisindeki kemik kadroların önemli isimlerinin (Halil Vezir-Ebu Cihad, Salah Halef-Ebu İyad) İsrail tarafından öldürülmesi sonrası hareket Abbas’a mecbur bırakılmıştır. Diğer bir ifade ile İsrail ve Siyonizm destekçisi aktörler Filistin siyasetindeki siyasi sahayı ortadan kaldırmış ve Abbas’ın el-Fetih’i ele geçirmesine yardımcı olmuştur. Ayrıca Oslo sonrası Tunuslular olarak bilinen siyasetçiler içinde başta Abbas olmak üzere Oslo’nun mimarlarından olanlar, Filistin’e döndükten sonra kadrolaşmaya ve mevcut ‘kazanımları’ korumaya odaklanmıştır. Bundan ötürü ABD ve İsrail Abbas’ı tercih etmiştir. Abbas’ın bu politikaları, yükselişinde etkili olmuştur.
1981’den bu yana Filistin halkının büyük çoğunluğunun (yüzde 90) silahlı direnişine karşı olan Abbas, kendi ifadelerine göre hayatı boyunca silahlı direnişe katılmamış, işgal güçleriyle iyi ilişkiler kurmuş ve düşmana hiç ateş açmamıştır. Dolayısıyla liderlik vasfından yoksun, fedakârlık yapmayan bir siyasi karakter olan Abbas’ın Filistin davasında kritik rol oynadığı, ciddi mücadele verdiği gibi asılsız iddialar soru işaretleriyle doludur. Abbas, kuruluş temelleri İsrail’in askeri işgaline karşı silahlı direnişi benimsemiş olan el-Fetih’ten uzak bir profil çizmiş, silahlı direnişi inkâr etmiş ve hayatı boyunca işgale karşı yumuşak davranarak en azından Filistin’in özgürleştirilmesine katkı sunmamıştır. Yaser Arafat’ın dahi hainlikle suçladığı, Filistin’in Hamid Karzai’si olarak tanımlanan Abbas, Arafat İsrail tarafından ev hapsine maruz bırakıldığı zamanlarda İsrailli yetkililerle Filistin otoritesini nasıl ele geçireceğini, nasıl yönetimin başına geçeceğini tartışmıştır. İsrail’in birçok katliamının uygulayıcısı olan ve Arafat’ın kuşatma emrini veren Ariel Şaron ile, Arafat’ın ifadesiyle ‘utanç binasında’ Muhammed Dahlan ile Arafat sonrası Filistin siyaseti üzerine pazarlık yapan Abbas, İsrail işgalinin emirlerine uyan, işgalin Filistin sathına yayılmasını mümkün kılan bir aktör olarak tarihe geçmiştir. Nitekim Filistin siyasi sisteminde daha önce var olmayan başkanlık pozisyonu Abbas için ABD tarafından tasarlanmış ve Arafat sonrası Filistin devleti, İsrail-ABD ortaklığında Abbas’a hediye edilmiştir.
Abbas’ın Filistin halkı ile arasında bir uçurum olduğu da yadsınamaz bir gerçektir. El-Fetih içerisinden birçok ismin de katıldığı seçimlerin yenilenmesi konusunda da Filistin halkından uzak bir duruş sergilemiştir. Birçok defa seçimlerin yapılacağını ifade etse de her seferinde sudan bahaneler üreterek seçimleri erteleyen Abbas, en basit ifade ile anti-demokratik, otoriter ve Filistin halkının özgür iradesine karşı duran bir isimdir. 2006’dan beri seçim yaptırmayan, 2009’da tekrar aday olmayacağını açıklayan Abbas’ın Filistin genelinde yapılan seçim anketlerinde kazanma ihtimalinin olmadığı görülmektedir. Birçok analizde de ifade edildiği gibi, Mahmud Abbas’ın Filistin’de yapılacak seçimlerde alacağı en fazla oy yüzde 5 ile yüzde 10 arasında seyretmektedir. Bu durum Abbas’ın başkanlığının meşruiyetini sorgulatmaktadır. Ayrıca Abbas’ın İsrail’e karşı direniş yerine İsrail ile müzakereyi yöntem olarak benimsemesi, Filistin devleti ve halkı açısından sonuç üretmemiştir. Öte yandan 2006 seçimleri sonrası yönetimi Hamas’a devretmemekte direnen Abbas, ABD’nin isteği doğrultusunda Gazze’de yaşanan çatışmalara, Dahlan’ın Hamas üyelerine yönelik saldırılarına müdahil olmamıştır. Dahası, Abbas yönetimi Gazze’nin elektriği, memurlara ödenen maaşı ve insani yardımı kesmiş, İsrail ablukası öncesi Gazze’ye Abbas ablukası uygulamıştır. Gazze halkı, Mahmud Abbas’ı, Gazze’ye uyguladığı abluka ve İsrail’in güvenliğini sağlaması nedeniyle eleştirerek bu politikaları “Abbas Kubbesi” olarak adlandırmıştır.
Benzer şekilde Abbas, 2006’dan beri yapılması gereken seçimleri keyfi sebeplerden ötürü ertelemiştir. Oslo sürecinden bu yana toprak kazanmak, otorite oluşturmak, devletleşmek, işgali sonlandırmak yerine İsrail’in her geçen gün Filistin devletini ve halkını yok etmesini kolaylaştıran bu tarz siyasetin başarısız olduğu görülmektedir. Temmuz ayında Çin’in başkenti Pekin’de 14 Filistinli siyasi oluşumun bir araya gelmesine bile şüphe ile yaklaşan Abbas, Pekin Deklarasyonu’na zorla imza atan taraf olmuştur. Toplantıya katılmayan Abbas, sürecin seçimlerin yenilenmesine gideceğini hesap ederek temkinli davranmıştır. Dahası, sözcüsü aracılığıyla yaptığı açıklamada deklarasyonu faydasız olarak nitelendirmiş, ulusal birlik yerine kazanımları kaybetmemek adına İsrail’i karşısına almama politikasını ve dolaylı olarak İsrail ile işbirliğini öncelemiştir. Bu durum Abbas’ın Filistin’in bağımsızlık mücadelesine yönelik tutarlı bir stratejisinin olmadığını göstermekle birlikte, Filistin halkından ve direnişinden kopuk olduğunu ortaya koymaktadır. Abbas, Filistin’in devletleşmesi ve Filistin halkı üzerine İsrail’in tatbik ettiği etnik temizlik, soykırım ve işgali sonlandırıp ulusal çıkarlara odaklanmak yerine uluslararası güçlerin ve İsrail’in beklentilerine öncelik vermektedir. Bu bağlamda, Abbas’ın tutumu, Filistin davasının temsilinde ciddi bir liderlik boşluğuna işaret etmekte ve Filistin halkının birleşik ve etkili bir direniş stratejisinden mahrum bırakılmasına neden olmaktadır. Abbas’ın mevcut liderliği altında, Filistin halkının kolektif hak ve özgürlük arayışının marjinalleştirildiği ve uluslararası aktörlerin gündemlerinin gölgesinde kaldığı söylenebilir. Nitekim Abbas yönetimi Batı Şeria’da devam eden İsrail işgaline ses çıkarmamakta, Gazze’de İsrail tarafından öldürülen binlerce sivile rağmen Siyonizm’e karşı güçlü bir direniş çağrısında bulunmamaktadır. Bu durum Abbas’ın Filistin’in gerçekliğinden uzak ve zayıf kaldığını göstermektedir.
Otoriter Yönetim
Mahmud Abbas, siyasi kariyerinin başlangıcında bir barış güvercini ve siyasi reformcu olarak görülse de zamanla istikrarsız ve dar görüşlü bir otoriter lidere dönüşmüş, neredeyse kesintisiz bir başarısızlık geçmişine sahip olmuştur. Bu başarısızlıkların bir kısmı, özellikle yönetiminin ilk yıllarında, kontrolü dışındaki güçlerin sonucu olsa da çoğu kendi hataları nedeniyle gerçekleşmiştir. Abbas’ın hatalar listesi; iç politik bölünmeleri derinleştirip kronik hale getirmesi, artan yolsuzluk, otoriterliğin artması ve en önemlisi, ulusal kurtuluş için tutarlı bir strateji sunamaması gibi unsurları içermektedir.
Mahmud Abbas’ın liderliği altında Filistin yönetimi, hızla otoriter bir yönetim biçimine doğru evrilmiştir. Abbas’ın Filistin’in devletleşmesine ve İsrail işgalinin sonlandırılmasına dair somut bir strateji geliştirememesi, iç bölünmelere karşı kapsayıcı çözümler üretememesi ve İsrail’in 2008 başta olmak üzere farklı zamanlarda Gazze’de icra ettiği soykırım ve etnik temizliğe karşı net bir duruş sergileyememesi, iç meşruiyet kaybına yol açmıştır. Bu durum, Abbas’ın giderek daha otoriter bir yönetim anlayışı benimsemesi ile sonuçlanmıştır. Bu anlamda Abbas, Filistin’i 2007’den itibaren parlamenter veya kurumsal denetim olmadan kararname ile yönetmeye başlamış ve 2016’da kendi kararlarını onaylatmak için sadakatinden şüphe duymadığı isimlerle doldurduğu Yüksek Anayasa Mahkemesi’ni kurmuştur. 22 Aralık 2018 tarihinde de Filistin Yasama Meclisi (Filistin Parlamentosu) Abbas’ın kararı ile feshedilmiştir. Dahası Abbas, 22 yıl sonra, 2018’de Filistin Ulusal Konseyi’ni yeniden toplayarak kendisini başkan olarak atamış ve seçim ihtiyacını ortadan kaldırmıştır.
2021’de Filistin ulusal seçimlerinin yapılması planlanmıştır. 36 seçim listesi ve 1.300’den fazla adayın katılacağı ilk ulusal seçimlere yönelik gerçek bir halk coşkusu oluşmuştur. Fakat Ocak 2021’de ABD Başkanı Joe Biden göreve başladığında, Abbas bir kez daha Washington’daki yeni yönetimin desteğini kazanmak adına halkının ihtiyaçlarını ikinci plana atmıştır. Dolayısıyla Abbas Filistin’de otoriter bir yönetim biçimi benimseyerek halkın adalet, özgürlük, demokratik temsil gibi temel haklarını yok saymaktadır.
Abbas’ın 20 yıla yakın süredir seçimleri iptal etmesi, siyasi kariyerindeki en büyük hatalardan biri olarak değerlendirilebilir. Bu karar, Filistin iç siyasetindeki bölünmeyi daha da derinleştirmiş ve Hamas’ın serbest bir aktör olarak hareket etme kapasitesini artırmıştır. Seçimlerin iptali, Abbas’ın meşruiyet krizini daha da derinleştirmiş ve halk gözündeki konumunu zayıflatmıştır.
Arafat’ın yeğeni ve eski Dışişleri Bakanı Nasır Kudva, Abbas’ı eleştirmesi sonrası partiden ihraç edilmiştir. Benzer şekilde Abbas muhalifi siyasi aktivist Nizar Banat’ın Abbas güçlerince öldürülmesi, Abbas yönetiminin baskıcı doğasını ve ahlaki çöküşünü ortaya koyarak, halkın hükümete olan güvenini tamamen sarsmıştır. Nitekim Banat’ın, Abbas’a bağlı güvenlik güçleri tarafından gözaltına alındığı sırada ölmesi, Batı Şeria genelinde büyük protestoların patlak vermesine yol açmıştır. Bu olayın ardından Abbas yönetimi, gösterilere yönelik sert bir baskı politikasına başvurmuştur. Ramallah’ta başlayan gösterilerde, güvenlik güçleri barışçıl protestocuları dağıtmak için göz yaşartıcı gaz ve ses bombaları kullanmıştır; gazeteciler, insan hakları savunucuları ve sıradan vatandaşlar acımasızca dövülmüştür. Kadın protestocular ve gazeteciler, cinsel taciz ve tecavüz tehditlerine maruz kalmış, kameraları kırılmıştır. Sivil giyimli güvenlik görevlileri de göstericilere taşla saldırmış, resmî güvenlik güçleri ise bu saldırılara müdahale etmemiştir.
Al-Haq gibi insan hakları örgütleri, bu dönemde güvenlik güçlerinin aşırı güç kullanımı ve keyfi tutuklamalarla hak ihlallerini ispatlayan raporlar yayımlamıştır. Göstericilere karşı baskı, Abbas’ın iptal edilen seçimler sonrası yaşadığı meşruiyet krizini aşmak için başvurduğu bir yöntem olarak değerlendirilebilir. Abbas yönetiminin baskı politikaları, muhalefete karşı tahammülsüzlüğün ve yönetimin otoriterleşmesinin arttığını göstermektedir. Abbas, Filistin iç siyasetindeki bu hoşnutsuzluğu ve meşruiyet kaybını, baskıcı yöntemlerle kontrol altına almaya çalışmaktadır. Ancak bu strateji, halkın taleplerini bastırmaktan öteye gitmemekte ve demokratik süreçlerin daha da zayıflamasına neden olmaktadır.
Öte yandan İsrail’in Gazze’deki soykırımı devam ederken Abbas’ın etkisiz kalması ve Batı Şeria’daki kontrolünün zayıflaması, Abbas yönetiminin iç krizlerini ve meşruiyet eksikliğini daha da belirginleştirmiştir. Bu durum, Filistin halkının liderlikten duyduğu hayal kırıklığını artırmış ve Abbas’ın siyasi geleceğini daha da belirsiz hale getirmiştir.
Güvenlik Koordinasyonu
Abbas’ın Filistin devleti ve halkı aleyhine bir aktör olduğunu gösteren bir diğer somut emare ise İsrail ile sürdürülen güvenlik koordinasyonudur. İsrail’in talepleri doğrultusunda Batı Şeria’da gerek sivil gerekse direniş mensubu Filistinlilere İsrail’den daha çok zulüm uygulayan Abbas yönetimi, İsrail ile sürdürdüğü güvenlik koordinasyonu ile Filistin’in aksine İsrail’e güvenlik sağlamaktadır. Mezkûr güvenlik koordinasyonu, Oslo Anlaşmaları çerçevesinde ortaya çıkmış ve Filistin devlet inşası sürecini desteklemek amacıyla kurulmuştur. Ancak, bu koordinasyon esasen İsrail’in askeri işgalini destekleyen bir mekanizma haline gelmiştir.
İsrail, Filistin devletinin kurulmasını tartışmaktan dahi kaçınırken, işgal altındaki Filistin topraklarındaki statükoyu sürdürmek için çeşitli yöntemler kullanmaktadır. Bu yöntemlerin en önemlilerinden biri, Abbas yönetimi ile sürdürülen güvenlik işbirliğidir. Güvenlik koordinasyonu, Filistin topraklarında statükonun korunmasını sağlarken, aynı zamanda işgalin sürdürülmesine hizmet eden bir araç olarak kullanılmaktadır. İsrail eski Savunma Bakanı Benny Gantz’ın 2021’de Abbas ile Ramallah’ta gerçekleştirdiği görüşme de bu duruma işaret etmektedir. Görüşmede Filistin halkı tarafından desteklenen direniş grupları olan Hamas ve İslami Cihad’a karşı ortak mücadele konusu ele alınmıştır. Filistin halkı tarafından eleştirilen bu görüşmenin Filistin ulusal çıkarlarına zarar verdiği ifade edilmiş ve Abbas yönetiminin İsrail’in güvenliğine öncelik verdiği bir kez daha ortaya çıkmıştır. Oslo Anlaşmaları, bir yandan Filistin ‘devlet’ inşasını öngörürken, diğer yandan İsrail’in güvenliğine öncelik veren ve Filistin direniş hareketlerini bastırmayı amaçlayan bir proje ortaya koymuştur. Abbas yönetimi İsrail’in belirlediği “terörist” gruplara karşı sürekli olarak işbirliği yapmış, Filistin halkı üzerindeki baskıyı artırmıştır. Bu süreçte, ABD tarafından desteklenen Filistin güvenlik güçleri, İsrail ile uyumlu olacak şekilde yapılandırılmış ve eğitilmiştir.
Batı Şeria’daki Abbas’a bağlı güvenlik güçleri ABD, İsrail, Ürdün ve Filistin istihbarat birimleri tarafından sıkı bir güvenlik taramasından geçirilmiş, Batı Şeria’daki “şiddeti ve terörü” bastırmak amacıyla özel olarak eğitilmiştir. Mahmud Abbas, 2005’te başkan olduktan sonra, güvenlik koordinasyonunu “kutsal” olarak nitelendirmiş ve Filistin içindeki düzenin sürdürülmesi için bunu zorunlu bir araç olarak görmüştür. Ancak, bu koordinasyon Filistin halkının büyük bir kesimi tarafından bir ihanet olarak değerlendirilmekte ve kamuoyu yoklamaları da halkın bu işbirliğine karşı olduğunu göstermektedir. 2021 yılında yapılan bir ankete göre, Batı Şeria’daki Filistinlilerin yüzde 61’i İsrail ile güvenlik işbirliğine karşıdır ve yüzde 69’u Oslo Anlaşmaları’nın iptal edilmesini desteklemektedir.
İsrail, Filistin topraklarındaki güvenlik yükünü azaltmak için Abbas’a bağlı güvenlik güçlerinden yararlanmaktadır. Abbas ise işgal altındaki topraklarda “tek otorite, tek silah” stratejisi doğrultusunda hareket ederek, devlet dışı aktörlerin- özellikle silahlı direniş gruplarının- bastırılmasını istemekte ve bu noktada işgalci İsrail ile işbirliği yapmaktadır. Bu noktada Oslo’daki güvenlik anlaşması gereği Abbas’ın direnişi pasivize ettiği, İsrail’in izin verdiği müddetçe silahlanabildiği de yadsınamaz bir gerçektir. Bu durum, Abbas yönetiminin İsrail’in işgal politikalarına dolaylı olarak hizmet eden bir güvenlik taşeronu haline gelmesine neden olmaktadır. Oslo Anlaşmaları’nın öngördüğü devlet inşası ve ulusal kurtuluş projeleri arasındaki çatışma, Abbas yönetiminin meşruiyet krizini daha da derinleştirmiştir. İsrail ile sürdürülen güvenlik koordinasyonu, Filistin’in ulusal çıkarlarına zarar vermekte ve Abbas yönetiminin halk nezdindeki meşruiyetini sorgulamaktadır.
Sonuç olarak, Mahmud Abbas’ın liderliği altında Filistin yönetimi otoriter bir yapıya bürünmüş ve İsrail’le yapılan güvenlik koordinasyonu ile Filistin’in ulusal çıkarlarına zarar verilmiştir. Abbas, direniş gruplarını bastırarak İsrail’in güvenliğine öncelik veren politikalar izlemiş, bu da onu Filistin halkından uzak ve meşruiyet krizi yaşayan bir lider konumuna sokmuştur. Bu durum, Abbas’ın Filistin yerine İsrail lehine siyaset üreten bir aktör olduğunu ortaya koymaktadır.