Bekirağa Bölüğü’nden Silivri’ye Bir Yapısökümün Dönüşümü

Bir dönem ceberut devlet ve baskıcı rejimin tepeden inmeci uygulamalarını çağrıştıran Kemalizm, yeni dönem ve bilhassa AK Parti ve Silivri çağrışımlarıyla birlikte büyük bir dönüşüm geçiriyor. Bugün artık, bir dönem muhaliflerinin korkulu rüyası olan Bekirağa Bölüğü değil de Silivri konuşuluyor. Yeni denklemde AK Parti de artık içinden geldiği geniş toplum kesimlerinin kendisi olarak değil de ayrıcalıklı zümrelerin kendisi olarak görülmeye başlıyor.

bekirağa bölüğü silivri

Türkiye ve Türkiye demokrasisinin tarihi, çoğu kez fikir ve ideolojiler karşıtlığının tarihi gibi görülse de aslında bir semboller ve kökü tarihin derinliklerinde olan bir zihniyet ve karşıtlıklarının tarihi üzerinden yürüyor gibi gözükür.

 

Bunu açmak lazım.

 

Bizim ta İran bahçelerinden Küçük Asya’daki maceramıza kadar iktidar ve tebaa ya da merkez ve çevre arasındaki ilişkinin tarihi ve bu ilişkinin ürettiği gerilim, o günden bugüne Türk demokrasi tarihinde de benzer şekillerle etkisini sürdürüyor. Anadolu’da bunun en tipik ve en eski örneklerinden biri Babaî İsyanı diye bilinen isyan.

 

1240’ta, arkasına büyük göçebe Türkmen kitlelerinin desteğini alarak başlayan isyan, ancak Urfa Kontluğu’ndaki Hristiyan şövalyelerin yardımıyla bastırılabilmişti. Fakat rövanş denebilecekse, bu yenilginin rövanşı, kendisi de Baba İshak’ın halifelerinden biri olan Karaman’ın oğlu Mehmet Bey döneminde alınır. O devrin en önemli kaynaklarından İbn Bibi de Karamanoğullarının atası Karaman’ı, “Sultan Rükneddin dönemi asilerine öncülük eden ve geçimini Ermenek ve civarındaki nahiyelerde kömürcülük yaparak sağlayan Türkmenlerin başı” olarak tavsif eder (İbn Bibi, 2020: 629).

 

“Bu Nûreddin Sûfî Kadı, İç-İl’de Baba İlyas zamanında halife olmuştu. Meğer Nûreddin Sûfî Kadı’nın beş yaşında bir oğlı vardı. Adına anuñ Karaman dirlerdi. Muhlis Paşa ol Karaman adlu oglanı kendü eliyle tahta geçirüp pâdişâh itdi, hicretün sene 679. Ve Muhlis Paşa nefs idüp eyitdi: ‘Bunuñ nesli bu vilâyeti duta, pâdişâh ola’ didi. Karaman vilayetine Karaman didüklerinin aslı budur” (Oruç Bey, 2007: 11)

 

Nihayet Selçuklu payitahtı ve Selçuklu mülkü, bir dönem kadın ve kızlarını Haçlılara cariye yapan Âl-i Selçuk’tan Karamanoğullarına geçti. Ne ki, mülkü ele geçirenler Selçuklulardan farklı olarak, çok daha sonra Şah İsmail örneğinde görüldüğü gibi merkezî bir devlet geleneğinden beyler olarak değil, daha çok bir Türkmen konfederasyonu şeklinde kurulan bir soy aristokrasisini temsil ediyordu. Söğüt ve çevresinde kurulan rakipleri Osmanoğulları ise, çok daha farklı bir gelenekten gelen soylu ümera sınıfından geldikleri için merkezî devlet formunu benimsemişlerdi (Akdağ, 2020).

 

Türkiye tarihindeki Osmanlı asırlarının ilk dönemi bu gerilimin sancıları içinde gelişti ve nihayet Fatih dönemiyle birlikte merkezî devlet, periferinin beylik şeklindeki formlarını (Karamanoğulları ve diğer beylikler) tasfiye etti. Fakat bunun devlet dışı alandaki sürüm ve etkileri daha sonra da devam etti ve nihayet bu enerji, Yavuz döneminde, kendisi de bir Türkmen Konfederasyonu olan Safevî devletine kuvvet veren isyanlara kadar devam etti.

 

Bu gerilim, Türkmenlerin İran yaylasına indikleri dönemden Küçük Asya’ya geldikleri dönem ve sonrasına kadar devam etti. Sultan Sencer dönemindeki Oğuz ayaklanması, İran’daki bu gerilimin en tipik örneklerinden biri olarak göze çarpar. Safevilerin bir Türkmen konfederasyonu olarak teşekkül ettiği siyasî yapı da Şah Abbas’ın 1595’lerde Osmanlılarla giriştiği büyük, uzun ve kanlı savaşlardan sonra kendi içine dönerek, bir Türkmen-Kızılbaş konfederasyonu şeklindeki yapıya, askeri sisteme Gürcüleri, mali sisteme de Ermenileri entegre ederek yaptığı büyük dönüşümle sona erdi. 

 

Bu, Osmanlıların çok erken dönemden itibaren uygulamaya koydukları kapıkulu sisteminin Fatih’le birlikte nihaî safhaya erdiği sistemin İran’daki gecikmiş bir versiyonu olarak görülebilir. Osmanoğulları, devşirmeleri stratejik bir ortak olarak gördükleri Balkanlardan yaparken, İran’da bu uygulama Kafkas kökenli Gürcü ve Ermeniler üzerinden yapılarak, merkezin karşısındaki periferi bunlarla dengelenmek istenmiştir.

 

Modern Dönemler

 

Türkiye’de cumhuriyetle birlikte, diğer etkiler bir yana, biri devleti ve merkezi temsil eden resmî ideoloji, diğeri de devlet dışı sivil alanı ve çevreyi temsil eden iki ayrı akım, tıpkı İran Yaylası ve Anadolu’da resmî olanla bu alanın dışındakine benzer bir gerilimin çok daha farklı bir örneği olarak Türk demokrasi tarihine damgasını vurmuştur.

 

Tabii, bütün tarihi sadece bu paranteze alarak açıklama, gereğinden fazla genellemeci bir soyutlama olsa ve diğer bütün faktörleri dışarıda bırakma riski taşısa bile, böyle bir soyutlama yapmanın amacı, Türk demokrasi tarihine bir de bu gözle bakmanın sonuçlarını düşünme imkânı sağlamasıdır.

 

Türkiye’de de daha sonra birçok kalem tarafından adı Kemalizm olarak adlandırılan, gerçekte ise Türk Modernleşme tarihinin bir kesiti olan bir dönem, en genel hatlarıyla halkın katılımıyla gerçekleştirilen bir dönüşümün tarihini değil, daha çok her şeyin devlet eli ve devlet zoruyla yapılmaya çalışıldığı bir dönemin tarihini niteler.

 

Bu döneme damgasını vuran aydınlar, istibdat döneminde, hepsi olmasa bile bir kısmı itibarıyla Bekirağa Bölüğü’nde gün saymış aydınlardı. Buraya uğramayanlar da bir şekilde kovuşturma ve takibata uğramış; hürriyet havasını iliklerine kadar hissetmiş asker, bürokrat ve aydın sınıfından gelen halk çocuklarıydı.

 

Ne ki, Türkiye’de ilk önce meşruti monarşi, sonra da cumhuriyetin temellerini atan bu kadrolar, Cumhuriyetle birlikte ve bilhassa Cumhuriyetin erken dönemlerinden itibaren, “istibdat dönemi” uygulamalarını hiç de aratmayan çok daha farklı bir İstibdadın temsilcileri olarak Cumhuriyet değerlerini yerleştirmeye çalıştı. Cumhuriyetin kurucu partisi CHP de bu süreçte devleti partisi olarak bütün olumsuzlukların kendisi olarak hafızalara bu şekilde kazındı.

 

DP ve arkasından gelen CHP karşıtı merkez sağ partilerin tamamını bu karşıtlık besledi ve büyüttü. Arada kurulan MSP ve MHP gibi partileri saymazsak, 1980’lere kadar AP çatısı altında toplanan periferi, gücünü belli bir oy potansiyeli yanında, daha ziyade devletten alan CHP’ye karşı ayakta durmaya çalıştı. 80 darbesi ve arkasından gelen ANAP da bu karşıtlıktan beslenen damarı temsil ediyordu.

 

Burada 12 Eylül’le birlikte devletin kodlarındaki belli yumuşama ve Türk-İslam senteziyle rejim arasındaki mesafeyi görece de olsa kapatma girişimi ve 28 Şubat 1998’de buna, yine devlet içinden gelen tepkiyle bu tepkinin devlet dışı alanda AK Parti şeklinde ortaya çıkan karşı tepkisi üzerinde uzun uzun durmuyorum.

 

AK Parti ve Sonrası

 

Yukarıdan beri en kaba hatlarıyla altını çizmeye çalıştığım bir gerilim üzerinde kurulu bir sosyolojiyi temsil eden AK Parti de belli bir dönemden sonra kendi içinden çıktığı Türkmen gruplarından farklı bir yapıya bürünen Büyük Selçuklular ve İranlılaşmış Türk’ün en tipik örneklerinden bir olan Sultan Sencer gibi, çevrenin değil, merkez ve devletin kodlarıyla şekillenmeye başladı.

 

Bugün artık, bir dönem muhaliflerinin korkulu rüyası olan Bekirağa Bölüğü değil de Silivri konuşuluyor. Yeni denklemde AK Parti de artık içinden geldiği geniş toplum kesimlerinin kendisi olarak değil de ayrıcalıklı ve türedi zümrelerin kendisi olarak görülmeye başlıyor. Bir dönem devlet partisi damgası yiyen CHP halk nezdinde neyse, bugünün AK Partisi de aynı şekilde algılanmaya başladı.

 

Modernleşme devirlerimizin en büyük kırılma ve dönüşüm noktalarından biri olan Cumhuriyet ve Atatürk devrimleri de yeni dönemle birlikte, Kemalizm’in otoriter kimliğinden sıyrılarak, tıpkı II. Meşrutiyet öncesi istibdat yönetimine karşı “hürriyet-müsavat-uhuvvet” diye direnen Hürriyet Şairi Namık Kemal ve onun devamı olan nesillerin özgürlük ve eşitlik çizgisi gibi anlaşılmaya başlıyor. CHP ve Atatürk de bunun sembolleri…

 

Bir dönem ceberut devlet ve baskıcı rejimin tepeden inmeci uygulamalarını çağrıştıran Kemalizm, yeni dönem ve bilhassa AK Parti ve Silivri çağrışımlarıyla birlikte büyük bir dönüşüm geçirerek, baskıcı rejime direnen ve kadın hakları ve özgürlükler başta olmak üzere çağdaş demokrasinin sembolü haline gelmiş bulunuyor.

 

Bugün kapatılma tehlikesi ve devlet tarafından dizayn edilme riskiyle karşı karşıya gelen CHP artık “devletin partisi” değil, büyük ölçüde “baskıcı rejime karşı özgürlükleri savunan ana akım muhalefetin” temsilcisi olma yoluna girdi. Bir dönem ezilen sınıfların ve demokrasinin gerçek temsilcisi sıfatıyla geniş kitlelere ulaşan AK Parti ise kuruluş yıllarında devletin egemenleri tarafından büyük halk kesimlerinin son sığınağı olan bir parti olmak yerine, devletin abus çehresini gösteren bir sembol olarak zihinlere kazınıyor.

 

Cumhuriyet bir yapısökümü olarak eski rejimi köklerine kadar tasfiye ederek yenisini kurmayı hedefleyen bir yapı olarak doğmuş ve karşıtını üretmişti. Karşıtı, bu toplumun eskimiş ve artık kullanılamaz haline gelmiş doğası, Cumhuriyet de bu doğanın aklı ve logosu idi. 

 

İnsan doğamızda biyolojik eğilimlerimiz ve bilinçdışının hasılası olan doğamızla bilincimiz arasındaki gerilim neyse, burada da asırlık birikimlerin hasılası olan kolektif bilinçdışı ve logos arasındaki gerilim ve bunalımlar da o şekilde gelişmişti. Bugünse kolektif bilinçdışı makas değiştirmektedir. Eskiden kolektif bilinçdışı negatif olanları nasıl devletin partisi olarak gördüğü CHP’ye yüklüyorsa, bugün de aynı kolektif bilinçdışı semboller üzerinden aynı olumsuzlukları AK Partiye yüklüyor.

 

Bu, sadece logosun, aklın malzemeleriyle ürettiği bir karşıtlık değil, duygularımızın en ince kılcallarına kadar işleyen kolektif bilinçdışının içeriğinden hiçbir şey kaybetmeden makas değiştirmesi ve oklarını, birinden alıp diğerine yöneltmesidir.

 

Bu denklemde CHP’nin merkeze yürüyüşü, ancak CHP tarafından durdurulabilir. O da çok düşük bir ihtimal olarak görülüyor.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.