Agamben’in Düşüşü: Bir Coronalia Hikâyesi
Giorgio Agamben, iptâl kültürü, entelektüel zorbalık ve vasatlık tahakkümünün, sevk ve idâre karnavalının son kurbanı değil, olmayacak da.
- AHMET ÇİĞDEM
- 20 Mart 2022

Pandemi insanların sadece sağlıklarına zarar vermedi, düşünme alışkanlıklarında ve hayat biçimlerinde de onulmaz yaralar açtı. Bununla elbette, pandemi öncesi “cennette yaşanıldığı” varsayımına yönelemeyiz. Tam tersine, cennetin kapısının dünyanın büyük bir kısmı için resmi olarak kapatıldığı, ekolojik, ekonomik ve sosyal bir felâket bileşkesinin adım adım toplumların üzerine kapandığı bir süreçten geçmekteydik ve hâlâ geçiyoruz.
Pandemi bu süreci derinleştirdi ve söz konusu problemler –sanki-ortadan kalkmışçasına sözde bir kader birliği yarattı; kaderde bir birlik vardı ama acı ve tasada herhangi bir ortaklığa o kadar yanaşılmadığı da aşikâr. Kaderde biriz; lâkin kaderin verimleri aramızda eşit dağılmıyor, bunu ne kadar ve ne zamana kadar görmezlikten gelebiliriz? Sokağa çıkılmasından rahatsız olanlar, sokağın imitasyonu mekânlarında yaşamaktaydı; toplu taşıma sistemlerinin virüsün yayılmasındaki etkisini anlatanlar, zaten öteden beri “toplu” herhangi bir eylemselliğin içerisinde değillerdi. Kapanmayı savunanlar, hayatlarının bundan sonrasında kapanarak varkalabilecekleri bir düzeni zahmetsizce kurdular. İhtiyaçlarını karşılamanın araçlarına sahiptiler, bu araçları biriktirmenin maliyeti de onlar için asla bir sorun olmayacaktı. Devam eden tutum, azıcık başını kaldıran, benim sözüm de şu diyen birilerini “halk sağlığı” (hem İhtilâl sonrası terörü hem de Nazi hijyen tutkusunu çağrıştıran, üstelik şimdi hayli hayli çağrıştıran bir kavram), adına mahkum etmek, sesini boğmak -bu siyaseten doğruculuk- şu kritik süreçte bile ihmâl edilmedi.
Elbette büyük acılar yaşandı ve kayıplar verildi. Yine de ne olup bittiğine dair mevcut anlatının içerisinde pek çok sökük var ve bunlar bir araya geldiğinde tablo pek parlak değil. Virüsle ilgili bilgilerin, bu bilgilerin toplumla paylaşılmasının, virüse bağlı hastalık ve ölümlerin, bu ölümlerin ilân ediliş biçiminin bırakın herhangi bir şeffaflık ilkesine uymasını, tam tersine, toplumun kötürüm bırakılmasının, kapatılmasının ve susturulmasının araçları olarak kullanıldığına tanık olmamız, bu nedenle pek şaşırtıcı değil. Kamusal alanın, tıbbî bir zorbalıkla uzmanlar eline ve söylemine terkedilmesinin, geleneksel bilimselci pozitivizmle eğitilmiş kitleler açısından bir mesele olmadığı iddia edilse bile, burada, tıbbî sözün, devletin kanatları altında ve yaptırımına dayanarak toplumu çocuksulaştıran bir felâket haberciliğine dönüşmesi de neredeyse kaçınılmaz haldeydi. Şarlatan ve düşünürü birbirinden ayırmak giderek zorlaşıyor ama öncekinin bağırdığı, sonrakinin düşündüğü açık.
Agamben ve Pandemi
Pandeminin başından beri[1], belki teorik girişiminin doğrulandığını görmekten cerebral bir haz duyarak[2] (bunu düşünmek bile felâket!) belki kendi düşünür sorumluluğunun sonucu olarak, pandemi konusundaki yaygın mutabakatı tanımaksızın düşüncelerini dile getiren Agamben en azından kesinlikle bir noktada hedefi ıskalamıyor: Özgürlüklerin ve yurttaşlık tezahürlerinin kolayca baskılanabilmesi, ve her durumda geride bırakılabilecekler listesinin en başında yer alması, siyasal iktidarların istisna hâlini, bir istisna olmaktan çok, “kural” olarak tahayyül ettiklerini ve hükmetme sürecine bu tahayyülün eşlik ettiği neredeyse kesin -siyasal sistem ne olursa olsun.
Coronalia, muhayyel bir corona ülkesi, iki yıldır üzerimize çöken karabasanı anlatmak üzere icad ettiğim bir kavram; artık hepimiz için tanıdık olmalı, çünkü orada yaşıyoruz ve sadece biz değil, bu ülke, bu toplum değil, bütün dünya orada yaşıyoruz ve orada olmamak lüksü, virüsü kararname ya da yasayla yoksayan ve geride kalanların acı bir gülümsemeyle baktığı bir takım tarihsel dönemselliğin (“halihazırdalık, çağdaşlık”) zaten dışında topluluklara ait olduğu, uzaklarda bir yerde, ötede, ortak sınırlarımızın bulunmadığı bir mekândaki topluluklara. Hukukun, düzenin ve bunlara bağlı bir sivil hayatın varolmadığı, insanımsıların her türlü sembolik ve kültürel anlamın dışında “toplaştığı” kenardakilere. Agamben’in kavramıyla, “çıplak hayatın” (nuda vita) mümkün tek gerçeklik hâline geldiği, bios’un ve zoe’in, etik ve biyolojik olanın birbirinden kopartıldığı, insanın ne insan ne hayvan hüviyetiyle varkalabildiği bir momente.
Virüs’ün neredeyse yeni egemen olarak müşahhaslaştığı bu vasatta, “buradakilerin” farklılık iddiaları ne kadar gerçekçi ve yerinde diye sormak gerekmez mi bu yüzden? “Şanslı” olanların kendilerini evlerine hapsettikleri, çalışmak zorunda kalanların her gün ölüm korkusuyla sokağa çıkıp geri döndükleri, geri döndükleri yerde birlikte olduklarına virüsü taşıma kaygısıyla kendilerini asla rahat hissetmedikleri, büyük bir suçluluk duygusuyla yaşadıkları, dolayısıyla hem evin hem işliğin birer kampa dönüştüğü, hastaların, yaşlıların, çocukların ve kadınların büyük bir kısmının bütün bir sosyal ilişkiler ağından soyutlandıkları; yanısıra, hükümetlerin virüsün “sunduğu” ortamı, el çabukluğuyla bir “istisnai hâle” dönüştürdükleri, temel hak ve hürriyetlerin askıya alındığı, kamusal müzakerenin idarî kararla yer değiştirdiği bir durum, ne beşeriyet tarihi için kabul edilebilir bir nitelik arzeder ne de herhangi bir farklılık göstergesidir. Virüs aracılığıyla sağlanan total özdeşlik, herhangi bir dolayıma gerek kalmaksızın, bozucu ötekinin (mesela, “Yahudi”nin) topyekûn imhâsına yönelik bir açık arzuyu çağırır ve günümüzde sahip olduğu araçların zenginliğine bakılırsa daha kapsayıcıdır. Bu özdeşlik, diktatör müsveddelerinin kendilerini garanti altında saydıkları sıradan bir otoriteryanizmden daha tehlikeli sonuçlara sahiptir. Ve olacaktır da.
Çünkü, buradaki büyük kapanma talebi toplumun kendisine aittir; elbette ki buradaki gönüllülük, hem sağlığın giderek temel ideolojik motif olduğu günümüz duyarlılığına, hem de dünyanın en azından büyük bir kısmı için kapitalizmin sunduğu küçükburjuva konforunun (ev, araba, aile, iş) yarattığı apati (“aptallaşma”) tarafından dolayımlanır ve bir tercih olmaktan çok, varkalma arzusunun şiddetiyle ilgilidir. Agamben, virüs dolayısıyla büyük bir iç savaşın yaşandığını belirtmekte haklıdır. Bu savaş, toplumun kendi içinde, ve toplumun siyasal iktidara ve dev ilaç şirketlerine, sağlık endüstrisine, tıb dinine,[2] istisna hâlinin normalizasyonuna karşı yürümektedir bir taraftan; diğer taraftan, egemenlik örüntüleri, burjuva demokrasilerinde, parlamentarizmde, ulus-devletlerde istisna hâlinin süreklileştirmesini taleb ettiğinden, yurttaşın, bu sıfatı artık geri alınmak üzereyken minimal siyasal varlığıyla kendisi dışındaki her şeye karşı savaşıdır. Agamben haklı; bu konsensusu yaratmak için baskıcı bir ideoloji, zorba bir devlet aygıtı, yıkıcı bir siyasal iktidar gerekmiyor, gelgelelim, sözgelimi sağlık ideolojisi baskıcı değil mi, hangi devlet aygıtı zorbalıktan beri, hangi siyasal iktidar yıkıcı değil?
İtaat Tamam ama Bırak Fikrimi de Söyleyebileyim
Kantçı kamusal akıl ideası, sonunda itaat etmek de olsa, bireyin aklını kamusal problemlerde herhangi bir sınırlamaya tâbi olmaksızın kullanabilmesi, sözünü söyleyebilmesini ihtiva eder. Agamben’in pandemiadaki katkılarını sadece bu bakımdan bile işlevsel bulabiliriz. Julius Evola hayranlarının, Bolsanoro ya da Lega Nord’un, Agamben’in söylediklerini tekrar etmesi, aşı-karşıtlarının ve pandemi tedbirlerinin canlarını yaktığı kara kafalıların Agamben ve benzerlerini öne çıkarmalarına yönelik suçlamanın nereye varabileceği konusunda hiçbir fikrim yok.[3] Yine de bütün hayatını, olağanüstülüğün yarattığı politik imkânın egemenlerce nasıl kullanıldığını anlatmaya ayıran bir insanın yanında duran kişilerin, gerçekten olağanüstü bir durumda “iktidarın” yanına geçmelerini insanın havsalası almıyor.
Bütün mesele, akademik söylemin giderek medya ve gündelik hayata nüfuz eden liberal ve sol belirlenmişliğinin, hemen herkese, feminizm, insan hakları, ekoloji, din, kültür vb. konularda “standart”, neredeyse “öjenik” (bkz. 4 nolu dipnottaki katışıksız çocukluk fikrinin işlevselliği) diyebileceğimiz bir fikirler yumağı sunması ve yumağa kayıdsız şartsız teslim olmamanın neredeyse kriminalize edildiği bir vasatın varlığı.[4] Bu vasatın özdeşlik arzusu, sahib olduğu araç ve imkânların çokluğu nedeniyle tatmin edilemez bir boyutta.
Agamben’in sansür edilmesi, bir vakitler övgüler dizilen düşüncelerinin şimdi farkedilen defoları (ne bugünü ne geleceği olumlayan romantik salınımın temsilcisi sayılması, sözgelimi), artık okunamaz hâle geliyor olması (“kamp” nosyonu, modern dünyanın kazanımlarını küçümsemektedir vs.) günümüzdeki aydınlanmış sıradanlığın, öjenik kötücüllüğün, ezilmişlik sıralamasında öne çıkma şımarıklığının sadece bir örneği, bundan sonra bu tutumun giderek şiddetleneceğini varsayabiliriz.
_
[1]Giorgio Agamben, oldukça erken bir tarihte virüsle ilgili tartışmalar ve tedbirlerle ilgili kuşkularını dile getirmeye başlamıştı. Sürece ilişkin notları şurada: https://www.quodlibet.it/una-voce-giorgio-agamben. Buradaki notların ve bazı mülakâtların eklenmesiyle oluşan kitap geçtiğimiz yıl yayınlandı. Giorgio Agamben, Where Are We Now, The Epidemic As Politics, Rowman & Littlefield Publishers, London, 2021.
[2]https://slate.com/human-interest/2022/02/giorgio-agamben-covid-holocaust-comparison-right-wing-protest.html. Aynı zamanda Agamben’in mütercimlerinden olan Adam Kotsko’nun içli acımasında böyle bir imâ var sanki. Tukidides yazabilsin diye Peloponez Savaşları olabiliyorsa, Agamben’in görüşleri doğrulansın diye corona süreci yaşanmakta mıdır? Ne Tukidides ne Agamben yazdıklarından sorumlu tutulabilirler; suçlu elbette başka yerde.
[3] Krş., Agamben, “Medicine As Religion”, Where Are We Now, 49-54. Başka bir yerde şöyle yazıyor: “Teologlar, Tanrı’yı sarih bir şekilde tarif edemeyeceklerini belirtmelerine rağmen, onun adına kurallar koymaktan çekinmediler ve çekinmeden heretikleri yaktılar; virologlar, bir virüsün ne olduğunu tam olarak bilmediklerini söylemelerine rağmen, virüs nedeniyle insanların nasıl bir hayat yaşaması gerektiği hususunda ısrarlı oldular.”
[4] https://www.versobooks.com/blogs/5125-agamben-wtf-or-how-philosophy-failed-the-pandemic
[5] Burada neredeyse, dişil bir çocuksuluğun sağladığı katışıksızlığa ihtiyaç duyulması da anlamlıdır; boşuna feminist olunmuyor bu dünyada! Perspektif’in bile iftiharla yazısını yayınladığı Greta Thunberg’in yerine, sivilceli ve obsesif bir oğlan çocuğunu koyun ve aynı şeyleri söyletin. Herhalde kimsenin dikkatini çekmeyecek ve o yaşta, yaşından daha büyük şeyler söylemeye merak eden her çocuk gibi sadece sevimsiz olacaktır. Kültürün ve siyasetin bu feminizasyonu, (özellikle eril) yetişkinlerin dünyayı berbat ettikleri bilinçlerinin yarattığı suçluluktan beslenir.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

AHMET ÇİĞDEM
