‘Ahlaki Meşruiyet’ten Daha Büyük Güç Var mı?
Asırlar boyu kan, ter, gözyaşına mal olmuş insanlık birikimlerine tutunmayı sürdürürseniz, cüssenizi de fersah fersah aşan gerçek bir güce, kendi gerçek sermayenize yaslanmış olursunuz. Bu ahlaki meşruiyet de kim bilir, belki çevrede, komşularda ilham yaratır, örnek oluşturur, metazori siyasi, kültürel değişimler getirir ve geniş, vizyonel bir ortak habitat kurmak mümkün olur.
Başlıktaki soru, hukuka ve demokrasiye gerçekten inananlar için geçerli. Yoksa mesela Elon Musk gibi, Kraliyet’le savaşarak kurulmuş bir ülkede “Monarşiye geri dönmeyi”, “CEO atamayı” öneren bir akıl açısından sorunun da fazla bir anlamı kalmıyor.
Ya da mesela, dindar bir Yahudi olarak İsrail’in cürümlerini eleştirip, onun bugünkü konumunu kutsal kitap üzerinden kınayan; devletin “tanrısal” olmadığını söyleyen iyi niyetliler açısından.
Ya da biat kültürüyle domine ettiği coğrafyaları sadece “öteki”ye değil, kendinden olana da zehreden seküler-dindar butik örgütsel yapılanmalar için.
Soru elbette bir zihniyet problemine atıf yapıyor. Ama sadece zihniyetten değil, sadece bir yönetim şeklinden de değil, insanlığın birikimine ait kültürel formun, masa başında, teoride kabul gören postulatların sahada, pratikte, aksiyon esnasında çiğnenme potansiyellerini görmeyi de içeriyor.
Biraz daha açalım…
“Evrensel bir demokrasi kültürü” öteden bu yana bir varsayımdır. Hatta demokrasinin evrensel bir zihniyet kalıbı haline gelebilmesi için bile “kültürel kodları” hesaba katan bir olgunluk içinde olması beklenir. O kültürel kodların saygınlığı ve erdemsel geçerliliği ise toplumdan topluma, hatta aynı toplumsal kümenin farklı varyantlarında değişiklikler gösterebilir. Evrensel hukuk normları bile hukukun kültürle ilişkisi bağlamında bir değerlendirmeye tabi tutulduğunda ahlaki ve adil bir forma bürünebilir. Diğer türlü, güçlünün daha zayıf olana dayatmalarını içeren bir yapıya dönüşür; dönüşüyor da. Ama bütün bunların üstünde, bütün bir insanlığa ait olması beklenen üst normlar yok mudur? Elbette vardır. Ve bizler bunun için “hukukun evrensel normları” tabirini kullanırız. Aynı husus demokrasi kültürü için de geçerlidir.
Empati, “Bilinçli Cehalet Övgüsü”nü Aşmayı Zorunlu Kılar
Tümdengelirsek…
Mesela empati konusu, aynı zamanda bilgi edinme sorumluluğunu, “öteki”nin hissiyatını belirleyen arka planın kavranması için mesai harcamayı da içerir. Empati, sadece naif bir duygusallık, kişiden kişiye değişen bir merhamet ölçüsü ya da bireysel insani bir tutum değildir. Olabildiğince politik bir mecrada, kanayan yaraları saracak, kavgaları sonlandıracak, bir zihniyet dönüşümünü büyük harflerle tetikleyecek bir potansiyeli içinde barındırmakta, pozitif toplumsal davranış kodlarını kapsamaktadır. Can yakıcı, bahsi açıldığında diken üstünde olduğumuz konular üzerinden somutlaştırırsak daha iyi anlaşılabilir. Örneğin, Sivas olaylarında taraflar yaratılmış ve aralarına da olanca büyüklüğünde duvarlar örülmüştür. Kulaklar diğer tarafı duymaz, hissetmek de istemez. Ama hukuk ve demokrasiden yanaysanız, toplumsal barışa tarafsanız, hukukun ve demokrasinin önerdiği empati gücüne de sarılma zorunluluğunuz vardır. “Birileri”nin tezgâhladığı, “birileri”nin provoke ettiği, “birileri”nin masumların canına kastettiği, “birileri”nin mutlaka sanık sandalyesinde görüldüğü bir vasatın içinden ancak azgınca akan suların içinden kıyıya çıkarak bakmanız gerekir. Bakış açılarının, kimliksel terazinin çarpık şekilde ölçüp biçtiği yerlerden başka taraflara, hukuk ve demokrasinin evrensel postulatlarına çevrilmesi gerekir.
Meramımızı bir parça daha somutlaştıralım…
Empati için gereken bilgi dağarcığına sahip değilsek, bunun sorumluluğunu da üstlenmemişsek, (ön)yargıladığımız kesimler nezdinde o bilgi eksikliği düşmanlık gibi algılanacaktır. Kötü niyetlilik, düşmanlık, kimliksel çatışmayı sürgit devam ettiren algılar konforundan çıkamamak da, bahsini ettiğimiz üst normlarla buluşmayı imkânsız hale getirecek; hepsinden önemlisi, niyetlenme cesaretini barındırsak bile mahalle baskısı bizi bundan alıkoyacaktır.
“Mahallenin İçi”ni de Vuran Döngü
Neticede Alevi kültürü, Sünni kültür, Kürt-Türk milliyetçilikleri… gibi habitatlar bu konfor zemininden çıkmak istemeyenler için “korunaklı” birer liman haline gelecektir. Bu habitatların kendileri de başkalarından “empati” beklerken, (yani en hafif tabirle “hakkımızdaki bilgi dağarcığınız eksik; bizim edinme biçimlerimizin arka planı bu!” refleksine bürüneceklerdir. Bunu da günün sonunda düşmanlığa ve art niyete, hatta başkaları tarafından aldatılmışlığa bağlayacaklardır) kendi empati yoksunluklarının mahzeninden de kurtulamayacaktır.
Bu döngü, “demos” olmayı engellediği gibi (“demos” tek tiplik anlamındaki bir bütün değil, bir arada yaşamanın yüksek sebeplerini üretmeyi becermiş bir olgunluğa atıftır) o “demos”u zaten kendi mahalli sınırlarında yarattığı varsayımına dayanmaktadır. Oysa döngünün kendisi “mahalle içi” yapıyı da vurmakta, zarara uğratmaktadır. Çünkü döngü bir zihniyete dayanmaktadır. O zihniyet kalıbı aşılmadıkça bir üst vizyona kavuşabilmek ve daha kapsayıcı çıkarların, getirilerin, faydaların orada olduğunu görememektir. Bu da beraberinde “mahalle içi” anti-demokratlığı ve gayrı hukuki konumlanmaları getirmektedir. Çünkü meselemizin bir tarafında da “küçük egemenlik alanları” vardır. Bunlarda kayıp yaşamaktansa, bilgisine vakıf olduğumuz evrensel normlardan taviz vermeyi, hatta onları erdem terazisi olmaktan çıkarmayı yeğleriz (ya da “onlar zaten bu normların düşmanı, o halde daha fazla güçlenmemeliler” sanrısını tetiklemeyi).
Mesela birileri için Rojava davası Kürt milliyetçiliğinin Kızıl Elması’dır (Son dönemde konjonktürel olarak üretilmiş olması bahsi diğerdir). O yüzden güce dayalı olarak diğer Kürt grupların egemen yapı tarafından baskılanması ve biat talebi “mahalle içi” anti-demokratlığa örnek iken; demokratiklik görüntüsü vermek için demografik yapının değiştirilmesi de “diğerleri”ne dönük hukuk ve demokrasi sorunları yaratmaktadır. Oysa “dava”nın savunucuları yıllardır küresel ve yerel güçlerin baskıları ve oyunlarından muzdariptir. Kendilerinin de aynı sarmalda olmadıklarını savunmak için yegâne umde Kaf Dağı’nın tepesini, Kızıl Elma’yı işaretlemektir. Büyü, büyü ile bozulur. Bünyenin bu hedefi kaldırıp kaldırmamasına bakılmaz (Yapının şahinlerinin de kişisel egemenlik hesapları yine bahsi diğerdir). Mesela meseleye ulusalcılık kapsamında bakıldığı için Filistin’de mücadele veren gruplar IŞİD’den farklı görülmez, mücadeleleri tahfif ve tahkir edilir; hatta daha radikal olanları İsrail’i bir kurtarıcı olarak görüp tarafını belirler. “Kızıl Elma”nın kendisi, coğrafyanın gerçeklerine, demografik yapılara, siyasi rasyonaliteye, bölgedeki milyonların ortak siyasi, askeri, kültürel, jeopolitik hedeflerine meydan okur hale gelir. Hepsiyle birlikte de hukuk ve demokrasinin efsunlu üst normları buhar olur. Hareketin Türkiye’deki temsilcileri Meclis’te “demokrasi ve hukuk mücadelesi” verdiklerini iddia ederken; aynı aynayı “mahalle içi” sorunlara, diğer Kürtlere reva görülen muamelelere tutmayı ötelerler; buna meşruiyet umdeleri üretirler.
Mesela iktidarın Suriye politikalarını insani bulup taraf olanlar, haklı bir devrimin gururuyla hareket ederken; aynı iktidarın -aynı Suriye politikalarına da fayda sağlayacağı kesin olan- iç barış ve ev içi hukuk ve demokrasi detoksunu ertelemesine bahaneler düzmekte bir sakınca görmezler. Son dönemde, yanan otel üzerinden de şahit olduğumuz “Kim daha sorumlu?” tartışmalarının olgunun kökenlerini tartışmaktan daha efdal olduğuna inanılması ve kale bekçiliği yapılması da benzer bağlama oturabilir.
Gerçek demokratlığın kültürle olan bağına atıf yapmıştık. Peki kültüründe “emanete riayet”in bütün bir kutsal kitabı, sireti, tarihi kapsadığı gerçeği orta yerde dururken, “emanet”i geri plana iten/ittiren olgu nedir? ‘Emanete hıyanet’i küçümseten kimlik ve güvenlik korkuları hukukun çiğnenmesine, anti-demokratlığa, empati yoksunluğu ve merhametsizliğin kör kuyularına hapsolmaya gerekçe olabilir mi?
Ya Türkiye gibi ülkelerin demokrasi ve hukuk karnelerini hazırlayan AB habitatı içindeki kişi/kurumların, mesela Filistin meselesi merkezli sorunlarda kendi içlerindeki despotluğuna, hukuk tanımazlığına, hatta “kendi temel iddialarıyla birebir çelişen- faşistleşmelerine ne demeli? Claudia Roth gibi şahsiyetlerin, Yeşil hareketi gibi tarafların üçüncü ülkeler için üzerine titredikleri normları kendi habitatlarında vahşice çiğnemelerine ne demeli?
Ahlaki Ödevleri Baskılayan Toplumsal Cehalet ve Nefrete Yaslanmak
IŞİD’den yargılanan ( ya da “öteki” örgütlerden) ama meselenin içinde olanlarca IŞİD’li olmadığı gayet iyi bilinen, hatta dosyasında buna ilişkin lehte bolca delil bulunan birilerinin -hem de Meclis’te-, dosyasının kapağı dahi kaldırılmadan gündem edilip “teröristler tahliye ediliyor” diye yaygarasının yapılması ve bunun demokratlıktan rütbe sökülmesine sebebiyet vermemesi, bahsini ettiğimiz “mahalle olgusu”nun bunu hukuk ve erdem terazisine koymayı ahlaki bir ödev olarak görmemesinden kaynaklıdır. Toplumsal anlamda ahlaki bir ödev söz konusu değilse, hukuksuzluğu besleyen cehalet, mahallenin bilgi dağarcığında emilip yok edilir. “Hak” başkası için rafa kalkar. “Lehte delil”, “adil yargılanma”, “lekelenmeme hakkı” vb. pek çok umde mahallenin dışında bırakılır. Yargıdan, teoride “bağımsız ve tarafsız” olması beklenir ama aynı yargıdan aslında, açık-örtük sürekli bir “benden yana olma” hali talep edilir. Yozlaşma döngüsünün sadece egemene ait bir avantaj gibi algılanmasının yanlışlığı da buradadır. Yozlaşma, her yerdedir; sadece egemen o yozlaşma zemininde daha güçlü, daha pervasız örnekler serdeder, o kadar. O yüzden toplumsal zihin en rasyonelinden “tencere dibin kara ama bizimkilere bir şey olmasın, dezavantaj oluşmasın” kabilinden işler.
Çözümün Gerçek Adresi Neresi?
Peki bizi/insanı, empati, hak, hukuk, adalet, demokratlık, tarafsızlık gibi üst normlara zorlayacak ahlakiliği kim gösterecek, buna bizi kim zorlayacak, bundan kaçışın “herkesin zararına” olduğunu kim, nasıl ispatlayacak?
“Hukuk devleti”nin âlâsı AB ülkeleri ve kurumlarında mevcutken, bu meselelerin kaynaklarında bile çürümüşlük, tarafgirlik, soykırım cellatlarını koruma kollama adına tüm bu değerleri toprağa gömme motivasyonu ve pratiği güçlüyken, neye/nereye sarılarak bu sarmaldan çıkabileceğiz?
Birilerine göre “Tanrıya/Allah’a!” Eğer Allah korkumuz varsa, en yüksek merci olarak onu görüyor ve ona teslim oluyorsak, bu konularda da bu işleri en iyi kalplerine Allah korkusu yerleşmiş olanlar belirler; yoksa seküler kesimler, sadece pragmatik olarak “değerler”e sarılanlar; canları çektiğinde de -malum metaforla- “putlarını yiyenler” değil!
Acaba öyle mi!? İçlerinde “Allah korkusu” olanların, Allah’ın arzuladığı modellerinin ortaklığından söz edilebilir mi mesela?
Mesela “yönetim modeli” dediğimizde birileri “Allahsız demokratik özerklik”i başka birileri de “Allah’a teslimiyeti ifade eden hilafeti” mi savunmuş oluyor? Ya da hukukun gerçek manada işlemesi için, yargının “takva sahipleri” tarafından mı işletilmesi gerekir? Peki geçmiş Jakoben dönemleri aratmayan, bu muhafazakâr iktidar dönemindeki yargısal yozlaşmaları nereye koyacağız? Ya da mesela “hilafet”i, “şura”yı keyfe keder kılan, tüm kararları başkanın iki dudağına bırakan Takiyuddin Nebhani gibi savunduğumuzda, diktatoryal ve Baasist rejimlere meşruiyet kaynağı sağlarken, bunun İslami ve meşru olduğu iddiasını hangi umdeler terazisinde tartacağız?
İnsanlık tecrübelerinin birikimsel olarak elde ettiği postulatlar bütününü (gelişen/geliştirilen demokrasi tartışmaları, yönetim, yargı, hukuk, yasama, çoğulculuğa saygıyı içrek değerler…) yok sayıp kendimiz için ortak faydalar sağlayacak zeminlere, iklimlere nasıl ulaşacağız?
Sadece “öteki”yi suçlamaya devam ederek mi? (Empatiyi güçsüzleştiren bilgi eksiklerinin varoluşunu besleyerek mi?)
Sadece Batı’nın ikiyüzlülüklerine atıf yapıp kendimizi boy aynasına tabi tutmayı reddederek mi?
Tarihin sırtımıza yüklediği ve tarihin ‘an’larında birilerinin dondurduğu “Kızıl Elma”larımızı, yani hayal dünyalarımızı sürekli öne sürerek mi?
“Böyle gelmiş böyle gider, her şeyi güç belirliyor!” sanrısıyla hareket etmeyi sürdürerek mi? (Her şeyi güç bile belirlese, gücün gerçek kaynakları da önemli değil mi? Güç, tepeden zembille mi iniyor? Gücün rasyonel yasaları yok mu? Güç, sadece jeopolitik umdelerle, fiziki yapıyla mı ölçülür? Boyuna posuna bakmadan irrasyonel bir güç vehmiyle hareket etmek, çocuksu hayaller kurmak ya da başkalarına uyguladığımızda bizi rahatlatan sınırlı gücün gerçek güç olduğunu zannetmek, aslında güçsüzlüğün yapı taşları olduğunu görememek çözüm müdür?)
Bu durumda elimizde tek bir seçenek kalıyor (bu sizin Allah korkusu ve takva olarak gördüğünüz hususla da asla çelişmiyor, aksine pekiştiriyor. Eğer o takva gerçek ise, gerçekten Rabbinize karşı sorumluluk hissiyle donanmışsanız) o halde yapacağınız şey, mevcut insanlık tecrübesini hayata geçirmek için, bunun da şahitliğini kişi/grup/devlet olarak yapabilmek için mücadele vermektir.
Kim ne yaparsa yapsın, “öteki” henüz aymamış olsun, “beriki” çelişkiler içinde debelensin, “AB ve kurumları” ikiyüzlülük örneklerini devam ettirsin; “uluslararası hukuk” ile bağlı olanlar çalının etrafını dönsün; siz, asırlar boyu kan, ter, gözyaşına mal olmuş insanlık birikimlerine tutunmayı sürdürürseniz, cüssenizi de fersah fersah aşan gerçek bir güce, kendi gerçek sermayenize yaslanmış olursunuz. Bu ahlaki meşruiyet de kim bilir, belki çevrede, komşularda ilham yaratır, örnek oluşturur, metazori siyasi, kültürel değişimler getirir ve geniş, vizyonel bir ortak habitat kurmak mümkün olur.
İşte o zaman, huzursuzluğundan şikâyet ettiğiniz toplumsal yapılar, tüm kültürel farklılıklarına rağmen birbirine yakınlaşır.
İşte o zaman hakiki bir güven/eminlik zemini inşa edilmiş olur.
İşte o zaman “ikiyüzlülüğünden” şikâyet ettiğiniz dünya da (tüm fiziksel heybetine karşın) gerçek manada dize gelmiş olur.
Şöyle göğsünü gere gere, “Dünya beşten büyüktür” demenin keyfi, meşruiyeti, huzuru, rahatlığı, gücü başka neyle ölçülebilir ki? Toplumların mutluluk ve refahını bu başarıya katan güç başka nasıl elde edilebilir ki? O gücü size bahşedecek toplumsal mutluluk ve refah da başka nasıl elde edilebilir ki?
BAHADIR KURBANOĞLU