Ankara ile Şam Arasındaki “Küçük Tatsızlıklar” Son Bulur mu?
Savaşın ilk başladığı dönemden bugüne kadar, güvenli bölge saydıkları sınır bölgelerine gelerek çadırlarda yaşayan yüz binlerce göçmenin Şam rejiminin ele geçirdiği bölgelerdeki evlerine neden dönmediklerini, Suriye topraklarında bulundukları halde yaz mevsiminde çıldırtıcı sıcağın, kış mevsiminde dondurucu soğuğun ortasında çadırda yaşamakta neden “inat” ettiklerini anlayabilirsek “Esad göçmenlere geri dönün çağrısı yaptı” cümlesinin ne kadar anlamsız olduğunu idrak edebileceğiz.
Ve beklenen oldu… Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, NATO zirvesi için bulunduğu ABD’de Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’a zeytin dalını uzattı. Esad’la görüşmek için bu denli istekli davranmasının Türkiye’nin çizmeye çalıştığı imajla ne kadar örtüştüğü elbette önemli bir ayrıntı ancak Erdoğan’ın haber değeri olan vurgusu “dargınlığı bitirelim” oldu. Şam yönetimini canhıraş destekleyen ekiplerin sosyal medyadan çaldıkları zafer borularının notaları ABD’de yapılan bu konuşmayla yazıldı.
Elbette ilk kez uluslararası ilişkilerin soğuk duvarına toslamıyoruz. Ancak Esad’la görüşebilmek için gösterilen bu çaba, reelpolitiğin mantığına pek uymuyor. Türkiye’nin, Şam ile arasını öncelikle göçmen yükünden kurtulmak için düzeltmek istediğini varsayalım. Bunu dillendirmek için de Suriye’de yaşananların tablosunu iyi analiz etmek gerekiyor. Türkiye’ye en büyük göç dalgası 2016’da Halep’in Rusya’nın hava, İran Devrim Muhafızları’nın kara desteğiyle Şam kontrolüne geçmesiyle yaşandı. Yüz binlerce Suriyeli, evlerini terk ederek ya Türkiye sınırına yakın bölgelere ya da Türkiye’ye geldi. Daha önceki göçlerde de benzeri olmuştu ve halk, resmî ordunun girdiği bölgelerden kaçarak başka yerlere sığınmıştı. Aslında tam tersi olması gerekirken halk silahlı isyancılardan değil resmî ordudan kaçıyor ya da (o zamanki adıyla ÖSO olan) isyancılar, ordunun kontrolündeki bir bölgeyi ele geçirdiğinde ahali onları sevinç gösterileriyle karşılıyordu. Savaşın ilk başladığı dönemden bugüne kadar, güvenli bölge saydıkları sınır bölgelerine gelerek çadırlarda yaşayan yüz binlerce göçmenin de Şam rejiminin ele geçirdiği bölgelerdeki evlerine neden dönmediklerini, Suriye topraklarında bulundukları halde yaz mevsiminde çıldırtıcı sıcağın, kış mevsiminde dondurucu soğuğun ortasında çadırda yaşamakta neden “inat” ettiklerini anlayabilirsek “Esad göçmenlere geri dönün çağrısı yaptı” cümlesinin ne kadar anlamsız olduğunu idrak edebileceğiz.
Savaş matematiğinin böylesine tersine işlediği bölgede, aradan geçen yıllar boyunca Esad’ın ilan ettiği ileri sürülen siyasi aflara teveccüh gösterilmemesi de bu haliyle anlaşılabilir bir durum. Dolayısıyla Türkiye ile arasını düzeltmiş bir Esad’ın Türkiye’deki göçmenlere kucak açmasını beklemek sadece ham bir hayale işaret ediyor.
Göçmenler Şam’ın Sorunu Değil
Şam’ın tamamına yakını Sünni olan milyonlarca Suriyeliyi Suriye dışına ya da sınır bölgelerine itmesinden duyduğu mutluluğu da görmek gerekiyor. Suriye’de savaşı bahane ederek demografik bir ameliyat yapmış olan bir azınlık yönetiminin, kendisinden kaçan milyonlarca insana kucak açarak kanla kurduğu bu oyunu bitireceğini düşünmek için en hafif tabirle saf olmak gerekiyor. Yani, göçmenler dosyasının Ankara ile Şam arasındaki ilişkilerin düzelmesi için masada hiçbir ağırlığı yok. Hatta Şam’ın görüşme için “göçmenler sizde kalırsa masaya otururuz” ön şartı sunmamasından ötürü kendimizi şanslı saymalıyız.
Şam’ın Türkiye ile ilişkilerin düzeltilmesi için Türkiye’nin Suriye içindeki üslerini kapatmasını, askerlerini geri çekmesini ve silahlı isyancılara desteğini sonlandırmasını öncelikli şart olarak masaya süreceğini söyleyebiliriz. Bunun karşılığında sınıra yığılacak yeni ve öncekilerden daha büyük olacağını öngörmek için kâhin olmaya gerek bulunmayan göç dalgasını ve kuzeyde, Suriye rejimiyle de zaman zaman zeytinyağlı yemek kıvamında ilişkilere girebilen PKK-YPG’ye bahşedilecek hareket alanına tahammül etmesi zor. Yani, Suriye halkının meşru ve demokratik taleplerinin arkasında durmaktan vazgeçiyor, kimyasal silah dahil her türlü savaş makinesiyle öldürülen yüz binlerin ağıtını susturmaya çalışıyor, Şam’daki yeraltı hapishanelerinde işkence gören sayısı belirsiz Suriyelinin iniltilerine kulak kabartmıyor olsak bile Şam’la aramızdaki küçük “dargınlıkların” bir masanın etrafına oturarak bitmesi mümkün değil.
Bugünden itibaren Suriye’de tek bir kurşun atılmasa dahi toplumsal psikolojinin düzelmesi onlarca yıl alacak. 1 milyondan fazla insanın annesini, babasını, evladını, sevgilisini, komşusunu, akrabasını kaybettiğini, bunun bir kan davası olarak uzun süre daha devam edeceğini, Esad’ın 911 kilometrelik Türkiye sınırının 700 kilometreden fazlasında hiçbir kontrolünün olmadığını, savaşanların “savaşmayı kesin” denildiğinde silahlarını toprağa gömecek ruhsuz robotlar değil insanlar olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Türkiye nasıl ki Suriye’de bir savaş başlatmadıysa, savaşı bitirecek kudrete sahip değil. Öyle bir kudrete sahip olsaydı savaşın hiç başlamamasını tercih ederdi.
Realist Dış Politika ya da “Hey Gidi Kambur Felek”
Peki neden böyle oldu? Aradan geçen bunca yıl sonra Z raporu almak ve suçlu bulmak işin en kolay kısmı. Şimdi herkesin sıcak yumurta gibi birbirinin üzerine atarak kurtulmaya çalıştığı “Emevi Camii’nde namaz” hayali devletin hedefiydi. Haklı bir savaşta, haklının yanında durmuş olmak kınanacak bir durum değil. Ölümden ve zulümden kaçanlara kucak açmak da öyle. Eğer savaş kazanılsaydı, muzaffer bir komutan edasıyla Emevi Camii’nde o namaz kılınacak ve tarihe bir fotoğraf hediye edilecekti. Arap Baharı’nın rüzgârı sarayları devirirken sokaklarında tarihten kopup gelmiş ve türlü badireleri atlatarak kardeşleriyle kucaklaşabilmiş bir Türkiye vücuda gelecekti. Olmadı. Türkiye’nin hedefleri ile stratejik kapasitesi uyumlu değildi ve insan kaynağı en başından itibaren bu hayale inandırılamamıştı. “Tanrı, iyi nişan alabilenlerin yanındadır” derler. İyi nişan alan Putin, Esad’a bir ülke hediye etti ve Moskova’yla da aramız iyiyken ve Putin’le anlaşmak daha kolayken kendimizi “Sayın Esad”la masaya oturmak için çağrı yapar bulduk. Şimdi son 13 yıl boyunca her gün Şam diktatörünün devrilmesini beklerken aramızda sadece küçük dargınlıklar olduğunu anlayan kitleler ise Nâzım Hikmet’e kulak vermek durumunda kalıyor:
“Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
zarurî neticesi bu! deme, bilirim!
o dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
o, bu dilden anlamaz pek.
o, ‘hey gidi kambur felek,
hey gidi kahpe devran hey’ der.”