BRICS, Türkiye ve Çok Kutupluluk
Bilhassa Avrupa’daki ekonomik panik durumu ve Batı’nın pazar sıkıntısı Türkiye’yi kendi için en kârlı olan tercihleri yapmaya itse de BRICS ülkelerinin kendi aralarında yarattıkları sinerji, bu yapının devam edebilmesi için acaba yeterli mi?
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından uluslararası alanda daha önceki dönemlerde alışılagelen çok kutuplu yapının iki kutuplu yapıya evrilmesi, bir bakış açısına göre birçok konunun çözümünü kolaylaştırmakla beraber oldukça tekdüze uluslararası siyasal bir akışın oluşmasına da sebebiyet vermişti. 1989 yılına kadar Batı İttifakı ve Doğu Bloku ayrımı algısı ve yaklaşımı uluslararası ilişkilerde genel olarak kabul görse de bunun haricinde kalan gelişmeler de olmuştu. Soğuk Savaş dönemi olarak adlandırılan bu süreçte Bağlantısızlar Hareketi’nin ortaya çıkması ve Sovyetler Birliği-Çin Halk Cumhuriyeti ilişkilerinin tahayyül edildiği gibi pek de sıkı hale gelememesi, aslında uluslararası yapının iki kutuplu düzene olan yönelimin sorgulanmasına izin veriyor. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından oluşan güç boşluğunun giderek Batı İttifakı tarafından doldurulması, 11 Eylül 2001 tarihinden itibaren daha agresif bir süreci de beraberinde getirdi. Bu süreçte uluslararası alanda tek kutuplu ya da hegemon devlet düzeni ve bunun muhtemel alternatiflerinin tartışmalarının da giderek arttığı gözlemlenebilir.
Tam da bu tartışmaların yaşandığı dönemde ABD’deki yatırım bankalarından biri olan Goldman Sachs’ın yöneticiliğini de yapmış Jim O’Neill, 2001 yılında yayımlanan “Building Better Global Economic BRICs” başlıklı makalesinde Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’in sahip oldukları toprak genişliği ve genç nüfus yoğunluğu sayesinde 2050 yılına kadar dünyanın en önemli ekonomileri haline geleceği öngörüsünde bulunuyordu. Bu makaleden ne kadar mülhem olduğu bilinmese de bahsi geçen dört ülke ilk defa 2006 yılında New York’ta bir araya geldiler. Resmî anlamda ilk zirve ise 2009 yılında Rusya’nın Yekaterinburg şehrinde gerçekleşti. Bu zirvenin ardından yapılan açıklamalarda küresel para birimine olan ihtiyacın altı çizildi. Bu, bir bakıma 2001 sonrasında tedricen güçlenen dolar bazlı uluslararası ekonomik ve finansal yapının doğrudan olmasa da dolaylı bir eleştirisi olarak kabul edilebilir. Açıklamanın ardından uluslararası piyasalarda yaşanan dalgalanmayı da yine bu perspektiften okumak isabetli olacaktır. 2011 yılında Güney Afrika’nın da platforma kabul edilmesiyle üye ülkelerin isimlerinin baş harflerinden oluşturulan bir kısaltma olan BRICS, uluslararası literatürde daha fazla görünür hale gelmeye başladı.
Kurumsal Yapı
Bu platformun oluşumunun temelinde Batı’ya karşı bir eleştirinin olduğu genel olarak bilinse de içinde bulundukları kapitalist sistemin bir parçası olarak doğrudan sistemin tamamını hedef alan bir yönelimde bulunmadıkları da söylenebilir. BRICS ülkelerinin sahip olduğu ekonomik, demografik ve jeopolitik kuvvetlerle doğru orantılı olarak uluslararası alanda daha fazla söz sahibi olmak istediklerini, diğer bir tabirle çok kutuplu bir yapıya olan eğilimlerini daha belirgin bir şekilde ifade ettikleri de göze çarpmaktadır. Bu sürecin Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi iki kutuplu bir yapının yansıması olarak okunması isabetli olmayacaktır. Genel itibarıyla bakıldığında BRICS platformunun G7 ülkeleri ile muhtelif parametreler üzerinden mukayese edildiği dikkat çekmektedir. Bu süreçte BRICS’e yöneltilen en ciddi eleştiri ise kurumsal yapısının tam anlamıyla oluşmamış olduğu üzerine kurgulanmaktadır. 2014 yılında platform bünyesinde kurulan Yeni Kalkınma Bankası (New Development Bank) bu eleştirileri bir bakıma teskin etse de rakip kurumlar olarak karşısında Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın olmasının süreci daha kurumsal bir düzleme taşıdığı söylenebilir. Yeni Kalkınma Bankası kurulduğu tarihten itibaren 2022 yılına kadar gelişmekte olan ülkelere altyapılarını geliştirmeleri amacıyla toplam 32 milyar dolar kredi sağladı. Üye ülkeler kendi aralarındaki ticarette milli para birimlerini kullanarak ekonomik olarak bir nevi dolarsızlaştırılmış alan tesis etme eğilimindeler. İlerleyen süreçlerde ise ulusal para ile yapılan ticareti bir dijital para birimi üzerinden daha güvenli ve yaygın hale getirmeyi hedefliyorlar.
Ekonomik olarak Batı tarafından meydan okuma olarak algılanabilecek olan bu süreç BRICS ülkelerinin dünya nüfusunun yüzde 45’ine (yaklaşık 3,5 milyar), küresel ekonominin ise yüzde 28’ine sahip olmasıyla doğrudan orantılıdır. Batı nüfusu giderek yaşlanırken ekonomik verimliliği de orantılı bir şekilde azalıyor. BRICS ülkelerindeki nüfusun yaş ortalamasının 35’in altında kalması önemli bir avantaj olarak değerlendirilse de mikro düzeyde ekonomik etkinliklerinin düşük olması bu yapıyı zayıf kılan başka bir parametre olarak göze çarpmaktadır. Diğer taraftan ham petrol üretiminin üçte birini kontrol eden BRICS ülkeleri, Suudi Arabistan’ın da platforma üye olmasıyla bu oranı yüzde 43’e yükseltmiştir. Bu hâlâ alternatif yenilenebilir enerji kaynakları yaratma ve bununla doğru orantılı teknoloji yenileme açısından çıkmazda olan dünya sanayii açısından oldukça önemli bir oranı teşkil etmektedir.
Asya Yüzyılı
Dünya ekonomi tarihine aşina olanlar bilirler ki 18’inci yüzyıla kadar Çin ve Hindistan’ın üretim ve ekonomi açısından oldukça belirgin bir üstünlüğü bulunmaktadır. Kapitalizm bünyesinde şekillenen emperyalizm ile karşılaşan bu ülkeler kısa bir sürede sömürü sürecinin pasif bir parçası haline geldiler. Bunun kendi içerisinde birçok sebebi olmakla beraber öncelikli olarak kapital zekânın ne anlama geldiğinin farkına varmak gerekiyor. 19’uncu yüzyıldaki Afyon Savaşları bu sömürünün en belirgin dönüm noktaları olarak tarihteki yerini korumaktadır. İngiltere’nin Hindistan’daki sömürge süreci ise kendi içerisinde oldukça şaşırtıcı detayları barındırmaktadır. Çin ve Hindistan bu dönemleri tarihsel olarak aşağılanma süreçleri olarak ele alırlar. 20’nci yüzyılın ortası ise sadece İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi açısından değil aynı zamanda Doğu’da ortaya çıkan yeni yapılar açısından da önemlidir. 1947 yılında Hindistan’ın bağımsızlığını kazanması, 1949 yılında ise Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulması bir bakış açısıyla Asya Yüzyılı’nın başlangıcı olarak kabul edilir.
Dünya ticareti ve ekonomisinin bel kemiğinin deniz taşımacılığı üzerine kurulu olması, BRICS ülkeleri arasında Çin ve Hindistan’ı bir kez daha ön plana çıkarmaktadır. Yılda yaklaşık 12 milyar ton, ayda ise ortalama 33 milyon ton ürün, deniz taşımacılığı ile muhtelif limanlara aktarılmaktadır. Bu hacmin yaklaşık yüzde 65’i Asya Pasifik bölgesinden geçmekte olup, hacim ve yoğunluklarına göre sıralamada ilk 20’de bulunan konteynır limanlarının 14’ü Asya kıyılarındadır. 1990’lı yıllarda yaşanan kurumsallaşma, reform ve dışa açılma süreci ile birleştirildiğinde, Çin’in üretim ve ihracat potansiyelini hızlı bir şekilde artırdığı gözlenmektedir. Bu süreçte Çin’in stratejik bir hedef doğrultusunda halkını planlı bir şekilde organize edebilmesi oldukça başarılı ve önemli bir süreç olarak göze çarpmaktadır. Dünya tahıl üretiminin yaklaşık yüzde 40’ının BRICS ülkeleri tarafından yapılıyor olması, en fazla petrol üreten 10 ülkeden altısının BRICS üyesi olması, Batı açısından süreci daha da girift hale getirmektedir. G7 ülkeleri geçen sene itibarıyla yüzde 1,5 oranında büyürken, BRICS ülkeleri yüzde 4,5 civarında bir büyüme ortalamasına ulaşmıştır. Bununla beraber yakın bir vakitte Mısır, Etiyopya, İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri de BRICS’e üye oldu. Güvenlik açısından bakıldığında özellikle son dönemde ortaya çıkan Rusya-Ukrayna savaşının da BRICS’in önemini artırdığı iddia edilebilir. Rusya, Ukrayna ile devam eden savaş sırasında Batı tarafından uygulanan yaptırımları aşabilmek için bu platforma daha fazla önem verdi. Dahası, BRICS ülkeleri yine bu kriz süreci ile alakalı olarak uluslararası platformlarda birbirlerinin aleyhine olan bildirilere imza atmamayı tercih ettiler. Jeopolitik açıdan bakıldığında üye ülkelerin farklı kıtalara dağılmış olmaları bazı perspektiflerden avantaj olarak algılanırken bu durum dezavantajları da beraberinde getirmektedir. Batı’daki muadil kurum ya da kurumlarla mukayese edildiğinde farklı kültürel ve dinî yapılara sahip olmalarından dolayı oldukça heterojen bir profil dikkat çekmektedir.
Türkiye ve BRICS
Bütün bu arka plan eşliğinde yaklaşıldığında, Türkiye’nin BRICS’e resmî üyelik talebinin mantıklı sebeplerinin olduğu görmezden gelinmemekle beraber mirasını kabul ettiği Osmanlı Devleti’nin 19’uncu yüzyılın ortalarında başlattığı Tanzimat Reformu’ndan beri yaklaşık 160 yıldır Batı ekonomik, siyasi ve askerî sisteminin bir parçası olarak uluslararası alanda kendine bir yer aradığı bilinmektedir. Osmanlı Devleti’nin kendine yer aradığı bu çok kutuplu yapının en önde gelen üyeleri Avrupa kültür havzasına ait Büyük Güçler idi. Kurucu lider Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatını takiben İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, devamında ise ortaya çıkan iki kutuplu yapıda zorlayıcı şartların da etkisiyle Türkiye kendisini Batı İttifakı içinde bulan netameli bir serüvenden geçmiştir. 1952 yılında NATO’nun bir üyesi olması bu serüvenin en önemli kırılma noktalarından biridir, zira bu üyelik sadece askerî değil,1923-1938 yılları arasında inşa edilen diğer kurumsal yapıların da tedricen dönüştürülmesini beraberinde getirmiştir. Bu 15 yıllık süreçte Sovyetler Birliği ile ilişkilerin yoğunluğu ve gerilimini de yine çok kutuplu uluslararası bir yapı üzerinden tahlil etmek gerekmektedir.
1963 yılında imzalanan Ankara Antlaşması ile Avrupa Birliği ve Batı ile ekonomik bütünleşme süreci daha da hızlandı. 1995 yılındaki Gümrük Birliği Antlaşması ise her ne kadar Türkiye içerisinde ciddi bir eleştiri sürecine tabi olsa da katma değeri yüksek ürün üretiminin tetiklenmesinde etkili oldu. 2004 yılında başlayan Avrupa Birliği’ne katılım müzakere süreci ise ilerleyen dönemde Birlik tarafından tek taraflı olarak yavaşlatıldı.
BRICS’e üyelik talebinin üst makamlarca doğrudan Türkiye tarafından kamuoyuna duyurulmaması birçok tezvirata sebebiyet vermekle beraber bunun taktiksel bir manevra olduğuna dair oldukça güçlü öngörüler de dikkat çekmektedir. BRICS dönem başkanı Rusya tarafından bu başvurunun yapıldığının açıklanması da ayrıca değerlendirilmesi gereken bir detaydır. NATO’nun en doğu ucundaki ülke olarak da tanımlanan Türkiye’nin öncelikli olarak ekonomik açıdan faydalanmayı amaçladığı bu üyelik talebi kabul görürse hedeflenen ekonomik etki, siyasi ve savunma alanında yarattığı etkinin gölgesinde kalabilir. Türkiye’nin BRICS’e katılmasını destekleyen görüş, Batı ile devam edegelen ilişkiler sırasında Avrupa Birliği’ne giriş başvurusu sonrasında önüne muhtelif zorluklar çıkarılarak Türkiye’nin milli duruşunun zedelendiği ve öncelikli olarak BRICS sayesinde Çin başta olmak üzere diğer üye ülkelerle geliştireceği ileri ekonomik ilişkilerin Türkiye’nin diğer ilişki ağlarını da geliştireceği yönündedir. Bu oldukça iddialı bir öngörüdür, zira Türkiye’nin Çin’e karşı 88 milyar dolar dış ticaret açığı bulunmakla beraber bu, Türkiye’nin dış ticaret açığının yüzde 83’ünü oluşturmaktadır. Türkiye üretmiş olduğu yüksek katma değerli ürünlerin ihracatının yüzde 60’ını Avrupa ve Batı ülkelerine yaparak ikili ilişkiler bazında dış ticaret açığını kapatabilmektedir. BRICS ile olası bir serbest ticaret antlaşması imzalanması durumunda Türkiye’nin bundan olumsuz etkilenme olasılığı oldukça yüksektir, zira Çin ve Hindistan’ın kendi bünyelerinde görünmeyen gümrükleri bulunmaktadır.
Bir diğer önemli detay ise Çin’in Ortadoğu’daki hegemonik pozisyonunun gözden kaçırılmaması gerektiğidir. Çin, son 10 yılda Ortadoğu’daki ihracatını tedricen 10 kat artırdı. Son 15 yılda da bölgedeki en büyük yabancı yatırımcı haline dönüştü. Lojistik imkân ve kabiliyetlerle beraber maliyet oranları yeterince uygun ve iyi değilse Türkiye için uzak pazarlarda başarı elde etmek oldukça zorlayıcı olacaktır. Bu sebeple BRICS üyeliği sadece ekonomik olarak değerlendirebilecek bir mesele olmaktan uzaktır. Kısa vadede Türkiye’ye ekonomik olarak bir avantaj getirmesini beklemek oldukça zorlama olacaktır, zira Batı, Çin’in başat rol oynadığı bu süreçte tesis etmeye çalıştığı ticari rotalarla BRICS üyelerinden bazılarını pazarlık masasına oturtmaya çalışmaktadır. Çin’in Kuşak Yol projesine rakip olarak ABD tarafından desteklenen IMEC koridoru bunun en bilinen örneğidir. Hindistan, Ortadoğu ülkeleri ve Avrupa hattında Türkiye’nin baypas edilerek oluşturulmasının yanı sıra Vietnam’a uygulanan ambargoların kaldırılması da bu çerçeveden okunduğunda aslında Batı’nın sadece Asya Pasifik’te donanma gücüyle değil aynı zamanda kara hattında da oluşturacağı ekonomik ve ticari blok ile Çin’i çevrelemeyi hedeflediğini göstermektedir. Bilhassa Rusya-Ukrayna ve İsrail-Filistin arasında devam edegelen sıcak çatışmalar, denizler üzerinden güvenli, hızlı ve ekonomik yeni ticari rotaların oluşturulması sürecini tetiklemiştir.
22-24 Ekim tarihlerinde Rusya’nın Kazan şehrinde yapılacak BRICS zirvesine Türkiye’nin resmî olarak iştirak edip etmeyeceği henüz netlik kazanmadı ama bu zirvenin ana gündem maddesini BRICS’in genişlemesi ve ortak para biriminin oluşturacağı dillendirilmekte. Türkiye’nin BRICS’e kabul edilmesinin Batı’da ekonomik ve jeopolitik olarak nasıl bir tepki yaratacağının yansımaları aslında Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in yakın geçmişte yaptıkları açıklamalar üzerinden de okunabilir. Fidan’ın bir süre önce Çin ve Rusya’ya yaptığı seyahatlerle beraber Şimşek’in Yeni Kalkınma Bankası’na yönelik açıklamaları, farklı diskurları takip ettikleri izlenimini vermekte. Kasım ayında yapılacak Amerikan seçimlerinde Harris ya da Trump’ın mevcut durumu ne şekilde okuyacakları da Türkiye’nin tercihlerinde belirleyici olacaktır. Bilhassa Avrupa’daki ekonomik panik durumu ve Batı’nın pazar sıkıntısı Türkiye’yi kendi için en kârlı olan tercihleri yapmaya itse de BRICS ülkelerinin kendi aralarında yarattıkları sinerji, bu yapının devam edebilmesi için acaba yeterli mi?