Amok Koşusu Bitti, Tezgah Çöktü!
Ekonomi politikaları piyasa gerçeklerinden ve akılcılıktan uzaklaştı. Yatırımcı güveni kalmadı. Siyasal gerilimlerin de etkisiyle dış finansman sıkıntısı baş gösterdi. Böyle bir ortamda genişlemeci kamu maliyesi ve para-kredi genişlemesi ateşe benzin dökme etkisi yarattı. Kur artışı hızlanınca panik oldular. Faiz ve parasal genişleme konusundaki takıntıları yüzünden de uyarılara kulak asmadılar. Rezerv satarak kuru bastırabilecekleri yanılgısına düştüler.
- İBRAHİM TURHAN
- 15 Mayıs 2021

Türkiye ekonomisi 2016’dan beri yeni bir eğilim içerisine girmiş durumda. Makroekonomik göstergelerin tamamında dikkat çekici bir bozulma yaşanıyor. Bu trend Türkiye’nin mukayese edildiği ülkelerin, gelişmiş ekonomilerin ve dünya ortalamalarının da aksi istikamette seyrediyor. Özellikle faizin ve enflasyonun tarihi düşük seviyeleri gördüğü bu dönemde Türkiye ekonomisi global trendten açık bir şekilde negatif ayrışıyor. Ciddi bir gayri safi milli hasıla daralmasının yaşandığı bu dönemin sebeplerini, yapısal sorunlarını ve muhtemel sonuçlarını iktisatçı Prof. İbrahim Turhan’la konuştuk. Turhan akademisyenliğinin ve interdisipliner okumalarının yanında Merkez Bankası, Para Politikası Kurulu, Borsa İstanbul ve AK Parti Milletvekilliği tecrübesiyle Türkiye’nin iktisadi fotoğrafını özgün ve şümullü bir perspektifle ele alıyor.
İsterseniz öncelikle Türkiye ekonomisiyle başlayalım. Türkiye’nin beş yıldır bir iktisat deneyinin içerisinden geçtiği tartışılıyor. Aynı anda faizleri, enflasyonu, kuru ve işsizliği indirmenin denendiğine şahitlik ettik. Öncelikle bu durumun dünyada benzer hiç örneği oldu mu bugüne kadar? Bu girişim nasıl bir akıl yürütmeye yaslanıyordu? Niçin çalışmadı ve sonuçlarını nasıl değerlendirirsiniz?
Buna sağlıklı yanıt verebilmek için önce şuna bakmamız gerekir; Türkiye nasıl bir ülke? Ekonomi ile ilişkisi, bu alandaki yönelimleri ve tercihleri nasıl? Ekonomik yapısı nasıl şekillenmiş? Türkiye dört bin yıldır ticaret yapılan, ilk altın paranın basıldığı, açık müzayede yöntemiyle fiyat keşfi anlamında borsacılığın ilk defa uygulandığı, pazar yeri olarak ‘agora’ geleneğinden Söğüt Pazarı’na kadar yüzlerce yıllık piyasa ticareti birikimi olan bir coğrafyadır. Küçük işletme/esnaf geleneği sayesinde girişim özgürlüğü ve mülkiyet hakkı Türkiye’de tarihsel bir derinliğe sahiptir. Yüz elli yıllık sanayileşme deneyimi vardır, ilk sanayi planını 1934’te hazırlamıştır. İmalat sanayi ürünlerinin toplam ihracattaki payı yüzde 90’ın üzerindedir. 1980’den beri serbest piyasa ekonomisi, 1984’ten beri serbest dış ticaret sistemi, 1990’dan beri serbest kambiyo rejimi deneyimi vardır.
Bir başka deyişle mal hareketlerinin, ihracat ve ithalatın serbestleşmesinin kırk yıllık, sınır ötesi sermaye hareketlerinin serbestleşmesinin otuz yıldan fazla bir geçmişi var bu ülkede. 1947’de IMF’ye, 1960’da kurucu olarak OECD’ye, 1951’de GATT’a ve GATT’ın WTO’ya dönüşmesiyle 1995’te Dünya Ticaret Örgütüne üye olmuş. 31 Aralık 1995’te AB Gümrük Birliğine girmişiz. 2017 sonu itibarıyla dünyanın geri kalanından doğrudan yatırım, portföy yatırımı vb. yoluyla kullandığımız finansman 695,8 milyar dolara kadar çıkmış. Yine 2017 itibarıyla 55 bin çok uluslu firma İstanbul’da faaliyet göstermekte. Böyle bir ülkeden bahsediyoruz. Bunun akıldan çıkarılmaması şart.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilmesinin ardından ekonomi yönetimi tamamen Sayın Erdoğan’ın ve yakın akraba çevresinin tercihleriyle şekillendirilmeye başladı. Ne yazık ki bu politika yönelimi iktisat biliminin defalarca kanıtlanmış ve artık neredeyse fizikteki yerçekimi yasası gibi kesin bir gerçeklik haline gelmiş temel unsurlarıyla taban tabana zıttı. Üstelik olgusal gerçekliği göz ardı eden, kategorik olarak inkâr eden bir politika çerçevesi öngörülüyordu. Dahası kararlar da akıl dışı, tamamen öznel yargılara, hatta saplantılı kanaatlere dayanarak alınıyordu. Dönemin Hazine ve Maliye Bakanı, iktidarın kontrolündeki bir basın organında geçmişte yazarak ifade ettiği bazı görüşlerini böyle bir ortamda politika haline getirmeye kalkıştı. Yaşanan ekonomik çöküşü yaratan bu çerçeve olduğu için izninizle biraz açmak istiyorum. 2018 Temmuz-2020 Kasım arası dönemde politikalara yön veren bu çerçevenin temelinde faiz-enflasyon, faiz-kur ve faiz-büyüme arasında fazlasıyla indirgemeci bir kurgu yatıyor.
Bir kere bu yaklaşım, faiz ile tüketim ve tasarruflar arasındaki bilimsel olarak da somut gözlemlerle kanıtlanmış ilişkiyi reddederek başlıyor: “Sözde cari açığın ilacı diye sunduğunuz tasarruf için yapılan faiz artışları, her senaryoda hem büyümenize hem de enflasyonunuza darbe vuruyor. Ayrıca Türkiye’de faiz artışlarına anlamlı oranda tasarrufla cevap verecek bir orta sınıfın olmaması ve bunun ağırlıklı olarak kısa süreli sıcak para fonlarının kârlılıklarına hizmet ediyor olması da cabası… Dolayısıyla ‘faizi artırıp tüketimi azaltırım ve tasarrufu çoğaltırım böylece cari açığı kapatırım’ şeklinde hareket etmek yanlıştır.”
Cari açığı kapatmak için önerdiği ise “ithal malların pahalı hale gelmesi, ülke içinde dış ticarete konu mal ve hizmet üretiminin çoğalması ve ihracatın rekabet gücü kazanması”. Faizi düşürerek ithalatın artmasına sebep olan ve ihracat artışını köstekleyen “değerli TL” dönemine son verilmeli. Bu teze göre; yüksek faiz maliyet, yatırım ve istihdama olumsuz etki yaptığı için de düşürülmeli.
YÜKSEK FAİZİN NEDENİ BÜYÜMENİN EN CİDDİ MUHALİFİ OLAN MERKEZ BANKASI
Faiz; yani TL’nin getirisi ekonomik dengelerin ve piyasa gerçeklerinin dışında zorlamayla düşürülünce yatırımcının TL’den uzaklaşıp alternatif varlıklara ve bu arada yabancı paraya yöneleceği, geçmişte TL’ye yatırım yapmış olanların buradan çıkıp döviz talep edeceği olgusal bir gerçek iken eski Bakan bunu; “Siz mi faizin düşmesi için bu kadar gürültü çıkarırsınız, alın size bunun bedeli olarak biz de kuru manipüle eder, ülkenin ve ekonominin huzuruyla oynarız mesajı veriyorlar” şeklinde yorumluyordu. Yani olgusal gerçeği görmezden gelerek kendi zihnindeki kurgusal gerçeğe yaslanıyordu.
Ona göre yapılanlar ekonomik gerçekliğin ve serbest piyasa davranışının sonucu değil, kasıtlı bir hareket, düşmanca bir saldırıydı ve bununla nasıl başa çıkılması gerektiğini de şöyle duyuruyordu; “Her faiz indirimi tartışmasında rant lobisinin olağan şüpheli oyuncuları aynı oyunu oynuyor. Bunların hepsi tek tek biliniyor. Kusura bakmayın ama buna artık sokaktaki vatandaş bile inanmıyor. Bu spekülatif işlemleri yapanların ve bunların bu kadar rahat top koşturmasına izin veren yetkililerin artık uzatmaları oynadığını ve bundan sonra bu kadar rahat zemin bulamayacaklarını düşünüyoruz. Yeni ekonomi anlayışında yapanın da izin verenin de yanına kâr kalmamalı bu tip hareketler.”
Yüksek faizin nedeni Türkiye’deki tasarruf açığı değil “statükocu ve vesayetçi ekibin yönettiği, büyümenin önündeki en ciddi muhalefet kurumu olan” Merkez Bankası’dır. Yine Merkez Bankası’na ilişkin 2014 sonundaki şu değerlendirmeleri daha sonra yaşanacaklara ışık tutar niteliktedir; “Merkez Bankası geçmişteki yanlışını bu defa tekrarlamayıp, kamu kurumlarının döviz taleplerini karşılama noktasında çok doğru bir adım atmıştır…döviz piyasasında tekrar yaşanabilecek muhtemel dalgalanmalara karşı, özel sektörün kurumsal ihtiyaçları için forward ve yabancı yatırımcıların pozisyonları için swap hazırlığı yapılmasının faydalı olacağını düşünüyoruz”.
Son olarak; küresel ekonomideki dengelerin değiştiği ve Türkiye’nin buna uygun konum alması gerektiği tezi var. Buna göre ABD ve Avrupa çöküşte ve ağırlık merkezi doğuya kayıyor. Küresel ekonomi politik Çin ve Rusya merkezli olarak şekillenecek. Batı medeniyetiyle olandan daha eski bir dostluk ve komşuluk ilişkisine sahip bir ülke olarak Türkiye’nin Çin ile siyasi ve ekonomik ilişkilerini geliştirmesi ve Rusya-Çin eksenli yeni düzende yer alması gerekiyor. Bu aslında yukarıda değindiğimiz ekonomi politikalarının ve yeni siyasal rejimin de uygulanabileceği bir habitat tercihidir.
Kısacası ekonomide yaşananlar bir yanılgı, yanlışlık ya da dış etki yüzünden değil doğrudan ekonomi yönetimine şekil veren zihnin geçmişte açık açık ifade ettiği görüşleri, yanlışlığı ortaya çıkmasına rağmen inatla uygulamayı sürdürmesinden kaynaklandı.
DÖVİZ SATARAK KURU TUTMAYA ÇALIŞAN HEM REZERV HEM İTİBAR KAYBEDER
İktidar ısrarla “faiz-kur-enflasyon şer üçgenini kırmak” şeklinde bir iddiayı dillendiriyor. İktidarın “şer üçgeni” şeklinde ifade ettiği üçgen gerçekten var mı?
Bu kavramların geçtiği bir üçgen var tabii. İktisat alanında Nobel ödülü de kazanmış Robert Mundell tarafından geliştirilen bir model. İngilizcesi “impossible trinity” ve Türkçede “imkansız üçlü” olarak biliniyor. Üçgenin; tepesinde serbest kambiyo rejimi ve sermaye hareketlerinin serbestisi, tabanda ise bir köşede döviz kuru kontrolü, diğerinde faiz kontrolü yer alıyor.
Modelin söylediği şu; bu üçünden aynı anda ancak ikisi mümkündür. Yani; sermaye hareketlerinin serbest olduğu Türkiye gibi bir ekonomide aynı anda hem faizi hem kuru kontrol etmek mümkün değildir. Son derece de basit aslında. Diyelim ki TL kurunu olağan koşullarda piyasada oluşacak düzeyin altında tutmak istiyorsunuz. Bu durumda bir şeyi (yabancı para) olması gerekenden ucuza satıyorsunuz demektir. Değerinden ucuz satılan şeye fazla talep olur. Bunun için merkez bankasının döviz talebini karşılayacak şekilde döviz satması gerekir. Döviz satınca karşılığında piyasadan TL çekilmiş olur. Bu durumda da TL azaldıkça fiyatı -yani faiz- artar ve böylece bir noktada artık TL’yi satmak çok pahalı hale geleceğinden daha fazla yabancı para talebi kalmaz, piyasa dengeye gelir. Ama aynı zamanda faizi de düşük tutmak istiyorsanız piyasaya sürekli TL vermeye devam etmeniz gerekir. Bu durumda da ucuza sattığınız iki şey var demektir; TL ve yabancı para. Piyasadaki aktörler düşük faizle ucuza sattığınız TL’yi sizden alarak yine sizin değerinden ucuza sattığınız dövizi almaya devam eder. Bunu sürdürmeye ise hiçbir merkez bankasının gücü yetmez.
Az önceki sorunuzda “dünyada hiç benzer örneği oldu mu” demiştiniz. Evet, oldu. 2014 yılında ağırlıklı olarak bozulan uluslararası ilişkilerden (Ukrayna’nın işgali başta olmak üzere) ve petrol fiyatlarında kaydedilen düşüşten kaynaklanan sebeplerle Rusya piyasalarında, dalgalanma yaşandı. Ruble Amerikan doları (USD) karşısında ciddi ölçüde değer kaybetmişti. Rusya Merkez Bankası rublenin değer kaybını frenlemek için 90 milyar USD döviz sattı. Rusya 400 milyarın üzerinde uluslararası rezervleriyle dünyada 6’ıncı sıradaydı. Buna rağmen USD karşısında 2014 başında 33 ruble olan kur, Aralık ortasında 79’a çıkmıştı.
Bir diğer örnek ise Çin. 2015 yılında, uluslararası rezerv açısından dünya birincisi olan ve 600 milyar dolar ticaret fazlası vermekte olan Çin’in parası renminbi de benzer bir tecrübe yaşadı. Nisan’da 6,20 seviyesinin altında olan kur aynı yılın sonunda 6,56’yı, 2016 sonunda ise 6,97’yi görmüştü. Bu dönemde kuru tutabilmek için Çin Merkez Bankası PBOC tarafından satılan rezerv tutarı 800 milyar dolara ulaşmıştı.
Son örnek ise gelişmiş ekonomilerden. Avrupa Birliği henüz kurulmadan önce Topluluk günlerinde 16 Eylül 1992’de yaşanan kriz bu gibi durumlarda piyasa gerçeğinin önünde durmaya çalışmanın yararsız, anlamsız ve etkisiz olduğunun açık bir diğer örneği. Tek para, o zamanki adıyla Avrupa Topluluğu için önemliydi. “Exchange Rate Mechanism” (ERM), nihaî olarak tek paraya geçmek için kurların bir süre birbirine karşı giderek daralan bir bant içinde kalmasını gerektiren döviz kuru sisteminin adıydı. Oysa piyasalar, İngiltere ekonomisi ile sterlinin seviyesi arasında tutarsızlık olduğu görüşündeydi. Yatırımcılar sterlinin değer kaybetmesi gerektiği yönünde spekülasyon yaparak o zaman hâlâ var olan Alman markı karşısında açığa satmaya başladı. İngiltere, Fransa ve Almanya merkez bankaları başkanları basının karşısına çıktı ve ortak bir açıklama yaparak bu spekülasyona boyun eğmeyeceklerini duyurdu.
“Tek para tarihi bir hedefimizdir, kararlılığımızı sınamaya çalışanların elleri yanar” gibi ağır sözler bile ettiler. İngiltere Merkez Bankası (BoE) ve Alman Merkez Bankası Bundesbank koordinasyon içinde mark satarak sterlin likiditesini azalttı. BoE faizleri önce %10’a, ardından %12’ye çıkardı ve ertesi gün %15’e çıkarma taahhüdünde bulundu. Satılan rezerv tutarı 10 milyar sterlini, zarar 3,3 milyar sterlini buldu. Sonunda İngiltere tek para sisteminden çıkma kararı verdi. Bu irrasyonel inat ve döviz kurunu belli bir seviyede korumak için mantığı bir tarafa bırakacak şekilde gözü kara müdahale, sonunda sadece -o dönemde yeni yeni meşhur olan fon yöneticisi- George Soros’a yaptığı işlemler sonucunda 1 milyar USD kazandırmaya yaramış oldu. İngiltere krizi ardından İtalyan lireti, Portekiz eskudosu, İspanyol pesetası da ERM’den çıktılar.
En acısı ise hemen hemen aynı krizi 1994’te Türkiye’nin de yaşamış olması. Yıl 1993…Özal’ın ani ölümüyle Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı oldu. Kısa süre sonra da Tansu Çiller, (Demirel’in desteklediği adaya karşı yarışı kazanarak) iktidardaki DYP’nin genel başkanı ve Türkiye’nin ilk kadın başbakanı oldu. Ve ekonomi politikalarında o da deneysel bir girişim başlattı. 1993’te yıllık ortalama tüketici fiyat enflasyonu yüzde 66, yıl sonunda ise yüzde 71 düzeyindeydi. Hazine ağırlıklı olarak kısa vadeli (üç aylık) bonolarla borçlanabiliyordu ve artan bütçe açıkları ve finansman gereği yüzünden ortalama borçlanma maliyeti yüzde 90’a yaklaşmıştı. Çiller bu faizin çok yüksek olduğunu savunuyordu.
Çare olarak bulduğu yöntem; Hazinenin finansman gereksinimini piyasadan borçlanmak yerine Merkez Bankasına para bastırarak ve avans kullanarak karşılaması oldu. Dönemin TCMB yönetimi bunu kabul etmedi ve görevden ayrıldı. Meclisten geçirilen ek bütçe ve Hazinenin TCMB’ye olan borçlarının silinmesini öngören tahkim yasası ile Hükümetin Merkez Bankasından kaynak kullanımı genişletildi. Kısa vadeli avans 2 milyar doları geçti. İşin nereye gittiğini görenler uyarmaya çalıştıysa da kulak asılmadı.
Hazine finansmanında kullanılan TCMB kaynağı milli gelirin yüzde 2,7’sine çıktı. Arka arkaya yedi Hazine borçlanma ihalesi iptal edildi. Piyasada endişeler arttı ve döviz talebi fırladı. Daha önce yüzde 1 olan Merkez Bankası kuru-piyasa kuru farkı yüzde 25’e yaklaştı. O noktada Hükümet kontrolü tamamen kaybetti. Gecelik faizler %700’e çıktı. Tahvil-bono piyasası çöktü. Hazine TL borçlanamaz hale geldi. Panik havası hızla yayıldı, dövize atak başladı. Döviz rezervleri eridi ve Merkez Bankası -tıpkı bugün olduğu gibi- ‘kırmızı bakiye’ye düştü, yabancı para yükümlülükleri varlıklarını aştı ve ödeme yapamaz hale geldi. 1993 yılı Ekim’inde 12 bin TL olan USD kuru 40 bin TL’nin üzerine çıktı. Hazine Şubat’ta yüzde 125 faizle bile borçlanamayınca; tarihe “Çiller bonosu” olarak geçen ve üç aylık net dönem getirisi yüzde 50 olan (yıllık bileşik %406) süper Hazine bonoları çıkarmak zorunda kalındı. Hükümet; fiyatı kamu tarafından belirlenen ve yönlendirilen ürünlere büyük oranlı zamlar yaptı, olağanüstü yüksek vergiler getirdi ve IMF ile 14 aylık bir stand-by anlaşması yapmak zorunda kaldı.
1993’te kişi başına 3.056 dolar olan milli gelir 2.161 dolara geriledi. Yüzde 70’e yakın enflasyon varken yüzde 90 faizi yüksek bularak bunu talimatla düşürebileceğini sanan Hükümet, 1994 yılında yıllık ortalama yüzde 106 enflasyon yarattı ve ortalama yüzde 150 faizle borçlanmak zorunda kaldı. Bu arada da döviz kuru da yüzde 170 arttı. Kıssadan hisse: Beklentilerin bozulduğu yerde döviz satarak kuru kontrol altında tutabileceğini sananlar hem rezerv hem itibar kaybeder ve sonuç alamaz, kriz büyür.
DEVLET ELİYLE SANAYİLEŞME PEŞİNDE KOŞANLARA AKIL SAĞLIĞI DİLİYORUM
Son beş yıl içerisinde ortaya çıkan “bağımsız ekonomi” söylemi için neler söylersiniz? 1980’ler ve 1990’lar boyunca Erbakan’da, 2000’lerle birlikte Kemalist-ulusalcı ve sol diskurda kendisine yer bulan bu yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bağımsız ekonominin teorik ve pratik temelleri var mı? Buradan Türkiye’ye bir model çıkar mı?
Bağımsız ekonomi ya da popüler adlandırılmasıyla “yerli ve milli ekonomi” bir politika tercihi olarak tarihsel köklerini Batı Avrupa’da 15’inci yüzyılın ikinci yarısından, 18’inci yüzyılın ortasına kadar etkili olan Merkantilizmden alır. Güçlü devletten yana olan Merkantilistler, devletin iktisadi faaliyete müdahalesini savunmuşlardı. Devlet ihracat hacmini artırmak için ülke sanayini düzenlemeli, gerektiğinde sanayi kuruluşları kurmalı ve sanayi kesimini sıkı bir denetim altında tutmalıydı. Ekonomik milliyetçiliğe ilişkin teorinin temelini oluşturan yerli sanayiyi korumayı amaçlayan ithal ikameci görüşler 18’inci yüzyılın sonunda ABD Hazine Bakanı Alexander Hamilton tarafından ve 19’uncu yüzyılda ise bu düşünce Alman politik iktisatçısı Friedrich List tarafından yeniden uyarlanarak geliştirildi.
Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın ardından yükselişe geçen iktisadi korumacılığın ülkelerin iç politikalarında totaliter yönetimleri ve faşizmi, uluslararası ilişkilerde de düşmanca rekabeti ve sonuçta İkinci Dünya Savaşı’nı doğurduğunu söylemek mümkün. Son dönemde küreselleşmeden zarar gören gelişmiş ülkelerin orta sınıflarının tepkileriyle korumacılık yeniden revaç bulur gibi oldu. Özellikle ABD’de Trump yönetimi “yerli ve milli ekonomi” politikalarının en kaba ve yalın örneğini sergiledi.
Türkiye’ye gelecek olursak, Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa ekonomisiyle bütünleşme sürecinin 16’ıncı yüzyılda başladığını söylemek mümkün. 18’inci yüzyılda Osmanlı ekonomisi ile Avrupa arasında çok yüksek ticaret hacimlerine ulaşılmıştı. Anadolu tarımının ticarileşmesi, bu bağlamda özellikle Batı Anadolu’da incir, üzüm, tütün, pamuk ve zeytinyağı gibi yüksek değerli ve ticarete konu olan tarımsal ürünlerin üretiminin artması önemlidir.
Benim ilkokula gittiğim 1970’li yılların başında bile Türkiye’nin en önemli ihraç ürünleri olarak bunlar hâlâ ders kitaplarında yer alıyordu. Levant bölgesinde Beyrut ve Hayfa, Anadolu’da İzmir, İstanbul, Mersin, Samsun ve Trabzon, Balkanlarda Selanik önemli liman-ticaret merkezleriydi. Osmanlı ekonomisinin dünya ekonomisiyle bütünleşmesi ağırlıklı olarak gayrimüslim azınlıklar eliyle gerçekleştiriliyordu. Bu kesim ticaret artık değerini elinde toplayarak sermayeye dönüştürüyor ve ilk sanayi girişimlerini finanse ediyordu.
19’uncu yüzyılda bu topluluklarda etkili olmaya başlayan milliyetçilik hareketleri bu sürecin önünü kesti. Devlet bürokrasisi gayrimüslimlere güvenilemeyeceğinden endişe ettiği için alternatif arayışlar gündeme geldi. Tabii tarihe böyle retrospektif biçimde bakılmaz ama -biraz spekülatif olsa da- bu süreç işlemeye devam edebilseydi Osmanlı İmparatorluğunun yüzyıllardır en önemli ekonomik sorunu olan sermaye birikimi ve buna bağlı olarak da sanayileşmeyi kotarabilmesi mümkün olabilirdi diye düşünüyorum. Ekonominin liberalleşmesiyle serbest rekabet koşullarında yoksullaşan Müslüman zanaatkâr, loncaların kaldırılışı ile büyük darbe yiyen küçük esnaf 1908 sonrasında yükselişe geçen Türk ulusçuluğunun itici güçleriydi. Hatta Osmanlı İmparatorluğunda Türk ulusçuluğunun bir yönüyle iktisadi liberalizme tepki olarak çıktığını savunanlar bile vardır. Balkan Harbi’nin bu süreçte en önemli dönüm noktası olduğu söylenebilir.
Balkan Harbi ile beraber, İttihat ve Terakki iktidarı Müslüman-Türk unsuru temel alan bir iktisat politikası benimsedi. Selanik’in liberal ortamında doğan, kozmopolit ticaret burjuvazisinden destek görerek gelişen İttihat ve Terakki’nin “milli iktisat” politikasına dönüşü, esnaf sınıfını merkeze alan bir politika arayışına yönelmesi, dışarıya karşı kuşku ile bakan, piyasayı “millileştirmeyi” hedefleyen, kendi zengini yaratmak için kural dışına çıkabilen biz çizgiye gelmesi ile son dönemde Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarındaki dönüşüm arasında benzerlikler kurulabilir. Özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında İaşe Nazırı olarak görev yapan İttihat ve Terakki Partisi kurmaylarından Kara Kemal’in politikalarıyla “savaş zenginleri” yaratılması bu milli iktisat politikasının nereye evrildiğinin bir göstergesidir.
Aynı gelenek daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi eliyle sürdürüldü. Bu bağlamda; İkinci Dünya Savaşı sırasında faşizmin zafere ulaşacağı kanısının yaygın olduğu bir dönemde, 1942 yılının sonbahar aylarında çıkarılan meşhur Varlık Vergisi Kanunu ile büyük kentlerde ticaret sektöründe etkin olan gayrimüslim tüccarın piyasadan tasfiye edilmesi aynı çizginin bir diğer adımı olarak görülebilir. Yine 6-7 Eylül 1955 olayları da aynı kategoride değerlendirilmelidir.
Sonuç olarak “milli ekonomi” düşüncesi ile etnik-dinsel ırkçılık arasında akrabalık olduğunu savunmak çok da yanlış olmayacaktır. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin özgürlükçülükten, demokrasiden, kapsayıcılıktan uzaklaşmasıyla, dış politikada akılcılık yerine içi bir türlü doldurulamayan hamaseti benimsemesiyle, birey-sivil toplum ekseninden devlet eksenine kaymasıyla, özetle yaşanan savrulmayla “yerli-milli” ya da “bağımsız ekonomi” söylemleri arasında paralellik olduğu açıkça görülüyor.
Oysa Türkiye ekonomisinin yapısı bu ham hayallerle hiçbir şekilde uyumlu değil. Türkiye bir sanayi ülkesi olmak zorunda, zira doğal kaynakları -tarımsal ürünler dışında- son derece zayıf. Hammadde ve ara mallarında, en azından kısa ve orta vadede dışa bağımlı olmayı sürdürecek. En fazla ithalat yaptığımız fasıllar, petrol ve türevleri, demir, bakır ve alüminyum gibi maden cevherleri, plastik ve kimyasal ürün hammaddeleri. Ayrıca üretim örgütlenmemiz de Batıya, özellikle de Avrupa’ya mal satmak üzerine kurulu. İhracatın kabaca yarısı Avrupa’ya gidiyor. Müşteri ilişkileri, ticaret ve bayi ağları, lojistik yapılanması, pazarlama becerisi bu tercihe göre şekillenmiş. Dış ticaretin, ihracatın ve ithalatın toplam hacmi gayrisafi yurt içi hasılanın (GSYH) yarısına eşit.
Türkiye’nin dışa kapanması ya da AB başta olmak üzere dünya ile serbest ticaret yapmaktan vazgeçmesi gerçekçi ve uygulanabilir değil. Bu ülkede geçen yüzyıla ait Asya korporatizminden mülhem devlet -daha doğrusu varlık fonu adı verilen mutant yapı- eliyle sanayileşme modeli uygulanabileceği, kumanda ekonomisinin hâkim olabileceği, ekonominin dışa kapanacağı hayallerinin peşinde koşanlara akıl sağlığı diliyorum.
ZİHNİYET SORUNU ÇÖZÜLMEDEN EKONOMİ TARTIŞMAK ANLAMSIZ
Dikkat ederseniz sorularımızda aslında yeni bir teorik bir iktisadi yaklaşım iddiasını açmaya çalışıyorum. Bunun temel sebebi iktidarın uygulamalarına belli bir iktisadi çerçeveden bazı tezlerle destek verdiğini düşünen iktisatçılar ve ağırlıklı olarak da alaylı iktisatçılar. Siz öncelikle yeni bir iktisadi teorik yaklaşım görüyor musunuz?
Buraya kadar konuştuklarımızdan da anlaşılabileceği gibi bırakın herhangi bir kuramsal çerçeveyi, kendi içinde tutarlı ve bütünlüklü bir politikadan bile söz etmenin mümkün olmadığı kanısındayım. Bunun da üç nedeni var bence. 2016 sonundan itibaren hükümetin politikalarındaki yanlışlıkları yüksek sesle dillendirmeye ve Mecliste eleştirilerimi ifade etmeye başlayınca -bir rahatsızlık doğmuş olacak- parti genel merkezinde Ekonomi İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı başkanlığında oluşturulan ekonomi danışma kurulu toplantılarına davet edildim. Toplantılarda başlangıçta sessiz kalmayı yeğliyordum ama hem başkan hem milletvekilleri görüşlerimi söylemem konusunda ısrarcı olunca şu analizi yapmıştım. Ekonomik kriz gibi görünen, daha doğrusu yansımaları ekonomideki sıkıntılar olarak ortaya çıkan sorun temelde üç bileşenden oluşan bir zihniyet sorunu.
Birincisi; karar alma süreçlerinde olgusal, nesnel gerçekliği değil zihinlerinizdeki kurgusal gerçekliği esas almanız. Bu durumda örneğin; -daha önce de işaret ettiğim- Türkiye’nin tasarruf açığı olgusunu reddediyorsunuz. Faizlerde ve kurlarda yaşanan oynaklığın nesnel bir temeli varken siz bunun yerine zihninizde oluşturduğunuz “dış güçler” temelli açıklamayı esas alıyorsunuz.
İkincisi; bilimsel verilere ve akılcı değerlendirmeye değil dogmatik yargılarınıza, bilgiye değil kanaatlerinize dayalı karar alıyor, politika belirliyorsunuz. Enflasyon beklentisinin faizin temel bir bileşeni olduğu, dolayısıyla ancak beklenen enflasyonun üzerinde bir getiri olması durumunda insanların tasarrufa yöneleceği, faizin tüketim ve yatırım talebini azaltacağı bilimsel bir gerçekken bunun yerine politikalara yön veren “faiz sebep enflasyon neticedir” şeklindeki safsata oluyor.
Üçüncüsü; bırakın devleti belli ölçeğin üzerindeki ticari işletmelerin yönetimi bile stratejik planlama gerektirirken siz bunun yerine günü, hatta içinde bulunduğunuz anı kurtaracak tepkisel politikalarla ekonomiye yön vermeye çalışıyorsunuz. Bu zihniyet sorunu çözülmeden ekonomi politikası tartışmanın hiçbir anlamı olmadığını düşünüyorum.
Yeni bir iktisat modeli ya da alternatif teorik yaklaşım diye sunulmaya çalışılan şey; bölük pörçük, yarım yamalak, kulaktan dolma bir takım bilgi kırıntılarının yamalı bohça gibi bir araya getirilmesi; yanlışlığı kanıtlanmış safsataları, dogmatik hurafeleri, “yüksek faiz-düşük kur ülkeyi batırdı” ya da “Merkez Bankasının gizli ortakları Rothschild ve Rockefeller aileleriymiş” türünden şehir efsanelerini esas alan kıtipiyozluk, Avrasyacılık sosuna bulanmış sol ulusalcılıkla sağcı popülizmin sentezlenmesinden doğan sloganların teori diye yutturulmaya çalışılmasından ibarettir.
Daha detaylı ayrıca soracağım. Ancak son 128 milyar dolar tartışmasında bu yeni iktisadi yaklaşımın sözcüsü sayılabilecek isimler meseleyi açıklamaya çalıştılar. Teorik yaklaşımlarını, açıklamalarını ve kavramsallaştırmalarını nasıl buldunuz?
En çarpıcı olan iki örneğe deyineyim. Birincisi Nurettin Canikli’nin konvertibiliteyi; “Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına Merkez Bankası’nın, kendisine getirilen Türk Lirası karşılığında talep edilmesi halinde, o günkü kur üzerinden Dolar veya Euro (Rezerv Para) sağlayacağını taahhüt etmesi” olarak tanımlaması ve tarihe kara bir leke olarak geçmiş bulunan “Eğer TCMB, TL varlıklarını dövize dönüştürmek isteyenlerin bu talebini karşılamaz ya da karşılayamaz ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti temerrüde düşmüş olur” şeklindeki kavramsallaştırmasıydı.
Merkez Bankası kendisine getirilen her TL karşılığında döviz vermek zorunda değil, buna konvertibilite denmez. Hele de bu konuyu devletin temerrüde düşmesine, iflas etmesine bağlamak akıl alacak şey değil. Merkez bankasının döviz satmak zorunda olduğu döviz kuru rejiminin adı; sabit kur rejimidir. Nokta veya bant olarak kur taahhüdü olduğu için merkez bankası “kendi belirlediği” kurdan döviz satmak zorundadır. Hem kurun piyasada oluştuğu hem merkez bankasının talep edilen dövizi piyasa kurundan (döviz için fiyat demiyoruz) satmak zorunda olduğu bir rejim yoktur. “Ekonomi eğitimi veren okulların birinci sınıflarında öğretilen temel kuralları” bilseniz bunu da bilirsiniz. Dalgalı döviz kuru rejiminde, döviz kuru bir politika aracı değildir. Merkez bankasının nominal ya da reel herhangi bir kur hedefi olmaz.
Zaten bu yüzden arz-talep koşullarını, dolayısıyla kur seviyesini etkilememek için döviz alımı ve satımı; kuralları önceden belirlenen ihalelerle yapılır. Konvertibilitenin ise kur rejiminin sabit ya da dalgalı olmasıyla ilgisi yoktur. Konvertibilite, yerli paranın cari kur üzerinden (belirlenmiş sabit kur da olabilir serbest piyasa kuru da) yasal kısıtlama olmaksızın yabancı paraya serbestçe çevrilebilmesidir. TCMB 20 yıldır dalgalı kur rejimi izlemektedir. Döviz satma zorunluluğu da yoktur, her ihtiyaç duyana döviz satma görevi de. Boyundan büyük işlere kalkışmadan önce insan hiç olmazsa TCMB web sayfasına bir bakar da gülünç duruma düşmez.
İkincisi; “Merkez Bankasının rezervleri varlık ve yükümlülük olarak yer değiştirdi” açıklamasıydı. Hani, vezirini imtihan etmek isteyen padişahın; “öyle bir iş yapacaksın ki özrün kabahatinden büyük olsun” fıkrasındaki duruma benzer bir kavramsallaştırma. Varlık olan rezervlerin yükümlülük, yani borç haline dönüştüğünü bir açıklama olarak ortaya koymayı başka bir şeyle izah edemiyorum. Sadece bu iki örnek bile bir önceki; “yeni bir iktisadi teorik yaklaşım görüyor musunuz” sorunuza yanıt olarak yeter.
KİBİRLERİ VE BİLGİSİZLİKLERİ VAHİM HATALARI GÖRMELERİNİ ENGELLEDİ
Buradan isterseniz şu 128 milyar dolar sıcak tartışmasına dönelim. Sizin de dahil olduğunuz birçok iktisatçı Merkez Bankası’nın şeffaf olmayan yollarla kuru baskılamak için müdahalede bulunduğunu bir yıldır hatta belki 15 aydır dillendiriyorsunuz. Siz uzun yıllar Para Politikası Kurulu’nda ve Merkez Bankası’nda üst düzey yöneticilik yaptınız. Bu müdahaleyi ilk ne zaman ve nasıl fark ettiniz?
Filmi biraz başa sarmamız, flash-back yapmamız gerekecek. Biliyorsunuz, TL’ye güven sorunu olduğu için yurt içindeki mevduatların önemli bir kısmı yabancı para cinsindendir. Oysa bankalar ağırlıklı olarak TL kredi verirler. Bu ise bankaların borçları yabancı para iken alacaklarının TL olmasına, dolayısıyla kur riskine yol açar. Kur artarsa yükümlülükleriniz büyüyecek, varlıklarınız değişmeyecek ve zarara uğrayacaksınız. Bu yapısal dengesizliğin çözümü olarak bankalar ellerindeki fazla dövizi yurt dışındaki finansal kuruluşlara emanet olarak koyarak karşılığında aynı miktarda TL’yi onlardan emanet olarak alır. Bu işleme de para takası ya da swap adı verilir. Vade geldiğinde Türkiye’deki banka dövizleri geri verip TL’sini alır.
Bu işlemler Londra’daki yurt dışı TL piyasasında gerçekleştiriliyordu ve bir ara 50 milyar doların üzerinde net hacme ulaşmıştı. 2019 Mart ayında yerel seçimlerden hemen önceki hafta 21 ve 22 Mart günlerinde küresel piyasalarda bütün gelişen piyasa para birimlerinin dolar karşısında değer kaybetmesine yol açan bir dalgalanma oldu ve TL de bundan en fazla etkilenen paralar arasındaydı. Bunu seçimlere yönelik spekülatif bir kur saldırısı olarak yorumlayan, yani yanlış teşhis yapan ekonomi yönetimi paniğe kapıldı. TL’nin açığa satışını önlemek için 25 Mart’ta Karakuşî bir kararla yıllardır son derece etkin çalışan ve Türkiye ekonomisine büyük yarar sağlayan Londra’daki yurt dışı TL piyasasının likiditesini kestiler. Büyük sorun yaşandı. Bankalar ellerindeki dövizi verip TL almak ve döviz pozisyonlarını riske karşı dengelemek için Merkez Bankasıyla işlem yapmak zorunda bırakıldılar.
O dönemde ilk olarak yabancı basında Merkez Bankasının net rezerv rakamlarında olağan dışı bir durum olduğuna dair haberler yer almaya başladı. Geçmişte olmayan swap işlemlerin muhasebe kayıtları yatırımcıların kafasını karıştırdı, kuşku uyandırdı. Çünkü swap işlemiyle bankaların verdiği dövizler TCMB’nin yurt dışı muhabir hesaplarına giriyor, dolayısıyla brüt rezervlerini artırıyor, swaplar bilanço dışı işlem olduğundan TCMB’in döviz yükümlülükleri artmamış görünüyordu. Böylece de net rezervlerde tutarsızlıklar oluşuyordu. Merkez Bankası yöneticilerinin şeffaf ve açık bir biçimde yanıt vermekten kaçınması, swap işlemlerinin yarattığı bu olumsuz algıyı büyüttü ve rezervler konusu mercek atına alındı.
Tam bu sıralarda, 2019 Mart sonunda İktisatçı Haluk Bürümcekçi bir başka olağan dışılığı fark etti. Aylık olarak hazırladığı “TCMB ve Hazine” raporunda yer verdiği ve dikkatini çeken hususu şöyle anlatayım. Merkez Bankasının yaptığı kamuoyuna açık bütün döviz işlemleri bellidir. Eximbank üzerinden verdiği reeskont kredileri karşılığında döviz alır. Hazineye ait enerji KİT’lerine yapacakları ithalat için döviz satar. Hazinenin dışarıdan borçlanarak TCMB’deki hesabına koyduğu dövizler ile yurt dışına yapılan ödemeler de bu kapsamdadır. Yine bankaların yabancı para mevduatları dolayısıyla TCMB’de tuttukları zorunlu karşılıklar ya da TCMB’nin tanıdığı Rezerv Opsiyon Mekanizması (ROM) kapsamında, maliyeti daha yüksek olan TL zorunlu karşılıkların bir kısmı yerine tuttuğu döviz mevduatlar var.
Bu değerlerdeki değişimi görmek mümkün. Bu değişimin net rezervlere de yansıması gerekiyor tabii. Haluk Bey resmi rezerv verisini bu hesaplamayla ulaştığı “olması gereken rezerv” ile karşılaştırmış. Sayılar arasında bir tutarsızlık olduğunu görünce buna raporunda deyinmiş ve Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı, bu konularda uzman eski dostu bankacı Kerim Rota ile paylaşmış. Kerim Bey de benim merkez bankası konusundaki deneyimimi göz önünde bulundurarak konuyu benimle paylaştı. Konuyu bir de TL likidite tarafından inceleyerek deyim yerindeyse sağlamasını yaptık.
Merkez Bankası piyasanın gereksinim duyduğu TL likiditesini açık piyasa işlemleri ile sağlar. Merkez Bankası’nın varlık satması piyasa likiditesini azaltır. Aynı şekilde Hazinenin faiz dışı fazla vermesi, yani piyasadan topladığı verginin harcamalarından fazla olması likiditeyi azaltır. Bankaların Merkez Bankasında tuttukları TL mevduatı artırması ya da emisyonun artması da yine piyasa likiditesini azaltır. Tersi işlemler ise artırır.
Kamuoyuna açıklanan bütün işlemleri toplayınca piyasadaki TL likiditesi düzeyinin olması gerekenin çok altında olduğunu fark ettik. Bu ise Merkez Bankasının piyasaya bir şey sattığının karinesidir. O satılan “şey”in döviz olması olasılığına dayanarak bu kez birlikte yaptığımız değerlendirme sonucunda -yanlış hatırlamıyorsam Mayıs olmalı- TCMB’nin 30 milyar dolar kadar rezervi belirsiz bir biçimde sattığı sonucuna ulaştık ve bunu sosyal medya aracılığıyla kamuoyuyla paylaştık.
Yapılan şey özetle şu: Ekonomi politikaları piyasa gerçeklerinden ve akılcılıktan uzaklaştı. Yatırımcı güveni kalmadı. Siyasal gerilimlerin de etkisiyle dış finansman sıkıntısı baş gösterdi. Böyle bir ortamda genişlemeci kamu maliyesi ve para-kredi genişlemesi ateşe benzin dökme etkisi yarattı. Talebin, ithalatın ve cari açığın artması, yurt dışına sermaye çıkışı, TL’ye güveni kalmayan yurt içi yerleşiklerin birikimlerini dövizde tutması, döviz borcu olan firmaların, zorunluluktan ya da kurdaki hareketlerden korkup borçlarını azaltması döviz talebini körükledi. Kur artışı hızlanınca panik oldular. Faiz ve parasal genişleme konusundaki takıntıları yüzünden uyarılara kulak asmadılar. Rezerv satarak kuru bastırabilecekleri yanılgısına düştüler.
Piyasada dengeyi sağlayabilecek tek şey olan fiyat (kur) mekanizmasının işlemesini engellediler. Oysa denge fiyatının altında düşük faizle (yani ucuza) verdikleri TL’nin, yine denge fiyatının altında bastırılmış kurdan (yani yine ucuza) sattıkları dövize ilave talep oluşturması fizikteki yerçekimi yasası kadar açık ve kesin bir şeydi. Kuyruğunu kovalayan kedi gibiydiler.
Ama bir sorun vardı. Dövizi Merkez Bankası’nın sattığının bilinmesini istemiyorlardı. Zira rezerv satışı piyasayı daha da bozacak, ülke risk primini artıracaktı. Tarihte ilk kez TCMB kendisi kotasyon girerek değil kamu bankaları aracılığıyla (arka kapıdan) döviz satmaya başladı. Bu arada daha önce de belirttiğim gibi yurt dışı TL swap piyasasını fiilen kapatmıştılar. Dolayısıyla bankalar, ellerindeki bütün dövizi; döviz mevduatının zorunlu karşılığı, rezerv opsiyon mekanizması kapsamında TL yerine ya da swapla Merkez Bankasına getirmeye mecburdu. Arka kapıdan sattıkları döviz, ön kapıdan borç olarak geri geliyordu.
Sistem şöyle işliyordu; sahibi olduğun döviz rezervini kamu bankaları aracılığıyla sat. Alanlar bankaya yatırsın. Bankalar dövizi borç olarak (ZK veya swap) geri getirsin. Aynı dövizi bir daha sat. Oysa bir açmaza düşmüşlerdi. Kur artmasın diye yaptıkları satış, bizatihi yeni talebi kışkırtıyordu. Dövizi (rezervleri) ucuza sattıkça normalde yapılmayacak ithalatın önü açılıyor, normalde çıkmayacak yabancı çıkıyor ve yerliler ucuz buldukça daha fazla döviz alıyordu.
Tepeden tırnağa saf ‘ego’ olan üst makam da, dealer kafasıyla finansal mühendislik tasarımları icat ederek üstlerinin gözüne girmeye çalışan Merkez Bankasındaki bürokrat da makroekonomi ve para politikası konusunda bilgisizdi. Kibirleri ve bilgisizlikleri bu vahim hatayı görmelerine izin vermedi. 2019 Mart’ından 2020 Eylül’üne kadar bu “amok koşusu” devam etti. Merkez Bankası eksi rezerv düzeyine gelip döviz talebi hâlâ devam edince panik halinde yine arka kapıdan faiz artırdılar. Fiilen yüzde 15’e çıkan faiz de bir işe yaramadı. Artık mızrak çuvala sığmıyordu. 7-8 Kasım 2020 hafta sonunda TCMB başkanının görevden alınması ve bakanın da İnstagram üzerinden “affını” talep edip sırra kadem basması ile yaşananlar, bu tezgâhın çöktüğünün örtük de olsa itirafı oldu.
İsviçreli psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross 1969’da yayımlanan “Ölüm ve Ölmek Üzerine” adlı kitabında, hastalara ölüm teşhisi konduğunda hangi duygusal aşamalardan geçtiğine dair bir sınıflandırma yapmıştı. Ben hükümetin 128 milyar dolar konusunda takındığı tutumu buna benzetiyorum. Önce uzun süre “ortada 128 milyar dolar diye bir rakam, gerçekle ilişkisi olan bir rakam yok” denildiği inkâr aşaması yaşandı. Ardından “ortada bu ülkeye ve millete yönelik aleni bir ihanet, aleni bir saldırı, aleni bir hançerleme vardır” sözleriyle ifade edilen öfke aşaması geldi. “Bunları da bizim söylememiz olmaz ama o şirketler kendileri açıklayabilir. Vatandaşımız dövizle veya altınla tasarruf etmek istiyorsa, onu da başka türlü davranmaya zorlayamayız.” ifadelerini pazarlık aşaması olarak yorumlamak mümkün. “Bu çalkantılı ekonomik iklim, elbette ülkemizi de olumsuz etkilemiştir. Cari açığımız negatif yönde artarken turizm gelirlerimiz düşmüştür. Yabancı sermaye çıkışı ve reel sektörün döviz cinsinden borcunu azaltma gayretleri döviz talebini artırmıştır.” sözleri ise artık depresyon aşamasına gelindiğinin habercisi. Son aşama olan kabullenmeyi ise şu sözlerden daha iyi ifade edemezdiler; “Bu rezervi turşusunu kurmak için değil kullanılması için büyütmüştük; o günler geldiğinde de kullandık. 128 milyar dolar ne buhar olmuş ne de birilerinin cebine girmiştir. Sadece yer değiştirmiştir.” İlginç olan ise bu ifadelerin tümünün aynı konuşmada geçmiş olması…
Tekrar ilk sorumuza dönmek istemem ama bu son beş yıl boyunca denenen yaklaşımlar olmasaydı bugün Türkiye ekonomisi nerelerde olabilirdi? Bir simülasyonunuz var mı temel göstergeler ve makroekonomik performansa dair?
İsterseniz bu sorunuza düz mantıkla yanıt vermeye çalışayım. 2013 yılında Türkiye’nin küresel ekonomi içindeki payı, yani Türkiye’nin GSYİH’sının dünyadaki toplam üretime oranı, bir başka deyişle küresel refah üzerindeki hak iddiamız yüzde 1,23’tü. 2020 yılında ise yüzde 0,85’in de altına düştüğü görülüyor. Bir başka deyişle Hükümet Türkiye’nin küresel ekonomideki payını 2013 yılında yine Sayın Erdoğan’ın liderliğinde sağlanan düzeyde korumayı başarabilmiş olsaydı milli gelirimiz bu yıl tam 320 milyar dolar fazla olabilirdi. Bu hesaba göre ekonomi yönetimindeki irrasyonelliğin sadece bu yılki maliyeti kişi başına 3.800 dolar olmuştur.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçmeden önceki son yıl olan 2017’de Türkiye’nin GSYİH’sı 852,7 milyar dolardı. Sonrasında ise 2018 yılında 789 milyar dolar, 2019 yılında 761 milyar dolar, bu yıl da 717 milyar dolar oldu. Ekonomi yönetimi milli geliri sadece göreve gelmeden önceki seviyesinde sabit tutmayı başarabilseydi, başka bir deyişle Türkiye’yi bırakın büyütmeyi ya da küresel ekonomideki payını korumayı, sadece reel olarak küçültmeseydi, akıl almaz uygulamalarla Türk lirasını itibarsızlaştırmasaydı, üç yılda 290 milyar dolar ya da kişi başına 3.500 dolar daha fazla gelirimiz olacaktı.
Bakkal hesabıyla tablo bu.
TÜRKİYE DÜNYADA YÜZDE BİRLİK BİR ÜLKE DURUMUNA GERİLEDİ
Bugün Türkiye ekonomisini küresel ekonomik trendler ve özellikle de muadilimiz, bizimle genellikle kıyaslanan ekonomilerle beraber düşündüğünüzde hangi başlıklarda uyum içerisinde, hangi başlıklarda benzer trendlerde olduğumuzu ve hangi başlıklarda negatif ayrıştığımızı görüyorsunuz?
2020’de yaşanan Covid-19 küresel salgınının ekonomideki yıkıcı etkilerini dengelemek amacıyla gelişmiş ekonomiler bir taraftan benzeri görülmemiş bir parasal genişlemeye giderken diğer taraftan da son otuz yılda yaşanan bütün ekonomik krizlerde sağladıkları mali desteğin toplamına eşit bir devlet desteğini hayata geçirdiler. Uzun süre çok düşük tutulacağı açıklanan kısa vadeli faiz oranları, her ay varlık alımlarıyla artan likidite, devletin vatandaşlarının cebine nakit para koyması çok büyük bir etki yaratıyor. Salgının etkisini yitirmesi ve yaşamın olağan akışına dönmesiyle birlikte hem tüketim harcamalarının hem yatırımların canlanması, üretim artışı ve iktisadi faaliyette hızlanma bekleniyor.
Bu arada üretimdeki canlanmaya bağlı olarak emtia ve yarı mamul üretim girdileri talebi artarken salgının etkisiyle geçmişte daralan kapasite aynı hızda yerine konamadığı için tedarikte ve lojistikte aksamalar yaşanıyor. Bu ise maliyet baskısına yol açıyor. Gıdadan sanayi metallerine ve enerjiye kadar hemen bütün emtia fiyatlarında ve buna bağlı olarak ara mamullerde ortalama yüzde elliyi aşan oranlarda artış kaydediliyor. Bir taraftan talep koşullarındaki toparlanma diğer taraftan arz kısıtları sebebiyle artan enflasyon beklentileri ve çığ gibi büyüyen borçların etkisiyle uzun vadeli faizlerin de yükselmesi söz konusu. İşte dünyayı kısaca özetlemeye çalıştığım böyle zorlu bir dönem bekliyor.
“Biz bu döneme nasıl giriyoruz” sorusunun sizin ortaya koyduğunuz çerçevedeki yanıtı ise hiç iç açıcı değil ne yazık ki. Enflasyonla başlayalım. 2020 yılında Türkiye’nin tüketici fiyat enflasyonu dünya ortalamasının 3,8 katı oldu. Türkiye’ye benzer durumda olan “akran” ülkeler denilen gelişen piyasa ekonomilerindeki ortalama enflasyonun da 2,4 katıydı. Enflasyonda Türkiye’nin aynı ligde yer aldığı ülkeler şunlar; Venezuela, Sudan, Zimbabwe, Güney Sudan, Kongo, Arjantin, Angola, Libya, İran, Suriye, Surinam, Haiti, Sierra Leone, Burundi, Nijerya.
Gelir yönünden bakalım. Türkiye’deki kişi başına düşen milli gelir 2005 yılına kadar dünya ortalamasının altındaydı. 2005-2016 arasındaki dönemde dünya ortalamasının üzerinde tutmayı başardığımız kişi başına milli gelir, o tarihten beri yeniden dünya ortalamasının altına gerilemiş durumda. 2021 sonunda ise yüzde 75’ine kadar düşeceği tahmin ediliyor.
Küresel üretim içindeki payımız 1979’da %0,90 idi. 20 yıl sonra 1998’de ise 0,88. 2020’de ise %0,85 oldu. Türkiye kırk yıl önce dünyanın en büyük 25’inci ekonomisiydi. Otuz yıl önce 23’üncü, yirmi yıl önce 21’inci, on yıl önce 18’inci sıradaydı. Bu yıl ise büyük olasılıkla yine 21’inciliğe inecek. Son on yılda (2011-2021) TL, akran ülkelerin paralarına göre reel olarak yüzde 40 değer kaybetmiş görünüyor. Olumlu olan az sayıdaki göstergeden biri ise dünya toplam ihracatı içinde Türkiye’nin payı. 2011’de yüzde 0,74 iken yüzde 0,96’ya kadar çıkmış durumda. Aslına bakacak olursanız, nüfusu vs. de işin içine katarak şunu söyleyebiliriz; Türkiye dünyada yüzde 1’lik bir ülke konumuna gerilemiştir.
Yarın;
Türkiye ekonomik daralmadan nasıl ve ne zaman çıkacak?
Pandemi sürecinde ekonomi nasıl yönetildi?
Küresel ekonomide pandemi sonrası neler olacak?
Çin-ABD rekabetinden nasıl sonuçlar çıkabilir?
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İBRAHİM TURHAN
